“Hak ve kadın” odaklı habercilik, barış gazeteciliği, yurttaş gazeteciliği üzerine akademik çalışmalar yürüten Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sevda Alankuş ile gazeteciliğin gidişatı, yeni medyanın haberciliği ne yönde şekillendirdiği ve iletişim fakültelerinin bu doğrultuda neler yapması gerektiği üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Türkiye’de gazeteciliğin nereye gittiğini düşünüyorsunuz?
İlk olarak geleneksel haber medyasına baktığımızda bir “küçülme” görüyoruz. Çünkü internetteki sayısız kaynak nedeniyle, habercilik masa başında ve daha az gazeteci ile yapılabilir duruma geldi. Diğer yandan haberci bir kez sokağa çıktığında, artık eskisinden daha fazlasını ve tek başına yapmak durumunda. Yani söyleşisini kendisi yapacak, çekecek, canlı yayında bunu sunacak, bu arada kendi izleyicisini de kendisi bulacak, yaratacak. Bu arada teknoloji paradoksal bir sonuç da yaratıyor. Bir yandan habercileri yazılı basın, televizyon vb. kanallarındaki işlerinden ediyor, diğer yandan kendi mecrasının sahibi kılıyor ve ona kendi izleyicisini bulma imkanı veriyor. Ancak tabii bunun üzerinden, en azından Türkiye’de, henüz para kazanılmıyor. Bu açıdan bir geçiş döneminde olduğumuzu söyleyebiliriz. Öyle sanıyorum ki, önümüzdeki 10 yıl içinde, geleneksel medyanın giderek internet merkezli hale gelmesiyle taşlar daha çok yerine oturacak.
Habercilerin işinden olmalarının tek nedeni yeni teknolojiler mi?
Elbette değil. Türkiye’de medya hiçbir zaman çok sesli olmadı, belki 1990-1994 arasında bir türlü “kakafoni”nin yaşandığı dönem dışında. Ancak galiba askeri dönemler dışında hiçbir zaman bu kadar tek sesli de olmadı. Biz haber sosyolojisi çalışanlar, haberciliğin genel geçer etiği ve kodlarının hegemonyanın yeniden-üretimindeki rolünü eleştirirken, şimdilerde onların basitçe uygulanıyor olmasını bile özler olduk. Özetle, hiçbir muhalefete tahammül edilmeyen ve haber medyasının neredeyse tümünün kontrole ve sansüre tabi tutulduğu günlerden geçiyoruz. Bunun sonucu da sadece haberciliği bildikleri gibi yaptıkları için işinden olmuş, istifa etmek zorunda kalmış, haklarında sayısız dava açılmış çok sayıdaki gazeteci ile, onların yerlerini alan bazı memur- nitelikliler...
Haberciliğin “bilindiği gibi” yapılmasından söz ettiniz. Bundan kastınız nedir?
Bununla yaygın medya gazeteciliğinin dünyada ve Türkiye’de aslında hep sorunlu olan geleneksel olarak yapılma biçimini ve etiğini kastediyorum. Ancak sorun az önce de söylediğim gibi bunun bile aranır hale gelmesi. Mevcut durumda, havuz medyasının haberciliği malum. Haberin bir “olgusal gerçeğe” dayanması ve bunun doğruluk, tarafsızlık, kesinlik gibi editöryel değerlere uygun olarak verilmesi gerekirken, bakıyorsunuz, ulusal haber ajansı bile, “yapma haber” yayıyor. Diğer yandan, siyasal iktidara “muhalif” gazetelerin haberciliğine baktığınızda, çoğu durumda onların “bildiğimiz gibi” haber yapmaya devam etmeleri içimizi rahatlatmıyor. Çünkü bu, pek çoğumuzun “iyi” diye bildiği haliyle de haber aslında, 19. yüzyılın sonlarında oluşmaya başlayan, 20. yüzyılın başlarında mesleğin profesyonel ideolojisi haline gelen kod, norm ve eliğiyle, bizzat, belirli içkin sorunlar taşıyan bir anlatı türü. Örneğin, hiç olmadığı veya olamayacağı halde, “objektiflik” iddiası taşıyor. Böylece aslında, bize objektif olduğunu söyleye söyleye, hegemonik olandan yana taraflanıyor. Yine de dedim ya, haberciliğin genel geçer editöryel değerlerinin bile ihlal ediliyor olması karşısında, artık bu sorunları konu bile edemiyorsunuz.
