19. yüzyıl Osmanlı İstanbulu'nda modern edebi kültüre odaklanan Tanzimat ve Edebiyat başlıklı derleme geçtiğimiz Haziran ayında yayımlandı. 16 makaleden oluşan derlemede 19. yüzyılın çok kimlikli, çokdilli, çoketnili Osmanlı edebiyatı şimdiye kadar bilinmeyen ayrıntılarıyla okurlara sunuluyor.
Son yıllarda yapılan eleştirel çalışmalar Türkçe edebiyat tarihlerinde genellikle "Modern Türk Edebiyatı"nın başlangıcı olarak nitelendiren ve "Tanzimat Dönemi Edebiyatı" (1840-1890) olarak adlandırılan dönemin farklı "millet"lerin, farklı toplulukların, cemaatlerin, çeşitli dil ve alfabelerde, çoğu zaman benzer kaygılarla ve benzer projelerle ürettikleri edebiyatların bir bileşeni olduğunu ortaya koyuyor.
Çalışmaların ışığında açılan bu yeni alan, tekçi bir söylemle inşa edilen ulusal edebiyat paradigmasının körleştirdiği arada kalmış Osmanlı edebiyatını/edebiyatlarım, edebiyatçıları, söylemleri gün yüzüne çıkarmakta. Haziran ayında çıkan yeni bir yayın bütün bu çeşitliliği ancak bununla birlikte Osmanlı edebiyatları arasındaki çatışma ve gerilim alanlarını da gözler önüne sermekte. İstanbul Şehir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden Mehmet
Fatih Uslu ve Fatih Altuğ tarafından yayına hazırlanan Tanzimat ve Edebiyat: Osmanlı İstanbulu'nda Modern Edebi Kültür başlıklı kitap ilk önce 2008 yılında Kritik dergisinde "Bir İmparatorluk Edebiyatı Olarak Tanzimat" dosyası olarak yayımlandı. Editörler, sunuş yazılarında, dosyadaki gözlemleri ve birikimi derinleştirmek ve daha geniş bir okur kitlesine iletmek amacıyla, Kritik'te yer alan bazı yazılan seçerek ve onlara yenilerini ekleyerek söz konusu kitabı yayınlamayı düşündüklerini belirtiyorlar. Derlemede, her biri ayrı bir eleştiri yazısını hak eden, kendi alanında yeni okumalar içeren, öncü niteliğinde 16 makale var ancak ben bu yazıda sadece birkaçı üzerinde durabileceğim.
Kitap; çokdilli, çoketnili ve çok alfabeli Osmanlı edebiyatı çalışmalarında öncü bir makale olan ve pek çok başka çalışmaya ilham kaynağı olmuş Johann Strauss'un "Osmanlı imparatorluğu'nda Kimler Neleri Okurdu (19.-20. yüzyıllar)?" yazısıyla açılıyor. Strauss, çok titiz ve ayrıntılı bir çalışmayla bizlere, söz konusu yüzyıllarda kozmopolit İstanbul şehrinde Ermenice, Rumca, Ladino (Yahudi İspanyolcası), Bulgarca, Farsça, Arapça vb. farklı dillerde ya da Yunan harfli Türkçe ya da Ermeni harfli Türkçe gibi aynı dilde ama farklı alfabelerde üretilmiş olan benzer metinlerin birbiriyle olan alışverişini gözler önüne seriyor. Örneğin, Türkçe'de edebi çevirinin başlangıcı olarak kabul edilen Telemaque'm (1859) aşağı yukarı aynı yıllarda Rumca ve Ermenice çevirilerinin de dolaşımda olduğunu öğreniyoruz. Aynı şekilde, yazar farklı dillerde çevirileri bulunan Monte-Cristo, Genoveva gibi eserlerin de modern Osmanlı edebiyatlarına nasıl katkıda bulunduğu ortaya konuyor. İstanbul'un birçok "ilk"e ev sahipliği yaptığım yine Strauss'tan okuyoruz. Ermeni Harfli Türkçe olarak yazılan ilk Türkçe roman Akabi Hikayesi (1851), yine ilk yazılan romanlardan biri Temaşa-i Dünya ve Cefakâr u Cefakeş, Şinasi tarafından Batı şiirlerinden yapılan ilk çeviri (1859), ilk Bulgarca roman Nestastna Familiya (Mutsuz Aile), bunun yanı sıra özellikle yayımladıkları tefrikalarla başta roman olmak üzere okurları yeni edebi türlerle tanıştıran süreli yayınlarla İstanbul ve İzmir'in öncü bir rol üstlendiği görülmektedir. Bu gazeteler arasında 1850 öncesinde İzmir'de yayınlanmaya başlayan ilk Fransızca, Bulgarca, Ladino, Yunan harfli Türkçe gazeteler ve İstanbul'da Ermenice, Rumca süreli yayınlar dikkat çekici. Yalnızca bu bilgi bile bugün okullarda temelde Arap Harfli Türkçe üzerinden okutulan Osmanlı Basm Tarihi derslerinin köklü bir biçimde değişmesi gerektiğini ortaya koymakta.
