3 bin 200 yıl önce İtalya'ya göç eden Bartınlı atalarının izinden 2012 yılında Padova'ya kürek çeken, Türkiye'nin tek geleneksel kürek sporcusu, kendi deyimiyle gezgincisi Hüseyin Ürkmez, Padova-Bartın kardeş şehir serüvenini ve gezginciliğini anlattı.
Binlerce yıl önce ataları İtalya'ya göç etmiş bir Bartınlı olsa da, kendisini sadece bir yere değil her yere ait gören, sınır tanımayan, 53 yaşında yıllara meydan okumuş bir gezginci Hüseyin Ürkmez. Sohbetimizin başında doğaya ve insanlara olan sevgisiyle kendisini 'Türkiyeli' olarak tanımlayan Ürkmez için sohbetin ilerleyen dakikalarında bu tanımlamanın yetersiz olduğuna inandım. 7 yaşındayken gecenin bir yarısı arkadaşı ile evden kaçarak, çocukça fakat maceracı bir hevesle kıyıda onlara ait olmayan bir sandala adayıp ilk küreğini çektiğim söyleyen Ürkmez, şimdiki amacının insanları doğaya yaklaştırmak, tarihe ve insana saygıyı empoze etmek olduğunu söylüyor. Bu amaca hizmet etmek adına ise tamamen kendi inisiyatifi ile uluslararası roller alıyor. Karşılığı çokça paraya dönmeyen, fazlaca maneviyatı besleyen rollerle bu gezginciye Türkiyeli demek onu ve çabalarını azımsamak olur. Benim nazarında Hüseyin Ürkmez, insana aşık bir 'Dünyalı'. Bu tanımlama kendilerinin de hoşuna gitti ve sevinerek kabul ettiler.
3 ay süren Türkiye-İtalya serüveni
Eski adıyla Paflagonya şimdiki adıyla Bartın olarak bildiğimiz bu nadide şehir 13 Aralık 2002'de Padova'da imzalanan bir protokol ile İtalya'nın Padova kentiyle kardeş şehir ilan ediliyor. Bu kardeşliğin kaynağı ise Homeros'un İlyada destanına dayanıyor. Tarihin ışık tuttuğu kadarı ile Paflagonyalı yani Bartınlı Venetler, Truva Savaşı'na yardım için şimdiki adı ile Çanakkale'ye, o zamanki adıyla Troia Bölgesi'ne gidiyorlar. Savaşın ardından İtalya'nın kuzeyine doğru ilerleyen Venetler oraya yerleşerek Veneto yani Padova bölgesini kuruyorlar. İtalyan bir tarih profesörü olan Ugo Silvello'nin araştırmaları ile ortaya çıkan bu ortak kültür, Hüseyin Ürkmez gibi tarihe ve yaşanmışlıklara duyarlı gezginci ve sporculara da ilham kaynağı oluyor.
O çok konuşulan ve medyanın da yakından takip ettiği 2012 yılındaki Bartın-Padova yolculuğu işte bu tarihsel şuur ve maceracı ruhla planlanmış olacak ki, Ürkmez yolculuktan bahsederken o an yine aynı hevesle İtalya'ya kürek çekiyormuş gibi aşkla anlatıyor:
"Tam 3 ay sürdü Padova-Bartın yolculuğu. 2. ayında Yunanistan'dan çıktıktan sonra 20 kilo vermiştim bile. Her yolculuğumda hemen hemen bu kiloyu veriyorum." diyor ve bu sporun heveslilerini korkutmamak için altını çizerek ekliyor: "Bu kiloyu vermemin sebebi zorluklardan ötürü değil. Kürek çekmek ciddi bir kondisyon ister. Kilonuz ne kadar çok ise o hızla ve o miktarda kilo verirsiniz. Çok keyifli bir yolculuktu ama kilo vermek kaçınılmaz."
Biraz, yolculuğa başlamadan önceki süreçten konuşuyoruz. Bürokratik olarak yaşadığı sıkıntıları soruyorum. Çoğunlukla sorun ve sıkıntılardan konuşmayı sevmediğini belirtiyor ama o zamanlar hem bürokratik merciler ile hem de Bartın yerlileriyle arasında geçen biraz komik çokça da düşündürücü bir anısını paylaşıyor.
