2010'dan Akılda Kalanlar

2010'dan Akılda Kalanlar

Acısıyla tatlısıyla bir yılı daha geride bıraktık. Bu bir yıl zarfında dünyada meydana gelen olayların bilançosunu çıkarmak, uluslararası sistemde yaşanan değişimleri anlayabilmek ve gelecekte karşılaşılabilecek sorunları doğru okuyabilmek için gerekli. Geçtiğimiz yıl yaşanan pek çok olayın etkilerinin yenilir yutulur cinsten olmaması böyle bir hesabın çıkarılmasını daha da anlamlı kılıyor. Söz konusu olaylar ve yarattıkları etkilerin gelecek yıllarda karşılaşacağımız sorunları derinden etkileyecekleri açık.

Elbette bir yıl içerisinde gerçekleşen olayların tamamını kısa bir yazıya sığdırabilmek mümkün değil, fakat etkileri bakımından önemli olayları hatırlayarak hafızalarımızı tazelemek bile değişimin ne yönde olduğunu görmemiz açısından yeterli olacaktır. Gelişmeleri hatırlamaya ve değişimi anlamaya çalışırken, Türkiye’nin bu tablo içerisinde nerede ve nasıl durduğunun analiz edilmesi ise Türkiye açısından bir anlamda dış politika performans değerlendirmesi olacaktır.

Siyasi çalkantılar yılı

2010, dünyadaki mevcut çatışma ve gerginliklere yenilerinin eklendiği bir yıl oldu. Dünyanın hemen her yerinde iktidar mücadelesinden devrime, yerel çatışmalardan iç savaşa, komşular arasında yaşanan küçük krizlerden büyük ölçekli savaşlara kadar farklı düzeylerde pek çok soruna tanık olduk. Hafızalarımızı fazla zorlamadan aklımızda kalan sorunlardan bazılarını şu şekilde sıralayabilmek mümkün: ABD’de Obama yönetiminin etkinliğini yitirmeye başlaması, Kırgızistan’da devrim, Kuzey ve Güney Kore çatışması, İran’a uygulanan yaptırımlar, Yunanistan’da iç karışıklıklar, Türkiye- İsrail gerginliği ve yılın son günlerinde hep birlikte tanık olduğumuz Fildişi Sahili’nde çatışmaların iç savaşa dönüşme ihtimali. Listeyi elbette uzatmak ve dünyanın farklı bölgelerinden çok sayıda örnek vermek mümkün. Fakat, uluslararası ilişkilere etkileri bakımından, hiç kuşkusuz üzerinde en çok durulması gereken olay, yılın sonuna doğru ortaya çıkan Wikileaks belgelerinin dünya kamuoyuyla paylaşılmasıdır.

Bugüne kadar benzerine rastlamadığımız ve şekillenen yeni dünyanın çerçevesine işaret eden bu krizin uluslararası ilişkilerin seyrini ve gelecek yıllarda diplomasi sanatının yürütülmesini derinden etkileyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Belgelerin kamuoyuyla paylaşılmaya başlamasıyla birlikte, İtalyan Dışişleri Bakanı Franco Frattini’nin olayı “Diplomasinin 11 Eylül’ü” olarak nitelendirmesi ve bu nitelendirmenin uluslararası alanda kabul görmesi olayın önemini anlamak açısından başka söze gerek bırakmıyor. Bugüne kadar sadece devlet adamları ve bürokratlar tarafından iç yüzleri bilinen çok sayıda olayın tüm açıklığıyla gözler önüne serilmesinin yarattığı ‘wiki-tsunami’nin izlerinin 2011’de de hissedileceği ve gündemi epeyce meşgul edeceği açık.

