Ümmühan Kara, Dürdane Yüksel, Gülhanım Özyer, Canan Koçoğlu, Seda Camgöz ve daha birçoğu. Bu kadınlar kim mi? Sanatçı Zeren Göktan’ın Türkiye’de şiddet nedeniyle hayatını kaybeden kadınların anısına yaptığı dijital anıtta yer alıyorlar. Yukarıdaki isimler 2013’ten beri neredeyse bir gün bile ara vermeden işleyen bu “Anıt Sayaç”a eklenen son kadınlar... 2015’in ilk 5 ayında yani 150 günde tam 144 kadın öldürülmüş; Kimi tekme tokatla, sopayla dövülerek, itilerek, tecavüz edilerek; kimi eli, kolu, bacağı, kafası kesilerek, yakılarak... Neredeyse her güne bir can!
14 Şubat’ta bindiği minibüste acımasızca katledilen ve “artık bu son olsun” denilerek sembol bir isme dönüşmüş olan Özgecan Aslan’ın ardından öldürülen onlarca kadın... Özgecan’ın hunharca öldürülmesi belki de daha önce görmediğimiz ölçüde toplumsal bir infiale dönüştü; neredeyse her ilde yürüyüşler düzenlendi, ilköğretimden yükseköğretime kadar her dereceden okulda anma toplantıları, protesto gösterileri yapıldı. Bütün bunlar çok sevindirici. Toplumsal uyanışlarımız genellikle bu tür travmatik olaylar sonrasına denk geliyor maalesef. Ancak burada bu meselenin algılanışında, yazılı ve görsel basında ele alınışında, hatta protestocuların söylemlerinde bile bir şey dikkatinizi çekmedi mi? Özgecan’ın ölümünün ardından ana akım medya başta olmak üzere sürekli tekrarlanan bir söylem vardı: Özgecan’ın “masumiyeti”: “Masum kız”, “Sadece kız arkadaşıyla buluşmuş, üniversiteden evine gitmeye çalışan bir genç kız”, “annesinin verdiği sütü içerek, harçlığını alarak okuluna giden ve evine dönemeyen genç kız”. Evet, elbette öyle. Ama ya başka türlü olsaydı? Özgecan geceyarısı bir konserden, bir partiden, “kızlı-erkekli” bir arkadaş eğlencesinden ya da erkek arkadaşının evinden dönüyor olsaydı, biraz da alkol almış olsaydı mesela? Yahut, mini etek giymiş olsaydı? Aynı kitlesel gösteriler yaşanır, Özgecan’ın ailesine bu denli sahip çıkılır mıydı? Bugün yollara dökülen anne-babalardan, aileye taziyelerini ileten politikacılardan kaçı orada olacaktı? Yoksa televizyonlardan, gazete köşelerinden o anne-babaya öğütler mi verilmeye başlanacaktı? Bütün bu kargaşa içinde katil zanlısının -yanlış hatırlamıyorsam- ilk ifadelerinde söylediği “bir erkeğe selam verdi, minibüse bindi” ayrıntısı da gözlerden kaçmamak! (Bu cümleler boşuna değil, sırf bu türden ifadeleri nedeniyle ceza indirimi alan katiller, tecavüzcüler var). Bu sorulara kendimizle yüzleşmeden cevap verirsek, bu son cinayetler de toplumsal dönüşümümüze katkı sağlamayacak.