Peki bu duruma çoğunlukla internet ortamını kullanan alternatif medya haberciliği bir çözüm olamıyor mu?
Hem oluyor hem olmuyor. Çünkü internet ortamında da, geleneksel medyada olduğu gibi tercihlerimize uygun haberleri okuyoruz. Böylelikle sosyal medyada arkadaşımız değillerse, Twitter’da karşılaşmıyorsak -ki orası daha çok tepkinin, kızgınlığın hatta nefretin açığa vurulduğu alan- kimin, neyin karşısında olduğumuzun sosyolojik bilgisine inle sahip olmadan, kendi içimize, “cemaatimize” gömülü olarak yaşamaya devam ediyoruz. Böylece, politik olarak çok kutuplaşmış olduğumuz bir iklimde, birbiri ile hiç kesişmeyen, sonsuza kadar ayrı dünyalarda yaşayacakmış gibi duran -başka tehlikeli bir kelimeyi aslında akademik referansla kullanayım- “paralel” kamular evreninde kendimizi dillendiriyor ya da orada kurduğumuz “yapay konsensüs” içinde kendimizi mutlu sayıyoruz. Ancak doğrusu bunun, zaten çok yaralanmış olan barış içinde birarada yaşama kültürünün gelişmesine herhangi bir fayda sağlayacağından emin değilim. Çünkü siyaset, radikal demokrasi kuramcılarının belirttiği gibi antagonizmalann alanı ve bunların şiddete dönüşmeden, agonistik ilişkiler çerçevesinde demokratik çözümler üretebilmesi için kamusal alanda birbirimizle karşılaşmaya devam etmemiz ve birbirimize kulak vermemiz gerekiyor. Oysa yaygın medya mevcut haliyle böyle bir kamusallığa zemin oluşturma özelliğini çoktan yitirdi. Alternatif medya ortamında ise, ne güzel neredeyse herkes konuşuyor ancak ne yazık kimse birbirine kulak vermiyor.
Yani özetle “alternatif mecraların varlığı da çoğulcu bir medya ortamı yaratmaya yetmiyor.” mu demek istiyorsunuz?
Türkiye’de nihayet böyle alternatif mecralara sahip olmak çok önemliydi ve hala önemli, ancak sorunuza yanıtım, alternatif medyanın ancak “kısmen çoğulculuk sağladığı” yönünde olacak. Bir nedeni, yukarıda belirttiğim gibi artık neredeyse herkesin konuşmaya başlaması ve kimsenin kendi cemaatinin sesinden başkasının sesine kulak vermemesi, veriyorsa da bunu “diğerkam”lıkla yapmaması. Diğerkam’hktan kastım ise, “öteki için olmak”. Bunu daha sonra açıklanın. Diğer nedeni ise, alternatif habercilik yapanların bile, daha az olmakla birlikte hani şu sorunlu olduğunu söylediğim genel geçer gazetecilik kodlan ve etiği içinde, çoğu zaman koşulsuzca taraflanmış medyanın yaptığı gibi nefret, savaş, çatışma dilini dolayısıyla en çok da seksist dili üretebilmeleri.
Akademik çalışmalarınıza baktığımızda, hak odaklı habercilik, barış gazeteciliği, yurttaş gazeteciliği gibi haberciliğin “başka" türlü yapılması için arayışı temsil eden yaklaşımlar üzerine yoğunlaştığını görüyoruz. Nedeni neredeyse özlenir hale geldiğini söylediğiniz genel geçer gazeteciliğin de sorunlu olması mıdır?
