Bir Sosyal Bilimcinin "Arabesk" Varoluş Serüveni

Bir Sosyal Bilimcinin

Kent planında meydana gelen sosyolojik, sosyoekonomik hareketleri saptaması, kentsel dönüşümün dinamiklerini irdelemesi, yeni kent oluşumlarını hazırlayan etkenleri sorgulaması, kent çalışmalarını sosyal bilimler alanının verileriyle bütünleştirmesi, kavramsallaştırması, yorumlarıyla ortaya koyması ve son 25 yılda kesintisiz olarak sürdürdüğü ufuk açıcı alan araştırmaları ve kuramsal çalışmaları nedeniyle Kadir Has Üstün Başarı Ödülü’ne layık görülen Prof. Dr. Sema Erder’in ödül töreninde yaptığı konuşma, akademide kadın dayanışmasını vurguluyor.

Kadir Has Ödülü hiç beklemediğim bir anda geldi ve beni gerçekten çok sevindirdi. Jürinin gerekçesi de, törenin zarafeti de beni çok etkiledi. Bu ödülün verilme nedeni üstüne düşünmek, beni bugüne kadar neyi, niçin, hangi koşullarda yaptığımı sorgulamaya itti. Bu yazıda, özellikle genç sosyal bilimcilere “yerel’i gözlemleyen bir araştırmacının “arabesk” varoluş serüvenini aktarmaya çalışacağım. Bu yazıyı yazarken, 1989’da yapılmış olan Ertem Eğilmez’in, Arabesk filmini hatırladım, tekrar seyredince “Recep İvedik”leşmeden önceki halimizi, bu sürrealist filmde olduğu gibi, kendi hayatımızda da bütün aksilikleri doğal kabul ederek, saf bir umudu yaşatmaya çabaladığımızı düşündüm.

Gençlik yıllarımda okuldaki eğitimle, evdeki ve sokaktaki yaşamın çelişkileri kafamı sürekli meşgul ediyordu. Bir süre sonra Türkiye’deki entelektüel ortamın kozmopolitliği de, “yerli-milli” olduğumuzu öğretmeye çalışan eğitimle çelişmeye başladı. Bu zorlanmanın kişisel yetersizlik anlamına gelmediğini, insani bir durum olduğunu, çok değerli “frankofon” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın elli yaşından sonra ilk kez gittiği Paris’te yaşadıklarını samimiyetle anlattığı Zeynep Kerman’ın hazırladığı (1992) mektuplarını okuyunca anladım.

Üniversite yıllarım “68” hareketinin, cinsel özgürlüğü dışlayan, yerli versiyonunda geçti. Mülkiye’nin göreli özgür düşünce ortamı hem sınıftaki hem de kantindeki eğitimimizin canlı geçmesini sağlıyordu. Kantinde öğrenciler “anti komünizm- anti emperyalizm” tartışmaları yaparken, sağcı öğrenciler Hür Düşünce Kulübü’nün, solcu öğrenciler ise Fikir Kulübü’nün düzenlediği toplantıları izleyebiliyordu. Hür Düşünce Kulübü’nün, siyasal liberalizmden çok, ekonomik liberalizmi destekleyen üyeleri sonradan Türkiye sağının önemli siyasal aktörleri oldular. Buna karşılık Fikir Kulübü’nün üyeleri ise 1971 darbesinin zorbalıklarıyla baş başa kaldı, o dönemin kaybedenleri oldu, bir kısmı da ne yazık ki düşüncelerini hayatıyla ödedi.

Siyasetin acımasızlığını genç yaşta yaşamak hepimizi çok etkiledi ve bilgi-güç ilişkisi, bilginin anlamı ve bilginin nasıl üretildiğini sorgulamaya başladım. Kendi aramızda “Türkiye nasıl kurtulur?”u tartışırken, “kurtuluş” reçetelerinin acı veren yenilgilerini yaşadıktan sonra “Türkiye nasıl bir toplumdur?” tartışmalarına başladık.

“Köylülükten çıkış” ilgi duyduğum konuların başındaydı. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etüdleri Enstitüsü’nde (NEE) yaptığım yüksek lisans tezim “kır-kent göçü ve meslek devingenliği” konusundaydı. O dönemde üniversitelerde “sınıf” gibi Marksist jargonun açıkça telaffuzu tabu olduğu için yakın kavramlarla kendimizi ifade etmek daha az tehlikeli görülüyordu. Aynı konuyu sürdürmek için Londra’ya gitmek üzereyken, 12 Mart geldi çattı, NEE’de Nusret Fişek ve ekibi tasfiye edildi, birçok doktora öğrencisi gibi benim de bursum iptal oldu, yurt dışına çıkışım engellendi.

