Türkiye’nin kadın hakları konusunda önemli mesafeler kat etmesine rağmen toplumdaki mevcut kadın-erkek eşitsizliğinin bir yansıması olarak bu haklar ya tamamen kullanılamamakta yada bu hakların kullanımları kısıtlı kalmaktadır. Nitekim Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından hazırlanan Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği indeksinde Türkiye 71. sırada yer bulabilmiştir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hakim olduğu bir ortamda kadınların şiddete maruz kalması, eğitim haklarından yararlanamaması veya iş gücüne eşit katkıda bulunamamaları—ki bunlar Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre Türkiye’deki kadınların karşılaştığı başlıca sorunları teşkil etmektedir—hiç birimizi şaşırtmaması gerekiyor. Zira tüm bu konularda kadınların toplumdaki konumlarının iyileştirilmesi toplumdaki cinsiyet eşitliği algısı ile sıkı sıkıya ilişkilidir.
Kadına karşı olumlu olmayan toplumsal algıyı ortaya çıkarmak ve bu algının zaman içerisinde nasıl değiştiğini gözlemlemek için Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi direktörü Doç. Dr. Mary Lou O’Neil ve Yrd. Doç. Dr. Aslı Çarkoğlu her yıl Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması yapmaktalar. Araştırmanın amacı—adından da anlaşıldığı gibi— kadının toplumdaki gerçek konumundan çok, algılanan konumunun açığa çıkarılması. Örneğin araştırma, kadınların 2017’de yüzde kaçının işsiz olduğunu değil, kadınların ev dışında çalışmalarının nasıl algılandığı üzerinde durmaktadır. 18 yaş üstü 1216 kişiyle yapılan anket çalışmasını kapsayan araştırma, kadın ve toplumsal cinsiyet algılarını farklı kategorilere ayırarak değerlendiriyor.
Araştırmaya göre, hem erkeklerin hem de kadınların yarısından fazlası toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile ilgili gördükleri öncelikli sorunun kadına karşı şiddet olduğunu belirtmiştir. Öyle ki ikinci sırada yer alan işsizlik, kadına yönelik şiddetten sonra kadınların sadece % 12’si erkeklerin de % 9’u tarafından problem olarak görülmektedir. Şiddet ve işsizlik arasındaki bu istatistiki fark, kadına yönelik şiddetin Türkiye toplumunun zihninde ne kadar kalıcı izler bıraktığının bir göstergesi olarak okunabilir. Ancak kadına yönelik şiddeti önleme amacı taşıyan birçok sivil ve devlet girişimi olsa da bu problem Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasının önünde duran en büyük ve aşılması en güç engellerden birisi olmaya devam edecektir. Çünkü kadına yönelik şiddet, kadın ve erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkilerin bir sonucu olarak sosyal, ekonomik ve politik ilişkilerin erkek lehine dengesiz olmasından kaynaklanmaktadır. Bununla beraber, aile içi şiddeti boşanma için yeterli görenlerin oranı kadınlarda %78 erkeklerde %70’ler civarındadır ve bu da aslında kadına yönelik şiddetin tolere edilmeyeceğine karşı küçük de olsa bir umut vermektedir.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğin perçinlenmesinde kadın ve erkeğe atfedilen cinsiyet rolleri büyük bir rol oynamaktadır. Biyolojik cinsiyetin toplumsal cinsiyete dönüşmesi ve bu ilişkiler ağının tekrar tekrar üretilmesi kadın ve erkeğin toplumdaki oynadıkları rollerle alakalıdır. Kadının cinsiyetinden dolayı ev işlerini üstlenmesi uygun görülürken erkeğin dışarıda “ekmek kazanan” ve ailenin ekonomik bekasını sağlayan birey olarak algılanması iş bölümünü cinsiyetçi bir hale getirmektedir. Neyse ki erkeklerin yarısı “çamaşır ve bulaşık” işleri gibi ev işlerini eşler arasında paylaşılması gerektiğini ve % 43,2 ise ailenin reisinin kadın olabileceğini düşünmektedir. Ancak erkekler, alış-veriş ve tamirat gibi belli bir süreyi kapsayacak ve görünürlülüğü yüksek olan işler dışında ev ile ilgili diğer sorumlulukları nadiren almaktadır; yemek, temizlik, bulaşık ve çamaşır gibi işlere yardım eden erkeklerin oranı % 10’u geçmemektedir. İş bölümünün bu denli keskin şekilde ayrılması kadınların ücretli iş gücüne katılmasını da etkilemektedir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre kadınların sadece % 31,5’i ücretli iş gücüne katılmaktadır. Evdeki sorumluluklarından dolayı işi bırakan kadınların oranı % 26,6 olup bu oran hiç de azımsanacak bir oran değildir. Burada belki de üzerine düşünülmesi gereken soru şudur: Erkeklerin yansının çamaşır ve bulaşık gibi kadınlara atfedilen işlerin dahil paylaşılması gerektiğini düşünürken neden sadece % 10’u bu işleri yapmaktadır?