Dünyanın siyasi gidişatını anlamak için uluslararası alanda meydana gelen gelişmelere, küresel güç ABD’de yaşananları da eklemek gerekli. Bu ülkede ‘değişim’ iddiasıyla iktidara gelen ve hem dünyada hem de kendi ülkesinde büyük umutlar oluşturan Barrack Obama için 2010’un pek de iyi geçtiği söylenemez. Kendisinden beklenenleri karşılama konusunda başarılı gözükmeyen, içeride ve dışarıda yoğun eleştirilere maruz kalan Obama’nın, Rusya’ya füze indirimi anlaşması imzalatması, İran’a yönelik yaptırımlar konusunda Rusya ve Çin’i ikna etmesi ve son olarak füze kalkanı projesini NATO’nun Lizbon Zirvesi’nden geçirmeyi başarması sıklıkla gözden kaçıyor. Uluslararası alandaki bu ‘başarılan’, her zaman büyük ölçüde iç ekonomik gelişmeleri öncülleyen Amerikan halkı nezdinde pek de etkili olmuyor. Nitekim, 2 Kasım 2010’da yapılan ara seçimlerde Cumhuriyetçiler, Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ele geçirirken, Senato’da da Demokratlarla aralarındaki farkı büyük ölçüde kapattılar. Bu durum, yani Kongre’deki gücünü kaybeden Obama’nın Amerikan siyasi literatüründe zayıf ve arkasında Kongre desteği olmayan başkanlar için kullanılan ‘topal ördek’ konumuna düşmesi, önümüzdeki dönemde sadece ABD’yi değil, tüm dünyayı etkileyecektir. Yukarıda başarı olarak sayılan politikaların uzun vadeli sonuçlarını henüz kestiremediğimiz ve ayrıca Afganistan’da gidişatın pek de iç açıcı olmadığım bildiğimiz için 201 l’de ABD’yi uluslararası alanda zorlu bir yılın beklediğini tahmin etmek de çok uzmanlık gerektirmiyor. Uluslararası alanda eh zayıflayan bir ABD ise yakın geçmişte hep daha fazla yerel krizlere işaret etmiştir.

Öte yandan, Rusya’nın Kırgızistan’da geçen yıl yaşanan ‘devrim’ sonrasında kurulan geçici yönetimi hızla tanıması ve destek için bölgeye asker göndermesi Orta Asya’da değişen güç dengeleri açısından önemli bir gelişmeydi. Benzer şekilde, geçen yıl Türkiye- Ermenistan yakınlaşmasına paralel olarak Rusya-Azerbaycan arasında bir dizi anlaşma imzalanması, 2008 Ağustosu’nda yaşanan Rusya-Gürcistan savaşıyla birlikte değerlendirildiğinde Kafkaslarda devam eden güç mücadelesinin hızım kaybetmediğini bize bir kere daha hatırlattı. 2010’da bölgesel veya küresel nitelikte alman kararlar açısından düşünüldüğünde Rusya’nın etkisinin gözle görülür ölçüde arttığı açık. Nitekim gerek İran’a uygulanacak yaptırımlar konusunda, gerekse de füze kalkanı konusunda ABD’nin Rusya’nın işbirliğine ihtiyaç duyması bu gelişen etkiyi görebilmemiz bakımından dikkat çekici gelişmeler oldu.

2011 yılında doğal afetler yarattıkları ekonomik
maliyetler ve toplumsal travmalar açısından
izlenmeliler. Son yıllarda etkileri ve sıklıkları
artan afetler artık siyasi sonuçlar da doğuracak
noktaya geldiler.

Yılın son aylarına denk düşen ‘Füze Kalkanı’ tartışmaları ve NATO’nun Yeni Stratejik Konsepti’nin yansımalarını önümüzdeki yıllarda daha yakından göreceğiz. NATO’yu uluslararası alanda daha da etkin bir konuma taşımayı hedefleyen Yeni Stratejik Konsept, Türkiye’nin yakın çevresine odaklanması ve yeni tehdit algılamalarım gündeme getirmesi bakımından da önemli.

Öte yandan, Füze Kalkanı tartışmalarına giden yolda Türkiye ve Brezilya’nın, BM Güvenlik Konseyi’nin bu ülkeye daha fazla yaptırım konusunda yapacağı oylama öncesinde İranlı yetkililerle bir araya gelerek, genel çerçeve konusunda anlaşmış olan BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerini bir anlamda açığa düşürecek bir anlaşmaya imza atmalarının uluslararası alanda bir başka evrime işaret etmekte olduğu genel kabul görüyor. Son bir kaç yıldır yaşanan küresel ekonomik krizin de etkisiyle dünyada ekonomik ve siyasi alanda yükselişe geçen farklı ülkelerin olduğu artık herkes tarafından kabul edilen bir olgu haline geldi. Fakat bu ülkelerin uluslararası sistemde oynayacakları roller ve üstlenecekleri sorumluluklar henüz net değil. Tabii nihai olarak dünya siyasi ve ekonomik karar vericiler liginde herhangi bir değişimin yaşanıp yaşanmayacağı da! Açık olan, önümüzdeki birkaç yıl içerisinde uluslararası sistemin II. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen yapısında önemli değişimlerin beklenmesi gerektiği.

