Akdeniz: Bizim Deniz, Bizim İnsan, Bizden Biri

Akdeniz: Bizim Deniz, Bizim İnsan, Bizden Biri

BİR EVLİYAYA

 

İlhan Koman, ki tıraşsız heykeltıraş

Uçmağa doğru sakallı...

Elinde bombalarla bebekler

Heykel gibi olmayan heykeller,

Taşınırdı garip maacir

Güneyinden Kuzeyine Kutupların

Battı batacak teknesiyle

Varmak için Edirne'ye

Selimiye’ye…

CAN YÜCEL

 

İstiklâl Caddesi'nde faaliyet gösteren Yapı Kredi Kültür Sanat'ın yenilenen binası 12 Eylül 2017'de küratörlüğünü Dr. Necmi Sönmez'in üstlendiği açılış sergisi Sarmal ile kapılarını yeniden ziyaretçilerine açtı. Bina Galatasaray Meydanı'na bakan cam cephesinin üçüncü katında İlhan Koman'ın Akdeniz heykeline ev sahipliği yapıyor. Atlattığı badirelerin ardından -İsrail protestoları sırasında kolu kanadı kırılmıştı- kendini onardı ve umuyoruz ki artık güvende.

Almanya'da yaşayan küratör ve sanat eleştirmeni Necmi Bey ile Eylül başında evimizi ziyareti esnasında tanışmıştık. Eşimin sevgili dayısının heykelinin yer alacağı serginin açılışına katılmamız arzusundaydı. Henüz tanışmış, hızla koyulaşan sohbet ve ortak dille, daha ilk kahvelerimiz bittiğinde ısınıvermiştik birbirimize. Açılış gecesi tekrar görüştüğümüzde, özenle sergilenen, birbirinden özel sanat eserlerinin aurasında etkileyici bir deneyim yaşadık.

Koman'ın sanat yolculuğunda "demir çağı" olarak adlandırdığı dönemin önemli eserlerinden biri Akdeniz... O dönemde kaynak tekniğini bırakmış, atölyede optik kesici makineyle şablonlardan üretme tekniğini kullanmaya başlamıştı. Dörtbuçuk ton ağırlığında dilimli demir levhalardan oluşan beyaz renkte bir kadın figürü Akdeniz. Koyu maviden açık maviye geçen renkte olmasını istemiş anıt heykelinin ilhan Koman; ancak istenen özellikte boya bulunamadığından beyaz olmuş. Yüksekte, ardından gökyüzü veya deniz göründüğü bir yerde hayal ettiğinden düşlemiştir belki bu renkleri. Beyaz bir kadın figürü, kollarını yana açmış insanlığı kucaklamak ister gibi. Bu coğrafyanın insanı gibi, denizi gibi, doğası gibi gönlü geniş ve bütünleyici. Yaratıcısı gibi barış meşaleli, bir olma hayalcisi. Akdeniz'in ılık sularını, kıyıya uzanan köpüklü beyazlarını, irili ufaklı deniz kabuklarıyla ayaklarınıza taşıyor. Bir soğuk metal kâh insanlaşıyor ısıtıyor, kadınlaşıyor sarıp sarmalıyor, kâh tinselleşiyor; taşıdığı incelikli ruhla izleyicisini dünyevilikten uzaklaştırıyor. Heykelin insancıllığı... Her anlamda çekici.

Taştan kile, ahşaptan demire... Polihedronlardan sonsuzluk-eksi- bir'e, hiperformlardan pi'lere... Bir izleyici olarak eserlerinde yol alırken, kullandığı teknik ve malzemeler... eserlerinden taşan matematik ve geometri... sınırsız, köşesiz, kalıpsız sanat anlayışı, bir sanatçıyla mı karşı karşıyasınız, bir bilim insanıyla mı? Şaşkına çeviriyor sizi. Yaygın görüş bilim ve sanatı birbirinden ayırır. Bir ustayı, bir dehâyı anlamaya çalıştığım bu yolculukta, bilim ve sanatın yakınlığına olan inancım tazeleniyor. Bilim ve sanat sırt sırta değil yüz yüze bakan iki iyi dost, iki ortak. Birbirinden besleniyor, dayanışıyor, ödünç alıyor-veriyor, etkileşimle el ele büyüyor. Hatta aralarından su sızmıyor. Sanatçımız da bu ikiliyle çok özel bir ilişki geliştirmiş, öyle görünüyor... Ürkütmemiş, birini diğerine yendirmemiş, ikisinin de haklarını gözetmiş, küstürmemiş. Onlar da sırlar ve sonsuz imkânlarla dolu evrenlerinin kapılarını açmışlar Evliya'ya, bu dünyadan gelip geçen bir güzel ruha.