Evet öyle. Bu nedenle işte, böyle, “başka gazetecilik mümkün” diyen normatif arayışlar var. Ancak, normatif düzeyde kalmıyor bunlar hayata da geçiriliyor. Birincisi mesela Bağımsız İletişim Ağı’nı kavramsallaştırıp uyguladığı hak odaklı, kadın, çocuk odaklı habercilik. Diğeri, dünyanın çeşitli çatışma bölgelerinde kimi başarılarla uygulanabilmiş olan barış gazeteciliği. Bunların biri diğerini dışlamıyor. Hepsinin ortak bir noktası var; gazeteciliğin farklı bir epistemolojik ve etik konumdan tarif edilerek yapılması gerekliliğinden yola çıkıyorlar. Bu da şu; genel geçer gazetecilik pozitivist bir epistemolojiyle gerçeğin biricik olduğu ve tarafsızca yansıtılabileceği iddiası üzerine kuruluyor, böylece aslında “objektiflik” iddiası arkasında toplumun hegemonik güç ve iktidar merkezlerinin “gerçeklik rejiminin” dolaşıma sokulmuş olduğu gözlerden saklanıyor. Oysa alternatif habercilik arayışlarında, gerçeğin çok katmanlı, kurgusal olduğu, “olgusal olarak doğru” olduğunda bile kameranın açısına, odaklanma biçimine, seçilen sözcüğe göre farklı bir gerçekliği temsil edebileceği kabulüyle yola çıkılıyor. Haberini doğru ve kesin verilerle sunduğunda ve en az iki tarafın görüşlerini aldığında gazetecinin sorumluluğunun bittiğini varsayan mevcut kodların sorunlarına işaret ediliyor.
Örnek verir misiniz nedir bu sorunlar?
Örneğin, gazeteciler, güvenilir olduğu gerekçesiyle, haber kaynağı olarak, askeri, siyasi, bürokratik seçkinleri, emniyet güçlerinin açıklamaları ile belgelerini kullanıyorlar, bu da haberin çerçevelenme biçimini en azından hegemonik erkek merkezli, elit odaklı kılıyor. Kaldı ki, bu tür haber kaynaklarının “güvenilir” sayılmaları da sorunlu. Bu noktada Gezi döneminde yapılan ve hala kanıtlanamayan “resmi” açıklamaları hatırlayalım. Ya da yine, tarafsızlığın haberin en az iki kaynağa doğrulatılması yoluyla sağlanabileceği kuralı karşısında, gerçekliğin hiç de öyle iki tarafın görüşleri alınarak “yansıtabilecek” kadar yalın olmadığının, taraf diye sınıfladıklarımızın kendi içinde homojen olmadıklarının bilinmesi gerekiyor. Örneğin, haberlerde Kıbrıs Rum taralı, Kıbrıs Türk tarafı denildiğinde kendi içinde homojen iki taraf varmış gibi bir anlatı kuruluyor, oysa böyle yekpare taraflar yok. Dolayısıyla alternatif habercilikte yapılmaya çalışıldığı gibi, haber değeri tanımından, haber kaynaklarının seçilmesine, haberin yazılım biçimine, sözcük seçimlerine kadar, genel geçeri sorgulayan ve yeniden-tarif eden bir yaklaşım içinde olmak gerekiyor.
Yazılarınızda ayrıca “haberin eril bir tür” olduğunu söylüyorsunuz. Bundan kastınız nedir ve bu durum haberlerde karşımıza nasıl çıkıyor?