Bu çerçevede, gelecek yıl içinde uluslararası sistemdeki değişimleri anlayabilmek açısından Ortadoğu’nun bitmek bilmeyen güç mücadeleleri, Avrupa’da AB’nin yönetim zafiyetleri ve üye ülkelerin iç sorunları, Asya’da sıcak tanışmaya dönüşme potansiyeli taşıyan gerilimler, Kafkaslarda yaşanan sorunlar, Afrika’daki iç çatışmalar ve parçalanma olasılıkları ile ABD’nin ekonomik ve siyasi evrimi yakından izlenmeli.

Ekonomik krizler ve doğal afetler 2010’un bilançosunu ortaya koyarken sadece siyasi değil, ekonomik olaylara da değinmek gerekiyor. Nitekim uluslararası sistemde söz sahibi olabilmenin temelinde ekonomik güç yatıyor. 2010 yılının hiç tartışmasız en büyük kriz alanlarından birini ekonominin oluşturduğu ve bu krizden en çok etkilenen bölgelerin başında da AB’nin geldiği ortada.

Dünyayı derinden sarsan ekonomik krizin Avrupa’ya yansıması geçtiğimiz yıl öncelikle Yunanistan ve İrlanda üzerinden gerçekleşti. Borç batağındaki Yunanistan’ın iflasın eşiğine gelmesi, akabinde İrlanda’nın benzer bir süreçle karşılaşması AB’yi olumsuz etkileyerek, içine kapanmasına neden oldu. AB’nin çözüm üretme konusundaki yavaşlığı ve yetersizliği IMF’nin de devreye girmesiyle kısmen aşıldıysa da, AB’nin gerek ekonomik gerek yönetim anlamındaki zaafiyetleri bir doğa olayında açıkça ortaya çıktı. Bulundukları yerlerde günlerce mahsur kalan pek çok kişinin hatırlayacağı üzere, geçtiğimiz yıl İzlanda’da patlayan Eyjafjallajokull Yanardağı’nın yarattığı çevre felaketi AB’nin bitmeyen sorunlarını bir kere daha vurguladı: Karar almada yetersizlik ve bürokratik beceriksizlik. Bu ve benzeri krizlerde AB’de ortaya çıkan kararsızlık hali, kısa sürede önü alınabilecek sorunları önce krize dönüştürüyor, sonrasında da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bu çerçevede AB’nin 2011’de sorunlarıyla başa çıkmada göstereceği performansın uluslararası sistemin geleceğindeki yerinin belirlemesinde önemli olacağını söylemek mümkün.

Dünyada yaşanan ekonomik krizin diğer bir etkisi hiç kuşkusuz BRIC olarak adlandırılan Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in yükselişi oldu. Bu güçlerin yükselişi bir taraftan uluslararası ekonomik sistemin işleyişini etkilerken, diğer taraftan ekonomik olarak güçlerini arttıran ülkelerin yeni konumlarını siyasi alana da tahvil etmek istek ve beklentilerini artırıyor. ABD’nin yıldızı parlayan bu güçler karşısında 2011 ve sonrasında izleyeceği stratejinin bir kenarda oturup sessizce gözlemek olmayacağı açık. Ne tür tepkiler vereceğini ise 2011 ve sonrasında göreceğiz.

2011’de yılında dikkatle izlenmesi gereken bir başka konunun da doğal afetler olması gerektiği kanaatindeyim. Nitekim yarattıkları ekonomik maliyetler ve toplumsal travmalar açısından incelendiğinde, göz ardı edilmemesi gereken doğal afetler, son yıllarda etkileri ve sıklıklarım artırarak, artık siyasi sonuçlar da doğuracak noktaya geldiler. 2010’da Pakistan’da yaşanan sel, Haiti ve Şili’de yaşanan depremler ve Avrupa’da yaşanan yanardağ felaketlerinin ekonomik maliyetlerinin milyar dolarlarla ifade edilmelerinin yanı sıra, ölen insanların sayısının da yüz binlere ulaşması konunun ciddiyetini gösteriyor. Üstelik her birinde ilgili ülkeler açısından siyasi krizler doğal felaketleri takip etti. Gelişen dünyada artık kimse doğa olaylarının sorumluluğunun hükümetler üstü güçlere atfedilmesini kabullenemiyor. Küresel ısınmayla birlikte sıklıkları artan bu tür felaketlerin gelecek yıllarda klasik devlet yapılanmaları için önemli bir meydan okuma olarak ortaya çıkacağı artık görülüyor.

Türkiye dış politikasında küresel ve bölgesel alanda daha etkin olma arzusuyla pek çok soruna müdahil olurken, bunların beraberlerinde getirdikleri riskleri de yaşıyor. Geçen yıl Türkiye’ye gelen 96 Dışişleri Bakanı ve bunlara karşılık Dışişleri Bakanı düzeyinde gerçekleştirilen 81 resmi ziyaret sayısal olarak elbette önemlidir.

