Geride bıraktığımız 2013 yılı dünyanın her yerinde iç savaşlar, krizler, “daha çok demokrasi” için meydanlara toplanan kalabalıklar, yönetimlerin kitlelere tepkisi, protestolar vb. toplumsal hareketlerin yoğun olarak yaşandığı günlerle ama Türkiye için biraz da kamuoyunun yakından tanıdığı renkli simaların peşi sıra ölümleriyle hatırlanacak sanırım. Geçtiğimiz yılın son aylarında kaybettiğimiz sanatçılardan biri de Türkiye tiyatrosunun önemli isimlerinden biri olan Nejat Uygur’du. 86 yaşında hayata veda eden sanatçı, 2007 yılında geçirdiği beyin kanaması nedeniyle uzun süredir sahne ve ekranlardan uzaktı.
İsmail Dümbüllü tarafından keşfedilen usta sanatçı, son dönemde Vizontele Tuuba (2004) ve Beyaz Melek (2007) filmlerinde oynamıştı. Ama biz onu çoğunlukla 8O’li ve 9O’lı yıllara damgasını vuran Ah Orası Tımarhane mi?, Aman Özal Duymasın, Hastane mi Kestane mi?, Minû Minti, Şeyini Şey Etliğimin Şeyi gibi tiyatro oyunlarıyla ama en çok da seyirci rekoru kıran Cibali Karakolu oyunuyla hatırlıyoruz; Cibali Karakolu’nun çapkın başkomiseri Cafer Kıskıvrak, nam-ı diğer Kayserili Kemikkıran Cafer olarak.
Uygur’un “Cibali Karakolu 1945” olarak sahneye koyduğu oyunda, her ne kadar olaylara 1945 yılının Temmuz ayında geçiyor izlenimi verilse de l94O’lı yıllara damgasını vuran komünistlere yönelik “cadı avım” anımsatan birkaç espri dışında daha çok 8O’leri izler gibisiniz. Herhangi bir tahsili olmayan, askerde jandarmayken polis olup “ 1. sınıf kıdemli kolu çizikli başkomiserliğe” kadar yükselen Cafer’in görev yaptığı karakol ve çevresindeki olayların merkezde olduğu oyunda kıt kanaat zor şartlarda çalışan ve soğukta soba liflemekten kaşları, kirpikleri yanan polislerin mahalle halkıyla yaşadıkları komik hikâyeler anlatılıyor. Oyunun satir aralarında karakollarda yapılan kötü muameleye ve adam kayırmacılığa göndermelere de rastlıyorsunuz. 8O’li yıllarda artık tatsız bir espriye dönüşmüş, şimdilerde neredeyse unutulmuş bir deyim olan “karakolda vatandaş muamelesi yapmak” ya da “karakola büyük adam düşürüp de bizi şarka sürdürme” diye başlayan karakol duası toplumsal hafızamızda çoğunlukla olumsuz yargılarla yer alan karakolları traji-komik bir biçimde yeniden hatırlatıyor. Oyunun bu denli popüler olmasında elbette, bilgisizliğini despot tavırlarıyla bastırmaya çalışan, yeri geldiğinde işkence de yapılabileceğini ima eden komiser Cafer rolündeki Uygur’un Şarlovari hareketler ve mimiklerle birleşen ve yıllar geçse de insanı gülümseten oyunculuğunun da büyük bir payı var.
Politik göndermelerin yanı sıra geleneksel temaşa sanatlarından seyircilerin aşina olduğu yanlış anlamaya dayalı esprilerin, cinsel göndermelerin ve kelime oyunlarının 8O’li ve 9O’h yıllarda gündelik dile ve sohbetlere sirayet ettiğini hatırlıyorum: “Randevu evi” yerine “randıman evi”, “Boğaziçi-gırtlak içi”, “Nişantaşı-hedeftaşı”, “Osmanbey-Abdurrahman Bey” gibi bir nevi Karagöz-Hacivat atışması oyun boyunca devam ediyor.