"Yolculuğu durdurmak için imza toplandı"
"Bartın-Padova yolculuğuna çıkmadan önce 2007 yılında Bartın'a gittim. Yerel yönetimden bir sorumlu beni yanına çağırdı. Hiç unutmuyorum doğrudan şöyle bir soru sormuştu: 'Size bu aklı kim verdi?' Bartın'dan İtalya'nın Padova şehrine kürek çekerek gidecek olmamın esas nedeni pek anlaşılamamış sanırım diye düşünmüştüm. Sonrasında öğrendim ki Bartın'ın muhafazakar kesiminden insanlar imza toplamışlar kendi aralarında. 'Atalarımız buradan oraya göç etmişse biz şimdi İtalyan mıyız? Biz İtalyan kökenli değiliz, biz öz be öz Türküz, bu adam nereden çıkardı şimdi bunu?" diye.' Ürkmez'in bu imza kampanyasına karşılık cevabı ise imza kampanyası istemi kadar ilginç oluyor: "Biz daha İtalyanların yaptığı kampanayı, Ferrari'nin fren takımını yapamayız. Nasıl İtalyan olabiliriz ki? Öyle bir şey iddia etmiyorum zaten." Ürkmez, Padova'da deniz olmadığını öne sürerek yoluna taş koymak isteyen yöneticilere ise "Ben kanallardan, nehirden gireceğim." cevabını vererek oradan ayrıldığını söylüyor ve devam ediyor: "Bu nasıl bir şey anlamamıştım. Yolculuğu yapmamam üzerine araştırma yapılmıştı. Ama babam bana söylemişti "Bartın'a sandalını alıp gitme, sorun yaşarsın" diye. "Seni anlamazlar karşı çıkarlar" demişti. Nitekim dediği de oldu. Bartın'ın Amasra tarafında önlem olsun diye sandalımda yatmıştım. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan tanıdıklardan öğrendiğim kadarı ile, tepkiyle sandalı parçalama teşebbüsünde bulunabilirlerdi."
Bürokratik problemleri aşmak çok zor
Bürokratik süreçte yaşanan sıkıntılara biraz daha dikkat çekmek istiyorum. "Gençleri bu denli küreğe teşvik etmeyi amaçlıyorken çok bahsetmeseniz de yetkililer tarafından pek anlaşılamadığınızı söylüyorsunuz. Bu tip yolculukları yapmak için hangi mercilere başvuruluyor? Meraklılarına yol yordam göstermek ister misiniz?" diyorum. Biraz hayıflanarak Türkiye'nin bu tip yolculuklarda Avrupa ülkelerinin aksine pek destek olmadığını dile getiriyor. "Birçok yolculukta Türk yetkililerden izin almak neredeyse imkânsız. Milli sporcu olsanız bile bu değişmiyor. Devlet o sorumluluğu alamaz. Denizde başınıza gelecek herhangi bir durumda sorumlu olacak. Bu riski almak istemiyor. Bu sebeple bürokratik engeller çıkıyor. Daha önce başıma geldi, Ege kıyılarında iki liman başkanı, Türk bayrağı taşıyıp Yunan adalarına gideceğim dememe rağmen izin vermediler. Engel oldular bana. Bu sebeple 2008 yılında Yunan Adaları'na girememiştim." diyor fakat bu işin meraklıları için kolay yöntemler eklemeyi de ihmal etmiyor: "Şardanın ve bürokrasinin iyileştirilmesi hususunda pek fazla ümidim yok ama gezginci kürekçilere Türkiye'den çıkış için önerim, izin almakla uğraşmasınlar. Yük yapıp bir gemiye binip, sının gemiyle geçsinler. Oradan sandalla yollarına devam etsinler. Yurtdışında bürokrasi Türkiye'ye oranla daha kolay. Bizdeki gibi yasaklar yok. Öyle ki yabancı vatandaşlar Türkiye'den çok rahat yola çıkabiliyor ama Türklerin Türkiye'den sandallarıyla çıkışı çok zor. Yurtdışından gelirken bir problem yok; ama buradan çıkmak büyük problem. Yabancılar için ise Türkiye'ye girmek de, buradan çıkmak da kolay."
Uluslararası deniz yolculuklarında böyle bürokratik problemler çıkabilir diyen Ürkmez, karayolu ile bisikletini kullanarak da bu kardeş şehir serüvenine katkıda bulunduğunu ve hiçbir problem yaşamadığım ekliyor.
