İstanbul; geç Osmanlı dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıç yıllarında fuhuş ve beyaz kadın ticareti konusunda bir ‘dünya merkezi’ olarak tanınıyordu. Osmanlı devletinin endişe duyduğu fuhuş, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da ulusal bir sorun olmaya devam etti. Geçtiğimiz ay, Libra Yayınevi tarafından yayınlanan ‘Günahkâr’ İstanbul: Erken Türkiye Cumhuriyeti Döneminde Fuhuş Denetimi (‘Wicked’ İstanbul: The Regulation of Prostitution in the Early Republic of Turkey) başlıklı kitabım söz konusu dönemde devleti ve halkı meşgul eden İstanbul’da fuhuş konusuna odaklanıyor.
Kadir Has Üniversitesi’nin Cibali Kampüsü’nde bulunan tarihi bina her eski yapıt gibi, geçmişin bir sembolüdür. Bu gibi yapıtlar, bize nereden geldiğimizi gösterir. Geçmiş zamanlan ve hayadan hatırlatarak artık var olmayan uygarlıkların hikâyelerini anlatırlar. Bu sayede, içinde yaşadığımız zamanı da daha iyi anlayabilmek mümkün hale gelir. Zira, şimdiki zaman dediğimiz şey, geçmişin birikintileri üzerine kurulur.
Artık yok olan ya da yok edilen yapıtların hikâyelerine erişmek mümkün müdür? Bir tarih araştırmacısı olarak ilgimi çeken; bu tür yitirilmiş ve anlatılmayan hikâyeler. Tarih kitaplarında unutulan ya da unutturulan birikintiler zinciri. Ancak, tarihçilik yalnızca geçmişle uğraşmak değildir. Geçmişe yönelik bakış açımız bugünün koşullan tarafından belirlenir. Bu yüzden, tarihle ilgilenmek özünde siyasi bir girişimdir. Tarih yazmak, aynı zamanda seçim yapmak demektir. Hangi konuya odaklanacağımız, buna hangi ayrıntılan dahil edeceğimiz ve hangi bilgileri dışarıda bırakacağımız gibi sorular, tarihin siyasetini oluşturur. Hatırlamanın ve unutmanın siyaseti...
Winston Churchill, “tarihin galipler tarafından yazıldığını” söyler. Gerçekten de, uzunca bir süre, tarih bu anlayışa göre yazılmıştır. Geçmişte, tarih kitaplarında yalnızca siyasi olaylar ve savaşlar yer almaktaydı. Ancak, 1960’larda sosyal devrimlerle beraber tarih de yeniden düşünülmeye başlandı. Tarihe bakış yeni boyutlar kazandı. Tarihte, yalnızca siyasi olaylar değil, gündelik ve sıradan konular da önemli hale geldi. Öncü konumundaki yönetici kesimlerin yerine, alt sınıfların ve marjinalize edilen insanların hayatlarına odaklanıldı.
Bu sayede, sosyal tarih de ciddiye alınan bir yöntem olarak yaygınlaştı. Sosyal tarihçiler; işçi, kent ve kadın tarihi gibi üzerinde yeterince durulmayan, görmezden gelinen konulan araştırmaya başladılar. Sosyal hayatın, yalnızca siyaset ve iktidar tarafından şekillenmediği, ‘sıradan insanlar’ın eylemleriyle dönüştüğü gerçeği anlaşılmaya başlandı. Tarihçilik konusunda yeni yöntemler geliştirildi. Bu çerçevede, sosyal tarih ile siyasi tarihin birbirinden uzak olmadıklarını, birbirlerini desteklediklerini ve beraberce ele alınmaları gerektiğini düşünüyorum.
FUHUŞ İSTANBUL’UN BİR MESELESİ İDİ
Nisan 2012’de Libra Yayınevi tarafından yayınlanan ‘Günahkâr’ İstanbul: Erken Türkiye Cumhuriyeti Döneminde Fuhuş Denetimi (‘Wicked’ İstanbul: The Regulation of Prostitution in the Early Republic of Turkey) başlıklı kitabım, bu bakış açısıyla kaleme alındı. Kitap, söz konusu dönemde devleti ve halkı meşgul eden İstanbul’da fuhuş konusuna odaklanıyor. Bugün yeterince bilinmemekle birlikte İstanbul; geç Osmanlı dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıç yıllarında, fuhuş ve beyaz kadın ticareti konusunda bir ‘dünya merkezi’ olarak tanınıyordu. Bu nedenle, konu yeni kurulan Cumhuriyet açısından endişe verici bir mesele idi.