Cibali Karakolu oyunu ve popülerliği yalnızca son döneme ait değil, 1950’li yıllara dayanıyor, ^ifaf Gecesi (Nuits de noces) adlı bir Fransız komedisinden uyarlanan oyun önce “Bir Komiser Geldi” başlığıyla çevrilerek şehir tiyatrosunda oynanıyor ancak seyirci tarafından fazla rağbet görmüyor. Buna karşılık, Refik Kordağ ile Muammer Karaca tarafından uyarlanan ve Muammer Karaca Tiyatrosu tarafından ilk kez 195l’de Cibali Karakolu ismiyle sahnelenmeye başlayan eser 16 yılda 3 binin üzerinde oynanarak Türkiye’nin en uzun süre afişte kalan oyunu oluyor. Oyun o derdi popüler olmuş ki, Karaca Tiyatrosu bu gösterimin yurt içinde bazı korsan gösterimlerinin yapılıp halkın kandırıldığına dair gazetelere ilan vermiş.
Bu rakama Nejat Uygur’un 8O’li ve 9O’h yıllardaki gösterimlerini de eklersek karşımızda bir tiyatro fenomeninin olduğunu söyleyebiliriz. Oyuna ilham veren Cibali Karakolu bugün hala Haliç Surları’nda bulunan Cibali kapısının hemen yanı başında (Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü’ne gidilen kapı), Fetih sırasında önemli bir komutan olduğu söylenen yan gerçek yan efsane bir etno-marûre dönüşmüş Cebe Ali’nin türbesiyle sırt sırta metruk bir halde duruyor.
Dönemin gazete ve dergileri oyunun sahnelenmesi ve yıllar içinde bir fenomene dönüşmesine dair çok ilginç ayrıntılar içeriyor. Mart 1954 tarihli Resimli Ay dergisinde Müşerref Hekimoğlu imzalı yazıda Muammer Karaca’nın Cibali Karakolu’nu ziyareti ve halkın oyunu ve Karaca’yı ne denli gündelik hayatlarına dahil ettikleri anlatılıyor. Aynı yazıda, Karaca’nın arabasıyla yoldan geçerken memurları, “Cibali Karakolu” diye selam verdiklerini, Mahmutpaşa’da ‘Cibali Karakolu geliyor’ sözünü duyan seyyar satıcıların kaçıştıklarını, hatta Cibali’deki karakola gönderilen mektupların “Cibali Emniyet Amirliğine” diye yazıldığını öğreniyoruz. Karaca, oyunun bu denli sevilmesinin onun yerelliğine ve halkın söyleyemediklerinin sahnede dile getirilmesine, bunu da Demokrat Parti iktidarıyla birlikte memlekete hakim olmaya başlayan demokrasi rüzgarına bağlıyor.
Yazıyı daha da anlamlı hale getiren oyundaki Cibali Karakolu’yla Cibali’deki polis karakolunun karşılaştırılması. Aralarında pek bir fark olmadığını belirtiyor Müşerref Hekimoğlu: Güç işleyen telefon, kullanıla kullanıla ömrünü tüketmiş, harfleri “hasta” bir yazı makinesi, sobasız, “mangal üflemekten burnu, kaşı ve saçı tutuşan polisler”. Ancak oyunla birlikte karakolda bazı şeylerin düzeldiği de vurgulanıyor. Örneğin yepyeni bir yazı makinesi gelmiş oyundan sonra! 1954 Cibalisi’ne ilişkin de ilginç detaylar aktarıyor yazı: Nüfusu 13 bin olan semtte halkın çoğu Karadenizli. Anlatıldığına göre kavgalar, karakolluk vakalar ise hiç eksik değilmiş. Günde 7-8 vakanın olduğunu belirten memurlar, ortalama 19 saat çalıştıklarını, hatta Fener iskelesinde oturan muavinin ancak üç günde bir evine gidebildiğini söylüyorlar. Yazıda, Muammer Karaca’nın karakola geldiğini duyan halkın binanın önüne toplandığını ve usta oyuncuya sevgi gösterisinde bulunduğu da okuyoruz.
Milliyet gazetesi arşivinde başka ayrıntılar da mevcut: 1966 tarihli bir haberde, 15 yıl boyunca oynanan Cibali Karakolu’nun 3 bininci yaşına basması dolayısıyla Muammer Karaca ve diğer oyuncuların Cibali Karakolu’nu ziyaret ettiklerini ve karakolun önünde kurban kesildiğini öğreniyoruz. Aynı haberde, Muammer Karaca, uzun süredir ara verdikleri oyunu yeniden sahneye koymalarında karakolun yanında türbesi bulunan Cebe Ali Paşa’yı rüyasında görmesinin etkili olduğunu belirtiyor!