"2010 yılında katlanan bir bisikletle İstanbul-Padova arası bir yolculuk yapmıştım. Kardeş şehir üzerine yaptığım ilk yolculuğum bu idi. Bisikletle bu yolu kat edecek olmama İtalyanlar çok şaşırmışlardı. 3 haftada geleceğimi ummuyorlarmış. Aslında ben daha gençken İtalya'ya 10 günde girmiştim bisikletle. Günde 225- 250 km yol yapmıştım hem de eski bisiklet ve eski eşyalarla. Çok uzak bir yer değil benim için."
125 günlük İskenderun yolculuğu
Ürkmez sohbetimiz boyunca kendisinden ne kadar tevazu ile bahsetse de hakkında yaptığım araştırmayla bu gezginci ruhun birçok anlamlı proje için yurtiçi ve yurtdışında kürek çektiğini öğreniyorum. Uzun süren birkaç yolculuğundan bahsetmesini istiyorum. İlk uzun yolculuğunun İstanbul'dan Marmaris'e olduğunu söylüyor. Ardından 2000 yılında Adaş Dergisi'nin sponsorluğunda çevre kirliliğine dikkat çekmek için İstanbul Küçükçekmece'den Ulubat Gölü'ne kadar kürek çektiğim söylüyor. 2001'de 1 ay süren Marmaris-Antalya yolculuğunu anlatıyor ve bu yolculuğun ardından sandalım Antalya'da bırakıp 1 yıl sonra geri dönerek Antalya'dan İskenderun'a kürek çektiğini belirtiyor. 125 günlük bu yolculuğunun en uzun yolculuğu olduğunu söyleyen Ürkmez'e sormadan edemiyorum. Bunca zaman o sandalda ne yiyip ne içiyor, sağlığına nasıl dikkat ediyordu?
"Antalya-İskenderun yolculuğundan önce fotoğrafımı çekmiştim, gayet göbekliydim. 3 gün sonra göbek filan yoktu. Fit bir adam olmuştum. Yaklaşık 10 bin-12 bin kalori harcıyorum yolculuklarda. Yanıma çok bir şey almıyorum aslında. Konserve, makarna gibi tipik besinler alıyorum ama çok doldurmuyorum. Çünkü gittiğim yerlerde akşamları karaya çıkıp yeni insanlar tanıyarak, sohbet ederek bir şeyler yemeyi seviyorum. Keyifle çıkıyorum yolculuklara. Birincisi bütün gün kürek çekiyorum. Akşam da yemeğim geliyor yanında şarapla, ben yapmıyorum bir başkası yapmış oluyor. Onun zevki hiçbir yerde yok. Akşama kadar yiyeceğim yemeğin ve içeceğim şarabın hayalini kuruyorum. Günü, akşam hangi lokantada kimlerle tanışıp sohbet edeceğimi düşünerek geçiriyorum kürek başında. Tam bir gezginciyim. Zaten kıyıya yanaştığımı görüp de gel diyen, sofrasına davet edenlere hemen katılırım. İnsanlarla bu şekilde plansız temasta bulunmak muazzam bir şey. Gezginciler kendilerini çok ciddiye alırlar; ama kendini ciddiye almak gezgincilik değil. ‘Ela’ diyene ‘gel’ diyene gidiyorum her kıyıda. Beraber sohbet edip bir şeyler içiyoruz. Bu temas çok iyi. Bu şekilde olması çok daha iyi. önlemim ve emniyetini almadan insanlarla bir araya gelmek güzel şey. Elbette antenlerim açık geziyorum; ama insanlara güvenmeyi seviyorum, gardımı almadan onlarla iletişim kuruyorum. Gittiğim her yerde oralı oluyorum. Oranın insanına benzeyip kolay iletişim kurmayı seviyorum."
"Orada öleceksin deselerdi yine de kürek çekerdim"
Kürekle sınırları aşan bunca yolculuk ve bu gezginci ruhun biriktirdiği çokça hikâyesi vardır diye düşünüyor insan. Hiç unutamadığı bir anısını soruyorum Ürkmez'e. Yunanistan gezisinde yaşadığı büyülü bir anı tekrar tekrar yaşayarak anlatmaya başlıyor: "2005 yılıydı. Bir Yunanistan gezisindeydim. Hava çok güzeldi. Bir koy gördüm. Issız, ormanla çevrili bir yerdi. İnsanlar oraya çadır açmaya geliyorlardı. Koya doğru girerken kocaman bir ay çıktı gökyüzünde. Ardından kulağıma hoş bir İngilizce şarkı sesi gelmeye başladı. Hafif taşlık bir suydu. Kayaların arasında geçiyordum o müzik sesiyle ayı izleyerek. Orada şöyle bir duyguya kapıldım: Deseler ki bu koyun sonuna kadar gidersen orada öleceksin, hayatının sonu olacak, inanın buna değer derdim ve
sonuna kadar giderdim. Onu hiç unutmuyorum. Ölünceye kadar da o anı ve o hissi hiç unutmayacağım. O ay, o müzik, o çam kokularıyla sonuna kadar gider insan."
