Avrupa Birliği’nin kuruluş anlaşması olan Roma Anlaşması’nın 60. yıldönümü bu yıl Mart ayında kutlandı. Bu kutlamalarla birlikte, AB’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik koşullara bağlı yeni bir yol haritası gerekliliğine vurgu yapıldı. AB Komisyonu Başkanı, Jean-Claude Juncker, “Beyaz Sayfa” raporu ile AB için beş alternatif yol olduğunu açıkladı.
Başlıklardan ilki; hali hazırda var olan reform ajandasını uygulamak ve geliştirmek, bir başka deyişle, yola devam. İkincisi, sadece tek pazara odaklanmak, ancak göç, güvenlik, savunma konulan bu hedefin dışında. Üçüncü başlık, istekliler arasında koalisyon. Açacak olursak; belirli alanlarda; örneğin, savunma, güvenlik, vergi ve sosyal konularda; birlikte çalışmak isteyenlerle ortak kararlar alınması. Dördüncüsü, daha az konuya odaklanarak etkin uygulamalara yönelmek. Son olarak, tek vücut olarak üyeler arasında kaynakların ve gücün paylaşılması.
2016 yılı verileriyle, dünya üretiminin %22’sini, dünya ticaretinin ’sını gerçekleştiren AB’nin bir ekonomik güç olarak dünyada söz sahibi olduğunu görüyoruz. Bu nedenle, 2025 yılında AB nasıl bir hâl alacak sorusu tüm dünyayı yakından ilgilendiriyor. Özellikle de adaylık sürecine ulaşmış ve yarım asırdır yakın ilişkiler içinde olan Türkiye’yi.
Bitmeyen Türkü: AB - Türkiye İlişkileri
Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerini üç ana tema çerçevesinde irdelemek mümkün, ilk olarak, Avrupa Birliği’nin kendi iç dinamikleri ve evrim süreci. İkincisi, Türkiye’nin bir ulus devlet olarak ve aynı zamanda kalkınmakta olan bir ülke olarak sergilediği siyasi ve ekonomik performansı. Son olarak, Avrupa Birliği - Türkiye ilişkilerinin dünyadaki siyasi ve ekonomik konjonktüre dayalı seçimlerinin sonuçları.
Avrupa Birliği’nin evrim süreci, 1967 yılma kadar Avrupa Ekonomik Topluluğu, 1967-1993 yılları arasında Avrupa Topluluğu ve 1993’den günümüze kadar Avrupa Birliği olarak tanımlanabilir. Ekonomik entegrasyon teorileri çerçevesinde ele aldığımızda, Avrupa Birliği’nin 2017 yılı itibariyle parasal birliği sağladığını, ancak hükümranlık yetkileri olarak tanımlanan mali birlik konusunda hedeflerini gerçekleştiremediğini görüyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluşundan bu yana, Batı ülkelerini temel alan siyasi ve ekonomik yapılanma hedefi dikkat çekici. II. Dünya Savaşı sonrasında yeni kurulan dünya düzeninde Türkiye yine bu yolu takip etmiş ve sonraki süreçte coğrafi yakınlığı ön plana alarak, Avrupa ülkeleriyle ticari ve ekonomik ilişkilerini güçlendirmişti. Türkiye ekonomisinin II. Dünya savaşından sonraki en temel ekonomik ve ticari dönüşümü, 1980 sonrasında uygulanan liberalleşme politikaları. Siyasi açıdan bakıldığında, 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 1980 darbesi, 1997 postmodern darbe, 2007 e- muhtıra ve son olarak 15 Temmuz 2016 darbe girişimi Türkiye’nin sık aralıklarla siyasi yaşamında tıkanmaların ve çatışmaların varlığını işaret ediyor.
Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerini dünyadaki siyasi ve ekonomik konjonktüre dayalı olarak incelediğimizde belli başlı kırılma noktaları ön plana çıkıyor. 1963 yılında imzalanan Ankara anlaşmasıyla ilişkiler resmiyet kazanmıştı. Anlaşmanın amacı, Türkiye’nin kalkınmasının hızlandırılarak, iki kesim arasında dengeli ve süreklilik arz eden ticari ve ekonomik faaliyetlerin yürütülmesiydi. Ancak AB, Türkiye’deki siyasi gelişmeleri şüphe ile izliyordu. Dünya konjonktürüne baktığımızda, AB - Türkiye ilişkilerinin sorgulanmaya başlaması yine ekonomik bir gelişmeyle oldu. 1974 petrol krizinin başlaması, tüm dünyada stagflasyon denilen enflasyon ve durgunluğun bir arada yaşanmasıyla ortaya çıkan belirsizlik ortamı, AB - Türkiye ilişkilerinde her iki tarafın iç siyasete ağırlık vermesiyle sonuçlandı. Bu süreçte, AB ülkelerinin yüksek enflasyon ve işsizlik ortamında yabancı işçiler konusunda aldığı tedbirler ve vize uygulamalarını başlatması, Türkiye’de, AB’nin taahhütlerini yerine getirmeyeceği algısının yayılmasına ve Batı karşıtı söylemlerin gelişmesine zemin hazırladı.
1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılması ile dünya siyaseti ve ekonomisi yeni bir aşamaya geldi. Soğuk savaş döneminin sona ermesi, dünya genelinde neo-liberal politikaların yaygınlaşmasıyla sonuçlanmıştı. 1980 darbesinin ardından Türkiye’nin liberalleşme politikalarım hayata geçirme süreci, AB ile ilişkilerini 1996 yılında imzalanan Gümrük Birliği anlaşması ile derinleştiriyor. AB ile ticari ve ekonomik ilişkiler Türkiye’nin daha rekabetçi bir ekonomiye kavuşması yönünde belirleyici oluyor. 21. yüzyılın ilk yansında dünya ekonomisi genişleme evresi içindeyken, ABD kaynaklı 2007 küresel finansal krizin etkisiyle, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ekonomik yavaşlama dönemine girdi. Küresel kriz, hem Türkiye’de hem de AB ülkelerinde üretim ve ihracatın önemli ölçüde azalmasına yol açtı. Diğer taraftan, bu dönemde çift kutuplu düzenden çok kutuplu düzene geçilmesi ve özellikle Asya ülkelerinin ön plana çıkması dengeleri değiştirdi. Dünya ekonomisindeki ağırlığın Atlantik’ten Pasifik’e kayması ise AB’nin dünya ekonomisine yön veren rolünü azaltmıştı.
Son 15 yıllık AB - Türkiye ilişkilerine baktığımızda, Türkiye’nin 2001 yılından bu yana uyguladığı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile AB’yi sadece adaylık süreci olarak ulaşılması gereken bir hedef değil, aynı zamanda bir çapa olarak da benimsediğini görüyoruz. Gerek ekonomik, gerekse siyasi kriterleri benimseyerek gelişmiş ülke statüsüne yükselmeyi hedefleyen Türkiye 2010'a kadar uygulamaya koyduğu politikaları ile AB üyeliğinin önemsendiği vurgulanmaktaydı. 2010 yılından sonra ise, ikili ilişkilerdeki heyecan azalmaya başladı.
2017 yılı itibariyle AB - Türkiye ilişkileri yeniden gergin bir hâl almakta. Türkiye’nin 2016 yılında yaşadığı darbe girişimi sonrasında, AB’nin, darbeyi gerçekleştiren FETÖ’ye yönelik şüpheci yaklaşımı ve yeterli tepkiyi göstermediği iddiaları, hükümetin AB’ye karşı söylemlerinin değişmesine neden oldu. Bu noktada akla iki soru geliyor. Birincisi, 2010 sonrasında AB - Türkiye ilişkilerinin yön değiştirmesinin temelinde ne vardı? İkincisi ise, bu değişim süreklilik gösterebilir mi?