Bu çalışma kapsamında, İstanbul’da bulunan Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile Ankara’da bulunan Cumhuriyet Arşivi’ndeki belgelerin yanı sıra, 1928’den 1935’e kadar İstanbul’da yayınlanan gazete ve dergileri inceledim. Ayrıca, Cenevre’deki Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) Arşivi’nde bulunan fuhuş konusundaki raporlar ve yazışmalardan faydalandım. Bu kaynakların yardımıyla, o dönemde fuhuşun nasıl değerlendirildiğini değil, fuhuşla ilişkili olarak kurulan söylemleri incelemeyi amaçladım. Fuhuş konusunun kesiştiği milli Sağlık, feminizm, kadın haklan, azınlıklar, milli kimlik ve kent planlaması gibi konulardaki tartışmaları dikkate aldım.
Ancak, araştırma sürecinde bir tema giderek daha belirgin hale geldi: Direnç...
GENELEV SİSTEMİ OSMANLI’DAN MİRAS
İstanbullular, 1920 ve 1930’lu yıllarda, resmi makamlara dilekçe yazarak ve gazetelere şikayet mektubu yollayarak, devletin planladığı genelev semtlerine karşı çıktılar. Bu tepkiler nedeniyle söz konusu planlar uygulanamadı. Kadınlar da direndiler... Kadın yazarlar, devletin fuhuş konusunda çıkarttığı kanunları eleştirdiler. Seks işçisi olarak çalışan kadınlar da, devletin kurduğu resmi genelevlere girmeyip serbest çalışmayı tercih ettiler. Direnç, devlet içerisinde de varlığım gösterdi. Fuhuşun devletin denetimi altında olmasının uygun ve etik olmadığını savunan yetkililer, 1930’da sistemi uygulamadan kaldırdılar. Ancak, Sağlık Bakanlığı’nın ısrarıyla, üç yıl sonra, bugün de varlığını sürdüren denetim sistemi yeniden uygulamaya konuldu.
Türkiye’de uygulanan genelev sistemi aslında Osmanlı’dan kalan bir mirastır. Avrupa’nın hemen her yanında olduğu gibi, bu sistem ilk kez 1880’lerde Beyoğlu’nda uygulandı ve zamanla yaygınlaştı. O yıllarda, devlet Müslüman ve gayrimüslim seks işçilerini birbirinden ayrı tutmaya çalışıyordu. Seks işçilerinin çalıştıkları evler, dine göre ayrılmıştı ve İstanbul’un ayrı semtlerinde bulunuyordu. Ancak, Birinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında artan fuhuş giderek devletin kontrolünden çıktı. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, Milletler Cemiyeti 1924’te İstanbul’daki fuhuş sektörünü incelemek üzere bir araştırma yaptırdı. Osmanlı devletinin endişe duyduğu fuhuş, Cumhuriyetim ilk yıllarında da ulusal bir sorun olmaya devam etti.
Unutulan bu tarih, bugün çeşidi araştırmalar sayesinde yeniden gün ışığına çıkıyor. Bu anlamda yepyeni bir dönemden geçiyoruz. Bir yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemi yeniden mercek altına atmıyor. Diğer yandan, Osmanlı tarihi hem akademik araştırmalara konu oluyor hem de popüler kültür tarafından değerlendiriliyor. Geçmişin nostaljik bir biçimde yeniden canlandırıldığı bu dönem, ‘Yeni Osmanlıcılık9 olarak değerlendiriliyor. Geçmiş, hiç olmadığı kadar şimdiki zamanı işgal ediyor. Bu noktada, ‘tarih5 yazarken ne derece ‘yaratıcı’ olduğumuzu sorgulamamız gerekiyor. Geçmişte yaşananlara karşı sorumluluğumuz nerede başlayıp nerede bitmektedir?
20. yüzyılın başında, kimi Osmanlı aydınları, İstanbul’daki fuhuş sorununun Batılı bir fenomen olduğunu ve Batıdan ithal edildiğim ileri sürerek, Müslüman bir ülkede bu tür bir sorun olmadığım savunuyorlardı. Ancak çeşitli araştırmaların da ortaya koyduğu gibi, fuhuş Osmanlı’nın her döneminde var olmuştur. Devlet denetimi öncesinde ise, fuhuş yalnızca gayrimüslimleri ilgilendiren bir konu değildir. Bu bağlamda, fuhuş yaptıkları için İstanbul’dan İç Anadolu’ya ya da Akdeniz adalarına sürgün edilen Müslüman kadınlarla ilgili belgelere bakmak yeterlidir.
Önce yaşadıkları yerlerden sürgün edilen bu kadınlar, zamanla tarihten de sürgün edildiler. Bu çerçeveden bakıldığında, tarihi sürgün edilenlerin hikâyesi olarak nitelendirebiliriz. Sessiz kalmanın ya da suskunlaştırılmanın tarihi... Tarih, sorgulanmadığı ve eleştirel bir gözle değerlendirilmediği takdirde, belleğe uygulanan suskunlaştırıcı bir şiddete dönüşür. İşte bu, siyasetin şiddetidir.