"Yolculuklarımda atasözü yazdım"
Yolculuklarından, kürek aşkından, insan sevgisinden, doğaya düşkünlüğünden öyle bahsediyor ki "Şair ruhlu birisiniz sanırım?" diye soruyorum. "Pek değilim aslında" eliyor. "Kürek çekerken genellikle yalnızsınız. Bir şeyler yazdığınız ya da bestelediğiniz olmadı mı?" diye soruyorum. "Evet" diyor. "Atasözü yazdım". Bu cevabı alacağımı ummamıştım. Ama sonrasında, neden şaşırıyorum ki, geçmişine, tarihine, Atası'na saygısı olmadığı için insanları saygıya davet etmek adına küreğini birçok projede sallayan bir gezginci elbette atasözü yazacaktı diyorum. Merak ediyorum ve benimle paylaşmasını istiyorum. "Yunanistan'da bol bol atasözü yazdım. Kıştı, hava soğumaya başlamıştı. Öğleden sonra viski açıyordum, çok yavaş içiyordum. Sonra birkaç gün içinde atasözü yazmaya başladım ama hepsi denizle ilgili. Bir tanesi şuydu: Hani Türkiye'de derler ya denizden babam çıksa yerim diye. Ben ona şunu eklemiştim 'gerek yok zaten çocuklar babalarını yiyip bitiriyor'. O mesela aklımda. Bunları yazdığım bir defterim vardı. Günlüğüm. Onu hep saklarım. 3 ay boyunca yazmıştım Yunanistan gezimde. Bir gün belki kitap yaparım. Belki..." diyor; ama saniyeler sonra kahkaha atarak "Yok yahu ben keyfime düşkünüm yazamam kitap filan" diye kendisini düzeltiyor.
"Öldüğüm zaman bedenimin yorgun olmasını isterim"
Türkiye'nin tek geleneksel spor kürekçisi ünvanına sahipsiniz dediğimde beni ısrarla ve tekrar tekrar düzeltiyor. "Sporcu değil kürek gezgini diyelim biz ona. Motorlu yat ve yelkenli yata alternatif diyorum ben küreğime." Teknik olarak farkı nedir peki geleneksel ile modernin diye soruyorum. "Gelenekselin teknesi daha ağır, donanımı daha basit ve sade. Modern kürekçilerin sandalları benim sandallarımın 1/4 'ü ya da 1/5 'i kadar. Modernliği, ağırlık ve kullanım olarak daha kolaylaştırılmış olması." diyor.
Kolaylaştırılmış ve hafifleştirilmiş bir teknoloji varken ağır ve meşakkatli olanı tercih etmesinin sebebini soruyorum. Aldığım cevap tam bir gezginciden ve doğa aşığından alabileceğim bir cevap: "Motor yerine, yelken yerine vücudum çalışsın. Ellerim, ayaklarım çalışsın istiyorum. Herhalde kendimi öyle daha iyi ifade ediyorum. Kendimi yormayı seviyorum. Çünkü öldüğüm zaman bedenim eğer toprağa gidecekse, yorgun, kırık dökük, her tarafına dikiş atılmış halde gitsin. Toprağa sapa sağlam girmek, sapa sağlam gömülmek istemiyorum. Bana verilmiş bu vücudu kullanıp, hırpalamak istiyorum. Yani yeni çıkan bir arabayı alıyorsunuz, garaja koyuyorsunuz. Onun gibi olmak istemem. Hakkını vermek lazım vücudun diye düşünürüm."