Tasarım ve mekaniğe olan ilgisi henüz çocuk yaşlarda kendini göstermiş. Gemi modelleri yapan, tahta yontan, vida-cıvatayla oynayan, eşyaları -mesela bisikleti- parçalarına ayırıp birleştiren, bozmaya-yapmaya-çizmeye meraklı bir ruh. Annesi hem sanatçı, hem savaşçı bir kadın. Çok güzel yağlı boya resimler yapar, piyano çalarmış. Diğer taraftan o yıllarda kadın haklarını savunan güçlü bir kişilik. Sanat yeteneğini annesinden aldığını ifade eder, annesinin yaptığı el işlerini çok beğenirmiş sanatçımız. Anneannenin işlediği el emeği, göz nuru yastık ve örtüleri gören biri olarak aynı zevk ve el işi yeteneğinin kayınvalideme de aktarılmış olduğunu söyleyebilirim. Her iki kardeşin de sesleri güzelmiş. Ağabeyinin çok güzel opera aryaları söylediğinden bahseder kayınvalidem. Ondan mıdır bilmem, Akdeniz bana yalnızca bir heykel değil, dağlarda tepelerde rüzgârla yol alan bir şiirin, bir aryanın, "Nessun dorma"nın ete kemiğe bürünmüş hali gibi görünür. Bir heykelde vücut bulan evrenin denklemleri ve henüz dile gelmeyen hisleri... Rüzgârını, ıslığını, dalgasını beraberinde getiren bir deniz heykel. Güçlü, yapıcı, verici, kucaklayıcı bir deniz anne, bir sevgili, bir kız çocuğu. Dünyanın tüm kirini yok edebilecek, dimdik, saf bir deniz kadın. Hayallerimizi dinleyen bir deniz tanrıça. Sertte yumuşaklık, soğukta sıcaklık hissettiren bir deniz büyücü. "Ne olursan ol gel" diyen kültürün deniz evliyâsı.

Sanat yapıtında görmeyi beklediğim içerik, son halkası yeni geleni karşılamak için hep açık olan bir zincirin parçası olmalıdır. Tıpkı ilim kavramları gibi. Velhasıl, diğer'i içine alan bir sanat yapabilmeyi isterdim.

İlhan Koman bir deniz tutkunu. 1958'den sonra İsveç'te yaşamış. 1905 İsveç yapımı Hulda isimli tekneyi 1965 yılında eşi Kerstin'le satın alarak yaşamak ve çalışmak amacıyla restore etmiş. 375 metrekarelik bir tekne, ki ev denilmesinden de hiç hoşlanmazmış. İsveç'te yaşama sebebiyse "gönüllü sürgün" kendi deyimiyle. Kuzey denizlerinin soğuk sularında seyretse de, sanırım Akdeniz'in sıcak sularıdır düşlerinde. Yabancı olmak zordur başkalarının memleketinde. Gönüllü de olsa sürgün sürgündür işte. Onlardan değilsin bir kere. Belki de bu hislerle kucak açmıştır memleket kıyılarından, soğuk sularda kâh seyir eden, kâh demirleyen kendisine, Akdeniz'le.

Herkesi eşitleyen, insan ayırmayan bir sanatçı olarak, toplumun yabancılara karşı davranış biçimini eleştiren tepkisini göstermekten alıkoyamaz kendini, İsveç Parlamentosu'na asılan devlet amblemini yapan sanatçı, küçük bir kâğıda "Sizin devletin alameti farikasını da bir karakafalı yaptı" diye yazıp içine sıkıştırır. Bu kadardır tepkisi, çocukça masum.

Türkiye, Fransa ve İsveç'te geçen kısa bir hayata rağmen üretimi ve yaratımıyla yalnızca bugüne değil zamanının çok ötesine uzanan özgün üslûp ve insancıl değerlerle bezeli eserler... Mimari, resim, heykel ve diğer sanatları bir arada yoğuran, ilham verici biçimsel yaklaşımlar... Bilimin ilkeleriyle kaynaşmış ve bilimsel değerleri patent alarak kayıt altına alınmış araştırmalar, icatlar, matematiksel yenilikler... "Türk Da Vinci'si" olarak anılan bir sanatçı.