Bu eğilim çocuk bakımında da kendini göstermektedir. Erkekler, çocuklarının oyun gibi sosyal ihtiyaçlarında daha fazla rol alırken, yedirme, uyutma ve alt değiştirme gibi daha çok biyololojik ihtiyaçlarda erkeklerin sadece % 5 ila % 10’u kendi çocuklarının bakımını üstlenmektedir, işin ilginç tarafı, bu tür ihtiyaçların büyük bir kısmının kadın tarafından karşılanmasına rağmen, ankete katılan erkeklerin % 28,3’ü çocuk bakımına yaptıkları katkının yeterli olduğunu düşünmektedir. Çocuk bakımında sosyal ve biyolojik ihtiyaçların karşılanmasının cinsiyete göre ayrılması erkek/akıl- sosyal ve kadın/duygu-nurture dikotomisinin toplumsal zihinde hala canlı olduğunu göstermektedir.
Diğer bir tartışmak konu ise kürtaj meselesidir. Türkiye’de kürtaja karşı hala güçlü bir tutumun olduğu görülmektedir. Öyle ki Nüfus Planlaması Yasası’nın 10. haftaya kadar olan gebeliklerde anneye isteğe bağlı olarak kürtaj yapmasına izin vermesine rağmen kürtajı bir aile planlaması yöntemi olarak görenlerin oranı sadece % 17’dir. Bu oranın düşük olmasını sağlayan sebeplerden birisi kürtajın toplumumuzda hala dini ve kültürel motiflerle beraber düşünülmesi ve günah olarak algılanmasıdır. Bu bağlamda kürtajın yasaklanmasını isteyenlerin oranı % 50 civarındadır. Buna karşılık, tecavüz, ensest ya da tıbbi bir zorunluluk sonucu oluşan gebeliklerin kürtaj ile bitirilmesine onay verenlerin yüzdesi % 64’ü bulmaktadır.
Bir diğer çarpıcı sonuç ise kadınların % 45’nin “feminizm” kelimesini daha önce hiç duymamış olmasıdır. Bu kelimeyi daha önce duyan kadınların yarısından fazlası ise feminizmi kadınların erkeklerden daha üstün olma durumu olarak anlamaktadırlar. Dahası kadın- erkek eşitliğinin başarılmasında en az kadınlar kadar önemli rolleri olan erkeklerin % 24’ü erkeklerin feminist olamayacağına kanaat getirmektedir. Feminizmin kelimesinin toplumdaki bu negatif algısı siyasi tercihlere de yansımaktadır. Araştırmada katılımcılara yöneltilen “Seçim sezonunda çok benzer özelliklere sahip bir erkek ve bir kadın cumhurbaşkanı adayı var. Bu durumda hangisini tercih ederdiniz?” sorusuna erkeklerin sadece % 36’sının kadın adaya oy vereceğini belirtmiştir. Bu tutum, siyasetin hala “erkek işi” olarak algılandığını göstermektedir. Siyasi, ekonomik ve kültürel kapitalden kadınları yoksun bırakan patriarkal sistem bu nedenle bir bütün olarak düşünülmeli ve toplumsal cinsiyetin sağlanmasının bu üç saç ayağında eş-güdümlü değişimlere bağlı olduğu unutulmamalıdır.
Araştırmaya göre bahsettiğimiz tüm bu sorunları besleyen kadın- erkek eşitsizliğinin bir problem olduğunu düşünenlerin oranı % 70 civarında. Bu oran aslında bizlere şu sonucu vermektedir: başta kadınlar olmak üzere herkes toplumsal cinsiyet normlarının kadınların toplumdaki statülerin düşürdüğünün bir şekilde farkında. Toplumun büyük bir kısmı cinsel ve cinsiyete dayalı şiddeti benimsemiyor, ev işlerinin eşler arasında eşit bir şekilde paylaşılması gerektiğini düşünüyor, siyasette daha fazla kadının olmasını gerektiğini söylüyor, ve kadınların ücretli işte çalışmalarım ve erkeklerle eşit ücret almalarını istiyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik bütün bu algıların hayata geçirilmesinin önündeki engeller nelerdir? Ve bu engeller nasıl aşılabilir? Öyle görünüyor ki bu engellerin aşılması, evlilikten, iş hayatına, kullanılan dilden, günlük hayatta davranış biçimlerine kadar toplumda var olan bütün ilişki ağlarının cinsiyet eşitliği üzerine yeniden inşa edilmesine -eğer edilemiyorsa- bunun için yapılan çalışmalara bağlıdır.
Umulur ki 2018’deki Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması, üzerinde durduğumuz bu sorunlar üzerinde bize ilerleme kaydedilmiş sonuçlar getirir.
Raporun tamamına merkeze ait web sitesinden ulaşabilirsiniz.