"Sandalımda ilkyardım çantam yok"
Denizcilikle ilgili birşeyler düşünecek olsak muhakkak bir denizci şapkası, pusulası, denizci düğümü ya da yolculuklarda denizcilere eşlik eden başka bir çok eşya gelebilir aklımıza. Hüseyin Ürkmez'e yolculuklarında sürekli yanında taşıdığı bir eşyası ya da uğur saydığı bir şeyleri olup olmadığını soruyorum. Yine bir anıyla cevap veriyor bana: "Bir denizci arkadaşım, 'Batılın var mı?' diye sormuştu bir seferinde. Düşündüm, düşündüm bulamadım. "Vardır mutlaka" dedi. Yıllardır düşünürüm bir batıl eşyam ya da bir totemim var mı diye. Hiç yok. Hiç edinmemişim. Edinemiyorum."
Seyahatlerimde hiç ilaç yok. İlk yardım çantası hiç taşımıyorum. "Eskilerde neyse sende o var" demişti bir arkadaşım seneler önce. Sanırım öyle bir durum. Eski insanlarda, denizcilerde ne varsa bende o. Bir tek pusulam olur o da her denizcide vardır. Seyahatlerime çıkmadan önce hava tahmin raporu bile almam. Bulutlara ve denize bakarım, kendim tahmin eder yola çıkardım. Eski devam etsin istiyorum. Geleneksel dediğimiz şey... Bırakalım da biraz sürpriz olsun yolculuklar. Hava tahmin raporu almak çok gereksiz. Birkaç defa yanıldım hatta hava hususunda, o bile güzel. Hava ne olursa olsun yelken ya da motorla gidilebiliyor; ama kürekle o bozan havada gidemezsiniz. Hava ve deniz sana "tamam" der "buraya kadar, kıyıya çek" diye. Çekersin ve o kıyıda bir sürü insanla tanışırsın. Doğaya tabi olmak güzel şey. Doğa "git" dediği zaman giderim, "gitme" dediği zaman gidemem; ama yelkenin olsa devam edersin, rüzgâra karşı gidersin. Kürekle öyle değil. Benim denizi hissetmem bu şekilde oluyor. Yelkenci rüzgârı hissediyor. Motorcu motoruna güveniyor; ama kürekçi denizi hissediyor.
"Salaş gezginci değilim. Sahra Çölü'nde bile tıraş oldum"
Onca seyahat ve yılların denizcilik tecrübesiyle elbette kendisine gezginci diyen birçoklarını da eleştirme hakkı buluyor kendisinde. En çok da gezgincilerin salaş ve bohem tarzlarını eleştiriyor. "Gezginciler biraz durumu abartıyor. Tanıdığım gezginci bisikletçi arkadaşlarım vardı. Sürekli bisikletlerini çamur içinde görürdüm. "Oğlum neden yıkamıyorsunuz bu bisikletleri?" diye sorardım. "Abi Erciyes'e çıktık, onun çamuru bu. Yoldan geldiğimiz belli olsun" derlerdi. Bana doğru gelmiyor. Ben Sahra Çölü'nün ortasında bile üç günde bir tıraş olan adamım 58 derecede. Hiç sakal bırakmadım yolculuklarımda. 2000 yılında Mısır-Sudan yolculuğumda bırakmak zorunda kaldım, ortama ayak uydurmak için, o kadar.
"Bu yıl yurtdışı seyahati yok, gençlerleyim!"
Yakın zamandaki projelerini soruyorum. Malum yaz geliyor. Deniz seyahatleri için bulunmaz bir mevsim. Gerçi Hüseyin Ürkmez gerçek tabiriyle kendisinin bir tatlı su gezgincisi olmadığını röportajımız boyunca maceralarıyla açıkça ifade ediyor. Bu yıl ki seyahatleri arasında yurtdışı olmadığını dile getirirken, artık gençlerle bir arada olmak üzere planlar yaptığını belirtiyor. Kürek gezginciliğine ve bu spora gençleri teşvik etmek için üniversitelerle görüştüğünü ve özellikle Kabotaj Bayramı için projeler tasarladığını dile getiriyor. Planladığı günü birlik sandal seyahatleriyle üniversite öğrencilerini denize teşvik etmek isteyen Ürkmez, İstanbul-Gelibolu ya da İstanbul- Hopa gibi bürokraside de problem yaşanmayacak mesafelerde gençlere kaptanlık etmek istediğini vurguluyor. Gençlerin ve özellikle öğrencilerin hırsla yarıştırıldıkları bir sistemde, gezginci ruha sahip olabilecekleri ve kendilerini keşfedecekleri projelerde onlarla buluşmak istediğini önemle belirtiyor.