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Sosyolog Nükhet Sirman, cinayetten birkaç gün sonra yukarıdaki varsayımla ilgili çok önemli tespitlerde bulundu ve Özgecan’ın etrafında kurulan “masumiyet” söyleminin aslında hiç de masum olmadığım dile getirdi:
“Neden Özgecan bu kadar infiale yol açtı? Niye başka kadınlar değil de Özgecan? Çünkü masumdu. Masum diye kodlandı. Halbuki bir sürü kadın masum diye kodlanmadığı için yani masum varsayılmadığı için ‘Başına geleni hak etti.’ diye yazılıyor. Bu iğrenç bir şey. Bu, kadınlık erkeklik kültürel kodlarına bağlı. Suçlu olmadığı için tepkiler bu kadar büyüdü ve olay bu kadar sahiplenildi. Yani erkekler kendi ‘erkeklik’ anlayışlarını yine koruyorlar. Masum çünkü: evli değil, cinselliği tanımıyor. Kız arkadaşıyla evine dönmeye çalışıyor, üstelik hava kararmadan dönmeye çalışıyor. (.. ,)Masum olmamak başına geleni hak etmek demek Mini etek giyersen, içki içersen masum değilsin. Her biri masum olmamanın en basit örnekleri. Masum olmamak çok kolay, masum olmak çok zordu. Özgecan buraya oturdu. ”
Prof. Sirman, aynı yazıda erkeklik tanımının giderek vahşi ve gaddar biçimde ortaya çıktığını söyleyerek, tüyler ürpertici başka bir saptama daha yapıyor:
“Bu katilin babasının, Türkiye’deki babalardan farklı olacağını hiç düşünmüyorum. Hatta bu olayı korkunç yapanlardan bir tanesi de o. Bu failin üzerinde şu anlamda durulması gerekiyor. O bir erkek ve bu toplumun normal erkeği. Bundan kurtulmak isteyenler, bu adamın cani olduğunu söylüyor. Bu adam cani değil, babası da normal bir baba. Bu toplum bu insanları üretiyor. ”
Tıpkı Rakel Dink’in “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz” dediği noktadayız aslında. Bu iki görüşün de çok önemli olduğunu düşünüyorum; kadın cinayetlerini işleyenlerin elbette istisnaları dışarıda tutarak söylersek büyük ölçüde sıradan insanlar olduğunu, bizzat toplumun kodlarının bu türden insanları normalleştirdiğini ve marjinalize etmediğini söyleyebiliriz. Kadım aşağılayan ve ötekileştiren düşüncelerin neredeyse her gün medyada yer aldığı bir ülkede çok da şaşırtıcı bir durum değil aslında. Özgecan cinayetinin ardından Prof. Baskın Oran’ın Agos gazetesinde yazdığı “Politikalarıyla kadını durmadan aşağılayanlar toplumu tahrik edegeldiler” başlıklı yazısı cinsiyetçi söylemin toplumun hemen hemen her katmanında ne denli yaygın ve baskın olduğunu anlatıyor: “Kadınlar mini etek, kolsuz ve çok açık yakalı gömlek giymemelidir” diyen bir üniversite rektörü, “Erasmus bursu alan öğrenciler arasındaki gayr-ı meşrû ilişkiden bir milyon çocuk doğmuş!” diyen bir köşe yazan, “(Münevver Karabulut cinayetiyle ilgili) Kızlarını niye takip etmemişler?” diyen bir eski Emniyet Müdürü, “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” diyen bir eski Sağlık Bakanı. “(Kadın) Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Cazibedar olmayacak, iffetini koruyacak.” diyen ünlü bir siyasetçi ve “Kadın-erkek eşitliği cinsel sapmalara, ailenin dağılmasına zemin hazırlar” diyen çok okunan bir ilahiyatçı/yazar. Bu örneklere her gün bir yenisini ekleyebiliriz maalesef. Bunlar kıyıda köşede kalmış, kimsenin dikkate almadığı insanlar da değiller üstelik! Her gün gazete köşelerinde boy gösteren, gündemi belirleyen, Türkiye siyasetine yön veren kişiler.