Üzerinde durmak istediğim iki yazı, Strauss'un sözünü ettiği Ermeni ve Yunan harfleriyle yazılmış olan ilk Türkçe romanlara ilişkin. Murat Gankara, yazısında Ermeni harfli Türkçe olarak yazılmış başta Akabi Hikayesi (1851) olmak üzere Karnig, Gülimya veDiban'm Dehşetlü VefaÜeri (1863) ve Bir Sefil £evce (1868) romanları üzerinde duruyor. Bu romanların tarihlerine dikkat ederseniz üçünün de Osmanlı/Türk edebiyat tarihlerinin ilk roman olarak değerlendirdiği Taaşşuk- ı Talat ve Fitnat (1872) ya da Intibah'tan (1876) daha önce yazılmış olduklarım fark edebilirsiniz. Gankara hem bu metinlerin ortak özellikleri üzerinde duruyor hem de söz konusu anlatıları Osmanlı/Türk romanının ilk örnekleriyle karşılaştırıyor. Bunu yaparken de romanların yazılma koşullarına ilişkin bilgiler veriyor Üçü de mutsuz bir aşk hikâyesi etrafında dönen bu anlatıların Ermeni cemaati içindeki mezhepsel ve sınıfsal gerilimlerden nasıl beslendiğini ortaya koyuyor. Gerilimler üzerine inşa edilmiş bir diğer yazı ise, uzun yıllar Yunanca bir romanın O Polipatkis'in (1839) basit bir taklidi ya da adaptasyonu olarak ele alınan Karamanlıca Temaşa- i Dünya ve Cefakâr u Cefakeş (1871) hakkında. Makalede, Türkçe konuşan Anadolulu Ortodoks bir yazarın, farklı bir kimlik söylemiyle görünürdeki benzerliklere rağmen nasıl yeni bir metin ürettiği ve bu söylemin bileşenleri ve beslendiği kaynaklar ortaya konmakta. Dolayısıyla, her iki yazı da Osmanlı-Hıristiyan edebiyatı olarak kolayca kodlanabilecek bir edebiyat içerisinde ne denli farklı dinamiklerin ve çatışma alanlarının bulunabileceğim göstermektedir. Benzer bir ideolojik farklılaşma, 19. yüzyıl Arap kültürel uyanışının önemli aydınları olan Hıristiyan kökenli iki yazarın, Rızkullah Hassun ve Ahmed Fâris Eş-Şidyâk'ın İstanbul'daki edebi faaliyetlerim ele alan makalede görülüyor. Şidyâk'ın, ilk Arapça romanın yazarı olmasının yanı sıra, İstanbul'da kurduğu El Cevâib matbaasıyla Şemseddin Sami'nin Taaşşuk-t Talat ve Fitnat'ım yayımlamış olduğunu hemen hatırlatalım. Şemseddin Sami'yle ilgili bir başka yazıda ise yine ezber bozucu bir içerikle karşılaşıyorsunuz. Bülent Bilmez makalesinde, Türkçe edebiyat tarihlerinde ilk roman yazarı, ilk sözlük yazan (Kamus-ı Türfâ) ve ilk ansiklopedi yazarı (Kamusu'lÂlâm) gibi öncü eserleriyle anılan Arnavut asıllı Sami'nin (aynı zamanda Ali Sami Yen'in de babasıdır), Arnavutluk'ta Sami Frasheri olarak tanınan kimliğinden ve yazarın Türkçe literatürde pek bilinmeyen ya da reddedilen Arnavut ulusçuluğunun kurucu metinlerinden birine odaklanmaktadır. Yazının ortaya koyduğu gibi hem Türkçenin hem de Arnavutçanın kurucu isimlerinden biri olan Sami; günümüzün herkesi tek bir ulusal kimlikle kodlayan hâkim anlayışının tersine çoğul bir kimliğe, her iki ulusal söylemin de aynı entelektüel zihinde mümkün olduğu bir geçiş dönemine işaret ediyor. Aslında Sami örneği 19. yüzyıl aydın kimliğinde bu çoğulluğun hiç de yadırganacak bir durum olmadığım da göstermektedir. Derlemede yer verilen genellikle İstanbul doğumlu ya da edebi üretimim önemli ölçüde İstanbul'da yapmış olan çoğu 19. yüzyıl yazarı; Hovsep Vartanyan, Faris Şidyak, İzmirli Ladino roman yazarı Ben Ghiat, ilk Yunanca romanlardan birini yazmış ve aynı dönemde hem Osmanlı Devleti'nde hem de yeni kurulan Yunan Krallığı'nda görev almış İstanbullu yazar Grigoris Paleologos, Ermeni şair Bedros Turyan da benzer bir çoğul kimliğe sahiptir. Derlemenin diğer yazıları ise Osmanlı edebiyatım hem türsel hem de dilsel açıdan kuşatıyor. 1858-1862 yıllarında İstanbul'da çıkan ve Bulgar Edebiyatı'na yön veren Bulgar Kitapları dergisi, Fars edebiyatının İstanbul macerası, İzmir merkezli Ladino romanlar, geç Osmanlı dönemi Kürt edebiyatı, Şemsettin Sami'nin Gave adlı tiyatro eseri, kolonyal söylemi içeren Osmanlı metinleri, 19. yüzyıl Osmanlısında tarihsel dram, Batılı metinlerin Osmanlıcaya çevrilme sorunsalı ve Rum entelektüellerin Osmanlı edebiyatına katkısı.
Derlemenin sayfaları arasında ilerledikçe Osmanlı edebiyatlarını oluşturan ilişkiler ağının ne denli iç içe geçmiş ve girift olduğunu anlıyorsunuz. Dileriz, bir ders kitabı olarak da pekâla edebiyat bölümlerinde okutulabilecek bir içeriğe sahip olan bu ezber bozucu derleme çokça okunur ve tartışılır.