Türkiye bu tablonun neresinde?

Dünyada yaşanan tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin nerede ve nasıl durduğunun değerlendirilmesi ayrı bir gündem maddesi. Geçen yıl içerisinde attığı diplomatik adımlarla, Wikileaks belgeleri de dahil olmak üzere adından çok söz ettiren Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde geldiği nokta kuşkusuz büyük ölçüde Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun politikaları açısından değerlendirilmelidir. Nitekim yeni yıla kısa bir süre kala Davutoğlu’nun Türk dış politikasının son bir yılını değerlendirdiği bir toplantıda ortaya koyduğu ilkelerden ilkinin “Türkiye’nin küresel aktör olarak görünürlüğünü arttırmak” olduğu göz önüne alındığında bunun doğruluğu ortaya çıkacaktır. “Stratejik işbirliği alanlarım tahkim etmek ve güçlendirmek”, “bölge ve komşu ülkelerdeki etkinlik alanlarını genişletmek” ve “yeni bölgelere açılmak” olarak sıralanan diğer ilkelere bakıldığında, Türkiye’nin geçtiğimiz yıl giriştiği arabuluculuk rolleri, açılan yeni diplomatik temsilcilikler, imzalanan vize veya serbest ticaret anlaşmaları ve benzeri politikaların hedefini anlamak daha kolaylaşıyor. Fakat izlenen stratejilerde üzerinde durulması gereken önemli bir diğer husus da, atılan her yeni adım önemli bir başarı olarak sunulduğu için beklentilerin sürekli artıyor olması. Bu da arzulananlar kısa sürede gerçekleşmezse-ki uluslararası alanda nadiren beklentiler arzulanan zaman diliminde gerçekleşir-yoğun beklentileri derin hayal kırıklıklarının takip etmesi kaçınılmaz olur.

Dışardan bakıldığında çeşitli alanlarda başarıdan bahsetmek mümkün iken, bir takım konularda da izlenen politikanın Türkiye’yi mevcut durumun gerisine düşürdüğünü söylemek gerekiyor. Bu olayların başında ABD-İsrail-İran üçgenindeki gelişmeler özellikle dikkat çekiyor. Her ne kadar 2009’a ait bir konu olsa da Türkiye- Ermenistan-Azerbaycan üçgeninde yaşananları da buraya dahil etmek mümkün. Nitekim, 2010’da atılan adımlara rağmen Türkiye- Ermenistan ilişkileri, iki ülke arasında imzalanan protokoller sonrasında yaşananların oluşturduğu olumsuz havanın etkisinden hala sıyrılamadı. Wikileaks belgelerinde bir kere daha ortaya çıktığı gibi, bu süreçte Azerbaycan’la yaşanan gerilim de, kamuoyunda hissedilenden çok daha derine gidiyor ve iki ülke ilişkilerinde geçmişte çokça sözü edilen “bir millet-iki devlet” söylemini sorgulamaya açıyor.

Türkiye dış politikasında küresel ve bölgesel alanda daha etkin olma arzusuyla pek çok soruna müdahil olurken, bunların beraberlerinde getirdikleri riskleri de yaşıyor. Zirve ve uluslararası toplantı gibi nedenler dışında doğrudan ikili ziyaretler çerçevesinde geçen yıl Türkiye’ye gelen 96 Dışişleri Bakanı ve bunlara karşılık Dışişleri Bakam düzeyinde gerçekleştirilen 81 resmi ziyaret sayısal olarak elbette önemlidir. Fakat karşılıklı ziyaretlerin küresel etkiyi otomatik olarak beraberinde getirdiğini düşünmek yanıltıcıdır. Yine de Türkiye’nin uluslararası alandaki görünürlüğünün son yıllarda arttığını ve bunun 2010’da devam ettiğini söyleyebiliriz.

Sadece son bir yılın bilançosuna bakarak uluslararası sistemin değişimini tümüyle anlayabilmek ve yönünü kestirebilmek elbette mümkün değil. Fakat Soğuk Savaş sonrası dönemde oluşan tek kutuplu dünya düzeninde yaşanan olayların, Batı’nın görece üstünlüğünü yitirmeye başlamasına ve uluslararası sistemde farklı güçlerin yükselişe geçerek çok kutuplu bir dünya düzenine doğru evrilmekte olduğuna dair işaretler güçlenerek devam ediyor. Gelişmeleri 2011’de de hep birlikte izlemeye devam edeceğiz...