Sadece söylem düzeyinde de değil, bu söylemi üreten zihniyetin izlerini somut olarak yargıda da görüyoruz: Örnekler yine Baskın Oran’dan. İzmir’de Sevgi Aguş'u çocuklarının gözleri önünde bıçaklayarak öldüren şahsa İzmir 11. Ağır Ceza müebbet hapis vermiş. Sonrasında ise “Kadın kot pantolon giymiş, tanımadığı erkeğe cilveli şekilde saat sorarak adamı tahrik etmiştir” gerekçesiyle cezayı 24 yıla, ardından da pişmandır diye 20 yıla indirmiş. Boşandığı eşini önce 8 yerinden bıçaklayan sonra da otomobille üzerinden geçerek öldüren Kamil Çolak için savcı, ağırlaştırılmış müebbet yerine, haksız tahrik indirimi uygulanarak 18-24 yıl hapis istemiş. Yine uzun zaman medyanın gündeminde yer alan Ayşe Paşah cinayetinde katil koca kendisini, “Dayısının oğluyla düğünde dans etmiş” diye savunmuştu. Türkiye’nin skandal davalarından biri olan Mardin’de, 24 kişinin tecavüz ettiği 13 yaşındaki N.Ç.’nin davasında da sanıklara “kızın rızası vardır” gerekçesiyle en alt sınırdan ceza verilmiş, ayrıca iyi hal indirimi uygulanmıştı. Yalnızca kadınlar da değil elbette, farklı cinsel yönelimleri olan LGBTÎ bireylerin gerek gündelik söylemlerde ve medyada yer alış biçimleri gerekse yargı önündeki konumlan da son derece sorunlu bir bakış açısını içeriyor. Avcılar’da geçen sene dövülerek öldürülen trans kadın B.Ü.’nün katiline haksız tahrik ve iyi hal indirimi veren mahkemenin avukatı Fırat Söyle, trans cinayetlerinde, genellikle sanığın ifadesinin doğru kabul edilerek daha az ceza verildiğinin, hatta katiller suçlarını itiraf etmeseler beraat kararlarının rahatlıkla alınabileceğini belirtiyor. Faillerin bu şekilde cezalandırıldığı daha doğrusu cezalandırılmadığı bir sistemde şu sonuç çok da şaşırtıcı değil: insan Haklan Derneği İstanbul Şubesi’nin raporuna göre, 2014 yılında 282 kadın taciz ve tecavüze uğramış, 257’si ise öldürülmüş.
Meselenin bir diğer boyutu ise cinselliğin son derece sorunlu bir şekilde algılanmasıyla ilgili. Google'ın, internet kullanıcılarının arama eğilimlerini paylaştığı uygulaması Google Trends, Türkiye'de tecavüz ile ilgili yapılan aramaların büyük bir çoğunluğunun pornografik içerikli olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre 2004 yılından günümüze kadar geçen süre zarfında Türkiye bazlı yapılan ‘tecavüz’ aramalarında kullanıcılar sırasıyla şu kelimeleri de aramış: ‘Tecavüz porno’, ‘tecavüz izle’, ‘zorla tecavüz’, ‘tecavüz sex’, ‘tecavüz pornosu’, ‘tecavüz porno izle’, ‘porno izle’. TÎB verilerine göre saatte 2 milyon kez porno sitelerine giriliyor; Avrupa’da çocuk pornosu girişlerinin yüzde 67’si Türkiye’deki bilgisayarlardan. Dolayısıyla, tecavüz ve cinsel istismar gibi suçların, pornografiyle eşdeğer görüldüğü, en azından bu şekilde görenlerin azımsanmayacak bir oranda olduğu, cinsel açlığın yoğun olarak yaşandığı ve çocuk pornosu gibi cinsel sapıklığın istisna olmadığı bir toplumda yaşıyoruz.
Peki bütün bunların önüne nasıl geçilebilir? Bu konuda hiç şüphesiz büyük bir zihniyet dönüşümüne hatta devrimine ihtiyaç var. Ne tek başına yasaların ve yasal uygulamaların ideal bir duruma gelmesi ne de eğitim seviyesinin yükselmesi çare gibi duruyor. Yine de çıkış yollarından biri anaokulundan itibaren eğitimin her kademesindeki bireylerin; insan haklan, kadın haklan, nefret suçlan, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konularda başta sivil toplum kuruluşlarının ve bu konu üzerinde çalışan akademisyenlerin şekilllendireceği kararlı bir devlet politikasıyla bilinçlendirilmeleri ve farkındalık kazandırılmaları.