AB’nin Beyaz Sayfası ve Türkiye
2010 sonrasında Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin yön değiştirmesinin nedenleri araştırılmadan önce cevabı verilmesi gereken esas soru, Türkiye’nin AB üyelik sürecinden kopup kopmadığı. Bu sorunun cevabını, 2014 yılında, Doç.Dr. Burç Aka ile yaptığımız çalışmada, AB’ye üyelik kriterleri olarak nitelendirilen Maastricht Kriterleri çerçevesinde ele alarak somut olarak ortaya koymaya çalıştık. Çalışmada, Maastricht Kriterleri olarak belirlenen ve temel makroekonomik göstergeler olan enflasyon, faiz oram, kamu borcu ve bütçe açığı değişkenlerini, Türkiye ve Almanya’nın 2001-2010 verilerine göre ekonometrik olarak analiz ettik. Ortaya çıkan sonuç; Türkiye bu dört kriter içinden üçünde Almanya ile uzun dönemli bir ilişki sergilemekte. Bu sonuç da Türkiye’nin AB üyelik sürecinden kopmadığını göstermektedir. Güncel gelişmeler ve Türkiye - AB ilişkilerinde yaşanan gerginlikler, bu çalışmanın yenilenmesini zorunlu kıldı. Çalışmayı, 2001-2016 verileri ile güncellendiğimizde benzer sonuçlar elde ettik. Makroekonomik veriler ile yapılan bu çalışma, Türkiye’nin AB üyeliğinden vazgeçme isteğinde olmadığının açık kanıtı niteliğinde. Ancak diğer taraftan AB’nin dünya ekonomisindeki yerinin ve gücünün azalmasına dayalı olarak AB’nin çapa olma özelliğini yitirdiği düşüncesi daha makul görünmekte.
Türkiye - AB arasındaki ilişkilerin bu şekilde sürdürülmesinin mümkün olup olmadığı geçmiş tecrübelerde saklı olabilir. Bu ilişkilerde gergin, sürüncemeli ve hatta kopma noktasına gelen anlar oldu. Ancak taraflardan birinin hamlesiyle yeniden istikrarlı hale geldi. Zira bu koşullarda, her iki tarafın geleceğe ilişkin planlarını iyi değerlendirmesi ve analizlerini doğru bir zemine oturtması şart.
Türkiye, 2023 vizyonu ile gelişmiş ülke grubu içinde yer almayı ve ortalama kişi başı gelirini 25.000 dolara çıkarmayı hedeflemekte. Dünya Bankası’nın “Global Economic Projections” 2017 Ocak ayı raporuna göre dünya ekonomisinin 2017-2019 yıllan arasında sırasıyla 2.7, 2.9, 2.9 büyümesi tahmin ediliyor. Türkiye ekonomisinin aynı yıllarda sırasıyla 3, 3.5 ve 3.7 büyümesi beklenmekte. Bu rakamlar Türkiye gibi gelişmiş ülke statüsüne geçmeyi planlayan bir ekonomi için yeterli görünmüyor. Aynı yıllar için gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyüme ortalamaları 4.4, 4.8 ve 4.9. Türkiye bu ortalamaların gerisinde kalıyor. Hedeflerin gerçekleştirilmesi ve Türkiye’nin en önemli sorunu olan işsizlik ile mücadele edebilmesi için gelişmekte olan ülke ortalamalarının üzerinde bir performans sergilemesi şart. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya içinde sürekli bir çatışma ortamının varlığı ise durumu oldukça zorlaştırmakta. Ayrıca komşularıyla olan ilişkilerindeki gerginlikler siyasi uzlaşı ve bununla gelen ekonomik ve ticari işbirliklerini zayıflatıyor.
AB ülkeleri açısından baktığımızda, tablo biraz daha kötümser görünmekte. AB ülke ekonomilerinin 2007 küresel ekonomik krizinden bu yana istikrarlı bir yol bulamamış olması, 2011 yılında AB içindeki bazı ülkelerin kamu borç krizleri ile sarsılması ve hatta Maastricht Kriterlerini tutturamamaları, yaşlılık oranının yükselmesi, özellikle Akdeniz ülkelerindeki yüksek işsizlik rakamları, İngiltere’nin Brexit süreci, AB’nin çözümlemeyi bekleyen önemli konulan. AB’nin bu zamana kadarki tecrübelerini dikkate aldığımızda, her darboğazdan bir yenilemeyle, genişlemeyle ve birliği bir aşama daha ileri götürerek çıktığını görüyoruz. Türkiye’nin 2023 vizyonu ve AB’nin 2025 yılı için oluşturduğu senaryolar, tarafların birbirine bağımlılığını daha çok ortaya çıkarıyor. Türkiye’nin dış ticaret hacminin % 45’inin AB ile olması, bu bağımlılığın somut belirleyicisi niteliğinde. AB tarafında ise Beyaz Sayfa raporundaki beş senaryonun üçünde Türkiye ile ekonomik ve siyasi ilişkilerini sürdüreceği öngörülebilir.