Bütün şanssızlıklardan sonra yapıldığı gibi, şimdi, züğürt tesellisiyle kendimi avutarak bu aksiliğin bana yeni bir kapı açtığını söyleyebilirim. İstanbul Nazım Plan Bürosu’nda, Dünya Bankası’nın bir projesinde Turgut Cansever, Ömer Uluç, Ertuğrul Menteşeoğlu, Mithat Yenen, Leslie Green, Stanislaw Wellisz, Von Moltke gibi uzmanlarla çalışmak olağanüstü bir fırsat oldu. Bu arada, Mübeccel Kıray da, 12 Mart sonrasında ODTÜ’den ayrılmış, aynı projenin Merkezi İş Alanları (MİA) araştırmasını yapmayı üstlenmişti. Ancak, bu araştırma da kesintiye uğradı, Kıray’ın elinden alındı ve hepimiz bu projeden ayrılmak zorunda kaldık.

Bu ülkede teknokratik ve akademik bilginin güçsüzlüğünün ne derece vahim olduğunu bir kez daha yaşadım. Plancılar, İstanbul’un başına gelecekleri tahmin edebiliyorlar, öneriler geliştiriyorlar ama gerçekleşmesini bir türlü sağlayamıyorlardı. İnanılmaz bir başarısızlık ve çaresizlik duygusuyla çabalayan, kaybetmeye mahkum bu yetenekli teknokrat grubuyla çalışınca “planlama ve demokrasi” ilişkisi üzerinde düşünmeye başladım. O tarihlerde, popülizmin planlama kurumuyla yarıştığım sezmiş ama nedenlerini tam anlamıyla kavrayamamıştım.

1980 sonrasında, Mübeccel Kıray, birçok özel yüksekokulun birleşmesiyle yeni kurulan Marmara Üniversitesi’nde akademik yaşamına geri döndü, beni de buraya girmeye teşvik etti. O dönemde, Fulya Atacan, Ayhan Aktar ve ben Mübeccel Kıray’ın ilk ve son doktora öğrencileri olarak aynı yerde buluşarak, İstanbul’un o dönemdeki sinik ticari iklimiyle yetişmiş olanlarla, bir önceki dönemin “siyaset-zedelerinin” karışımından oluşan oldukça karmaşık akademik ortamına girmiş olduk.

Aynı dönemde, NEE’deki haksızlıkları izleyen Frederic Shorter’ın, önerdiği, MEAwards’ın araştırma bursu, “demokratik kent planlaması” uygulamalarının yapıldığını öğrendiğim İsveç’e gidebilmem için yeni bir fırsat yarattı. Stockholm, tıpkı Tunç Okan’ın Otobüs filminin yolcuları gibi, beni de, dünyada maçoluğun denetim altına alındığı, sakin yaşamın ve olağanüstü bir doğanın tadının çıkarılabildiği bir ortamın varolabileceği algısıyla beni şaşırttı. O dönemde, Bijoy Sarkar, Tomas Lunden ve Tomas Hammar’ın akılcılıklarından ve gerçekçi tevazularından çok etkilendim.

Stockholm’de yerleştirildiğim Rinkeby’nin Konya Kulu’dan gelen Türkiyeli göçmen işçilerin, 12 Mart ve 12 Eylül-zede siyasilerin, Şili’deki darbeden kaçan mültecilerin, Afrikalıların ve İsveçlilerin birlikte yaşadığı, konforlu bir banliyö olduğunu fark edince, “getto” araştırma konum oldu. Bu çalışmamı 2006 yılında Refah Toplumunda Getto başlığıyla yayımladım. Doktoram, bizim akademik dünyamızda çok da ilgi çekmese de, benim daha rahat çalışmamı sağlayacak güvenceli bir işte, üniversitede, kalmamı sağladı. Uluslararası toplantılarda ise “getto” kavramının geçmişi hatırlatan, tabu bir kavram olduğu söylendi, eleştirildi ve bu kavramı kullanmamam istendi. Yerine önerdikleri “cemaat”, “koloni” ya da “diaspora” gibi kavramları ise ben kullanmayı reddettim. Son günlerde, bu kavramın Avrupa’daki göçmen mahalleleri için kullanılmaya başladığını görüyorum.

Uzun süre çalıştığım Marmara Üniversitesi’nde, akademik yaşamını siyasette, piyasada ya da bürokraside yükselme aracı olarak gören- görmeyen her eğilimde öğretim üyesi çalışıyordu. Her ne kadar araştırma geleneğine sahip olmasa da, buradaki toleranslı ortam, bizim gibi araştırma yapmak isteyenlere engel olmuyordu. Farklı disiplinlere mensup azınlık grubu olmamızın rekabetten çok dayanışmaya dönüşmesi de buna çok önemli katkı yaptı. Bu noktada, bu toleranslı ortamın İslamcı siyasal harekete yakın olanlara da yer açtığını söylemem gerekir. Her ne kadar 28 Şubat’ın travması, onları etkilemiş olsa da, bu grubun siyasette yükselmek isteyenleri de kendilerine yer buldular.