Haber eril bir tür derken, biraz “özcü” bir toplumsal cinsiyet anlayışı içinden konuşuyormuşum gibi algılanmak pahasına, şöyle diyeyim, haberin söylemi, kesinlik ifade etmek için fiil seçimleri, tasarımı, hatta gazetelerin “gerçeklik” iddiasıyla tutarlı olmak üzere seçilen mizanpajı bile haberi eril bir anlatı türü kılıyor. Bunun iki nedeni var. İlk olarak habercilik kodlarının, 19. yüzyılın son yansında, kadınların bulunmadığı ya da çok az olduğu haber odalarının pratikleri içinde oluştuklarım hatırlamak gerekiyor. Böylece kadınlara özgü sayılan anlatı dili ve geleneği haberden daha en başından dışlanmış durumda. Ancak daha önemlisi, gündelik hayatın dili seksist (fallogo-centrik) bir dil ve bu dil hiç sorgulanmadığı gibi, habercilik pratikleri içinde sürekli olarak yeniden-üretiliyor. Bir anlatı olarak haber eril bir tür tamam, akademik çalışma da öyle mesela, ama bu yine de seksist dille üretiliyor olmalarım gerektirmez, örneğin “kahpe saldın” Türk basının çok sevdiği bir klişe. Bu yolla “öteki”, gündelik dilde kadına atfen kullanılan “kahpe” sıfatı üzerinden, kadınlaştırılarak aşağılanıyor. Ya da başka türlü söyleyeyim, ötekine bakışımızı arketipik bir karşıtlık olarak kurulan erkek-kadın karşıtlığı belirlediği için, tıpkı gündelik hayatta olduğu gibi, haber dili içinde de bir refleks olarak “öteki” ile, kadınlaştırılarak hesaplaşılıyor! Dolayısıyla “Yaygın medya mevcut haliyle kamulararası karşılaşmalara zemin oluşturma özelliğini çoktan yitirdi. Alternatif medya ortamında ise, ne güzel, neredeyse herkes konuşuyor, ancak ne yazık, kimse birbirine kulak vermiyor.” öncelikle bu bakış açısı ile mücadele edilmesi ve onu kuran dilin feminist bir etik duruş çerçevesinde yapı sökümüne uğratılması gerekiyor.
Peki bu tablo karşısında iletişim fakültelerinde nasıl bir eğitim verilmeli?
En zor sorunuz bu oldu. Yaklaşık 13-14 yıldır yöneticilik yapıyorum ve bu soruya bırakın 10 yıl öncesini, 5 yıl önce sorulsa vereceğim cevaptan farklısını vermek durumundayım. Eğer geleneksel sektör yeni teknolojiler nedeniyle daha az insan gücüne ihtiyaç duyulduğu için daralıyorsa, sadece masa başında oturup internette dolaşarak sayısız bilgi üzerinden haber yapmak mümkün hale geldiyse, artık öncelikle bu sınırsız kaynak içinden veri seçmeyi, okumayı, analiz etmeyi ve bunu ikonografik biçimde ifade edebilmeyi, haberleştirmeyi kendinde birleştiren profilde mezunlar vermemiz gerek. İkincisi, eğer önümüzdeki 10 yıl içerisinde haber, reklam, film, ticaret vb. için esas mecra, İnternet ortamı haline gelecekse, yeni medya teknolojilerini en iyi şekilde kullanmakla yetinmeyip, bunların gelecekte sunacağı imkanları hayal ederek içerik üretimim, tasarımım yaratıcılıkla dönüştürebilecek becerilere sahip mezunlar vermeliyiz. Üçüncü olarak, eğer sektörün krizinin bir nedeni de Türkiye’deki siyaset ve medya ilişkisinin sorunlu niteliği ise ve yakın zamanda bunda bir düzelme beklenmiyorsa, vereceğimiz mezunlara, iletişim ortamım ve gidişatım çok iyi biçimde analiz ederek kendi iletişim mecrasını yaratabilecek girişimcilik vasıfları kazandırmalıyız. Son ve en önemlisi, dışarıda onları bekleyen dünya ne olursa olsun, iletişim fakültelerinde “diğerkamlığı”, başka ifadeyle öteki-ile bile değil, öteki-için olmak tercihi üzerine kurulu bir etik ve politik sorumluluğu kavratmadan mezun vermemeliyiz, öteki-için olmak ne demek diye sorarsanız da; öteki ile duygusal taahhüde giren, kendisini aynı zamanda ötekinin “kusurlarından” da sorumlu gören bir konum bu, derim. Ayrıca “ötekine”, kadınlaştırılarak bakıldığı için bunun feminist bir etik duruş olduğunu eklemek isterim.