Geçtiğimiz Mayıs ayında YÖK bu konuda önemli bir adım attı. Yaklaşık 70 üniversiteden Kadın Araştırmaları Merkezleri’nin müdürleri, konu ile ilgili akademisyenler, STK’lar ve ilgili sendika temsilcileriyle “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Üniversite Çalıştayı” düzenledi ve bu çalıştayın sonuç raporundan hareketle üniversitelerle ilgili bazı kararlar alındı. Bu kararlardan bazıları şöyle: “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” dersinin üniversitelerde zorunlu ya da seçmeli bir ders olarak verilmesi, cinsel taciz ve cinsel saldırı konularında farkındalık sağlayacak çalışmaların etkin bir biçimde yapılması, Kadın Araştırmaları Merkezleri’nin çalışma biçimi ve işlevselliklerinin güçlendirilmesi, lisansüstü programlarda toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı çalışmaların teşvik edilmesi ve en önemlisi de üniversite bünyesindeki hemen herkese öğretim elemanlarına, öğrencilere, idari personele, güvenlik görevlilerine ve üniversitenin hizmet aldığı diğer kurum ve kuruluş çalışanlarına bu duyarlılığı arttıracak eğitimlerin verilmesi vb. Bu kararların ne ölçüde uygulanacağım önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Kadir Has Üniversiteside geçtiğimiz sene bu bağlamda önemli bir girişimde bulunarak “Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırmaları Merkezi”ni kurdu. Amacı, kadın ve toplumsal cinsiyet konularıyla ilgili disiplinlerarası çalışmalar yürütmek, konferans, panel ve seminerler düzenlemek olan merkez, bu alanda diğer ilgili merkezlerle diyolağa açık bir platform oluşturmayı hedeflemekte. Merkezin son dönemdeki iki ayrı çalışması ise yazılı ve görsel medyada geniş yer buldu. Bunlardan ilki, Nisan 2015’de Türkiye nüfusunun genel temsiliyetine sahip 26 kent merkezindeki 18 yaş ve üzeri 1.000 kişi ile yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilen “Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması” oldu. Araştırmanın ayrıntılarını bu sayıda okuyabilirsiniz. Diğer çalışma ise özellikle sosyal medyada çokça paylaşılan “Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bir Yazım Rehberi”ydi. İngilizce ve Türkçe olarak yayımlanan rehberde, gündelik hayatta sıkça kullanılan cinsiyetçi ifadeler üzerinde durularak kadını ötekileştiren bu dilden kaçınmanın yollan gösteriliyor.
Yazımı, “kişisel olan politiktir” sloganından hareketle kişisel ama çok düşündürücü bir anekdotla sonlandırmak istiyorum. Yukarıda sözünü ettiğim rehberin yazarlarından biri olarak İMC TV’de yayınlanan ve kadın meselelerini ele alan “Mor Bülten” programına bu rehberi anlatmak üzere davet edildim. Program bitiminde taksiyle eve dönerken, müşterileri genellikle program konukları olan taksici bana ne üzerine konuştuğumu sordu. Ben de “kadın-erkek eşitliği üzerine” cevabını verdim. Taksici, kadınlarla erkeklerin zaten eşit olduğunu söyleyerek artık kadınların bir problemi kalmadığım belirtti. Ben de her gün neredeyse bir kadirim öldürüldüğünden yakındım. Bunun üzerine diyalog şöyle devam etti: “Abla, öldürülüyorlar da bir sor neden öldürüyorlar diye? Bir kadın kocasını aldatırsa tabii ki öldürülür. Ben de gözümü kırpmam namusum ve şerefim için öldürürümü!” Ne yazık ki böyle giderse o “sayaç” hiç durmayacak