Bir kesimi kesintiye uğrayan, bir kesimi tamamlanarak, yayınlanan araştırmalarım üzerinde geriye bakıp düşündüğümde bazı temaların süreklilik kazandığını ve bir araştırmanın diğer araştırmanın tasarlanmasına neden olduğunu fark ediyorum. İstanbul’u gözlemlemek, nasıl bir şehir olduğunu izlemek ve anlamaya çalışmak sürekli ilgilendiğim bir konu oldu. Bu çalışmalarımı İstanbul Bir Kervansaray (mı?) (2015) başlıklı derlemede yayımladım. Burada, demografi ve niceliksel yöntem bilgisine her zaman hayranlık duyduğum, eski arkadaşım Ferhunde Özbay’la birlikte birkaç yıl emek vermemize karşın tümünü yayınlayamadığımız çalışmaları, -Marmara Bölgesinde Nüfus, Kentsel Gelişme ve Yerleşme Örüntüsü (1987) ve İstanbul Metropoliten Kenti, ve Marmara Bölgesinin Kentsel Gelişme Örüntüsü (1988) -hatırlatmam gerekir.

Süreklilik kazanan bir başka tema da Nihal İncioğlu ile birlikte sürdürdüğümüz yerel siyaset, yerel demokrasi ve yerel yönetimler konusu oldu. Bu çalışma Türkiye’de Yerel Politikanın Yükselişi: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Örneği,1984-2004 (2008) başlığı ile yayımlandı. Bu ortak çalışma deneyiminin benim için anlamı, kadın dayanışmasının, bu erkek egemen toplumda, sadece iş yaşamında değil aynı zamanda özel yaşamda da ayakta kalmayı kolaylaştırdığını idrak etmemi sağlamış olmasıydı. Bu belki de, benim için, araştırmanın kendisinden de daha değerli oldu.

“Köylülükten çıkış” konusu hemen bütün araştırmalarımın arka planında yatan bir tema olarak kalmaya devam etti. Bu bağlamda Ümraniye araştırması, İstanbul’a Bir Kent Kondu: Ümraniye (1996) göçle gelenlerin iş ve konut piyasalarına eklemlenmelerini sorguladı. Pendik araştırması, Kentsel Gerilim (1997) ise konuya etnik ilişkiler boyutunu ekledi. Köylülükten çıkış konusunun “evrensellik-öznellik” bağlamında karşılaştırmalı olarak tartışılmasının gerekliliğini ve bu konuya bir de toprağın kullanım haklarındaki değişim açısından bakılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Zaman içinde, bu kapsamlı konu “zorunlu göç” ve “iskan kurumu” ilişkisini anlamaya dönüştü. Ahmet İçduygu’nun koordinatörlüğünde yürütülen “Türkiye’nin Uluslararası Göç Politikaları, 1923-2023” projesinin bir parçası olan “iskan” çalışmasını 2015 yılında yeniden yazdım, ancak bir türlü yayınlatamadım.

Güncel “inşaat seferberliği” ve “kentsel dönüşüm” meselelerinin tartışılmasına da katkıda bulunacağına inandığım bu “mesele”nin ipuçlarını, üç yıl önce bir araya geldiğimiz farklı disiplinlere mensup meraklılardan oluşan bir grupla yakalamaya çalışıyoruz.

Dış göç konusu, 2000’li yıllarda Türkiye’ye çalışmaya gelen yabancıları farketmemizle nitelik değiştirdi. Kuvvet Lordoğlu’nun koordinatörlüğünde UGİNAR (Uluslararası Göç, İşgücü ve Nüfus Araştırması) projesi olan Türkiye’de Yabancı İşçiler (2007) ve İsveçli akademisyenlerin desteğiyle oluşturduğumuz uluslararası ağ (IMILCO -International Migration, Irregular Labour and Community) birçok yeni araştırmaya kaynaklık etti. Eski öğrencim ve şimdi de çok yakın çalışma arkadaşım, dostum ve her daim akıllı eleştirmenim olan Selmin Kaşka -bu yazıyı da onun ve kızım Ayşe H. Köksal’ın eleştirileriyle geliştirdim- ile yaptığımız yabancı kadın işçilerin istismarı ile ilgili araştırma, Düzensiz Göç ve Kadın Ticareti: Türkiye Örneği (2003) ise orta sınıf ortamlarda yetişmiş olan bizlere kadın sorununun ne kadar evrensel olduğunu gösterdi.

Bugünlerde özgüvenli, titiz, çalışkan ve eleştirel olmanın yararlarını özümsemiş genç sosyal bilimcilerin yeni dalga siyasi müdahaleleri büyük bir şaşkınlık ve üzüntüyle izlediklerini tahmin edebiliyorum. Türkiye her zaman yaşaması zor ama bir o kadar da heyecan verici bir ülke oldu; genç sosyal bilimci meslektaşlarımın da yaratıcılıklarının zedelenmesine izin vermeyerek, tam tersine daha da geliştirerek, bu gücün karşı konulmazlığını yeniden keşfetmelerini gönülden dilerim.