Meydanlarda, açık alanlarda geniş kitlelere ulaşacak sanat yapıtları üretmesi, kapsayıcı karakterinin izleri olmalı. Ağaçtan, sert demirden eğip büküp sonsuzluğa uzanan dalgalar yaratabilmekse ancak zihin ve ruh esnekliğinin yansımaları... 15 Mart 1981 tarihli Milliyet Sanat dergisinde Güneş Karabuda'nın kendisiyle yaptığı röportajda şunları söyler:

Bir nesnenin sanat olması için, has, öz, gerçek olması gerekir. Sanatta tek ölçü budur. Sanatın, kopya, özenti, taklit olmayan, kendi kendine bir olay olması gerekir. Bu, küçük veya büyük de olur, obje de eşya da olur, figüratif veya non-figüratif de olur. Bütün sorun tek ve gerçek olmasıdır... Bir de Racine'in sanat tarifi vardır: Sanat, hiçbir şeyden bir şey yapmaktır. Ben bazen çalışmamdan memnun olmayınca, kendi kendime küfür ve alayla Racine'in lafını tersyüz edip, şimdi birşeyden hiç bir şey yaptın be mübarek adam, derim. Aslında sanat bence insanın bilinmeyene doğru çıktığı serüvendir. Sanatçı devamlı kendisini yenileyebilmelidir.

Yine aynı sayıda Abidin Dino, "Kim Bu İlhan Koman?" başlıklı yazısında "Emekçi insan, yaratıcı insan, yapıcı insan, İlhan onun için ve ona çalışıyor, bence," der ve İlhan Koman'ın açık sanat anlayışını kişiliğiyle örtüştürerek maddeler halinde şöyle tanımlar:

1.Maddenin iç yapışını araştırır, bulgularını dışsallaştırır.

2.Yer çekimi yasası ile kıyasıya çekişir.

3.Yontularında basınç ve baskının daima karşısındadır.

4.Doğa-insan, insan-insan ilişkisinde yeni bir yaklaşımın peşindedir.

5.Dikey biçimlerin dirilik gücüne dayanarak, ölümün yataylık eğilimine meydan okur sürekli.

6.Çağımızın çelişkilerini yansıtır, derinlemesine.

Bir matematik eğitmeni olsaydım, geometri ve çok yüzeyli formlar anlatırken eserlerinden yararlanırdım derslerimde. Çocuklar için şaşılacak kadar ilham verici ve zihin açıcı olurdu. Hiperformların, geometrik formların estetiği ufuklarını esnetirken, bu tür derslere has klişe önyargıları da yerle bir ederdi. O da yaşamın kalıplarını sorgularken, "Başka bir yol olabilir miydi?" diye sormaz mıydı?

Bulduğu yollar her nerede ve neyse, çabaladı, çabaladı ve maddeyi hafifletmeyi başardı. O yüzden eserlerini seyrederken kütleselden tinselliğe geçiyorsunuz, bir nevi ayakların yerden kesilme hali. Maddenin ruhunu bir şekilde çıkarıp, yansıtıyor. Bir "cenin" olarak adlandırdığı heykelleri, elinde gelişmiş suretlere evriliyor.

Eserlerine baktığımda, ruhun tüm hallerinden geçmiş olmalı, diyorum. En ışıksızından en nurlusuna. Akdeniz'i nasıl bir hâletirûhiyeyle yaptı, bilmiyorum. Annesi gibi güzel, naif, bir o kadar güçlü kadınları anarak mı, sıcak iklimlere memleket havasına, suyuna özlem duyarak mı, toplulukların birleşimi hayaliyle mi? Hepsi veya hiçbiri mi?

Sait Faik "Küçük şeyleri unutmayanlar, en geri hatıraları da unutmayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutmadan, her yeri, her şeyi severek öleceklerdir" der.

Kendi dilinde bizi böyle mi sevdi İlhan Koman? Akdeniz gibi sevmek, Akdeniz gibi sevilmek mi istedi? Tüm denizleri, memleketleri severek mi ayrıldı bu madde dünyasından bilmiyorum. Akdeniz'le tüm evreni kucakladığını hissediyorum. Biz Akdeniz'e gönül verdik. Vesile oldu Akdeniz üzerinden sevgili sanatçımıza da selâm verdik. Ruhu şad olsun.