İşin ilginci bu kadar uzun süre oynanmış ve hâlâ da oynanan piyesin basılı bir metninin olmaması. Yine Milliyet gazetesi arşivinde bu konuyla ilgili bir haber yer alıyor. 13 Kasım 1955 tarihli Halit Kıvanç imzasını taşıyan haberin manşeti şöyle: “749 defa temsil edildikten sonra ‘Cibali Karakolu” piyesi şimdi kaleme alınıyor.” Muammer Karaca oyunların daha profesyonel bir biçimde sahneye konulması için M. Musenidis adh aslen Trabzonlu bir Yunan yönetmenle çalışmaya başlıyor. Yönetmenin Karaca’dan ilk talebi ise Cibali Karakolu’nun metnini okumak. Ancak Muammer Bey’in buna yanıtı olumsuz oluyor. Sekreterler tutup hafızalarındaki oyunu kağıda aktarmaya başlıyorlar. Böylelikle Kıvanç’ın da belirttiği gibi “tulûat tarihinin” büyük bir eseri metin halinde toplanmış oluyor. Ancak günümüzde bu oyunun basılı bir metnine ulaşamıyorsunuz. Hâlâ oynanmaya devam eden Cibali Karakolu’nu amatör tiyatrolar muhtemelen iskeletini, olay örgüsünü koruyarak günümüz esprileriyle yeniden sahneye koyuyorlar.
Geleneksel gösteri sanatlarının metin ve yazıdan çok söze ve doğaçlamaya dayalı olduğu düşünülürse aslında bu duruma şaşırmamak lazım. Karaca, aslında adaptasyon olan bu oyunun sadece iskeleti olduğunu, günün aktüalitesine göre esprilerin değiştiğini belirtiyor. Örneğin 6O’ti yıllarda Kıbrıs olaylarının alevlendiği dönemlerde ABD Başkam Johnson’ın İsmet İnönü’ye yazdığı mektubun oyun içerisinde popüler bir malzeme olduğunu görüyoruz. Böylece, Uygur ve Karaca’nın yıllarca kapalı gişe oynadığı oyunun popülaritesinin bir nedeninin de oyuncuların güçlü yorumlarının yanı sıra oyunun sürekti yenilenen içeriğiyle güncel politikayı takip etmesi, seyirciye ve döneme göre değişen espriler olduğu anlaşılıyor.
Maalesef bugün Karaca’nın oyununu seyredebilmemiz mümkün değil ancak yine onun başrolünü oynadığı fitine kolaylıkla erişilebilir. Birçok yönetmen oyunu sinemaya uyarlamak istemiş, hatta Yunanistan’dan bir yönetmen gelip oyunu defalarca izlemiş, ancak sonunda bu eserin sinemaya uyarlanamayacağına karar vererek ülkesine dönmüş. Sonunda 1966 yılında yönetmen Hulki Saner, başrollerini Muammer Karaca, Cüneyt Arkın ve Sevda Ferdağ’ın paylaştığı oyunla aynı adı taşıyan filmi çekmiş. Oyundaki 3 perdenin yerini değiştirmeyi teklif eden Saner’e Karaca’nın verdiği cevap ise oldukça ilginç: “Bu, alem bir oyun yahu. Düz oynarsan tiyatro oluyor, alt üst edersen film oluyor!” Film harika bir İstanbul silüetiyle açılıyor ve önce Cibali vapur iskelesini sonra ise şu an Kadir Has Caddesi olan (eski adıyla Abdülezel Paşa Caddesi) bir zamanların Arnavut kaldırımlı daracık sokağında yer alan Cibali Karakolu binasını görüyoruz. Olay örgüsü, Siirtli apartman sahibi zengin Emniyet Amiri Cafer Sabbah rolünde gördüğümüz Muammer Karaca’nın kiracısı Orhan’ın da içinde bulunduğu bir çapkınlık hikayesi olarak ilerliyor. Uygur’un oyunundan izlediğim kadarıyla yönetmen gerçekten de perdelerin yerini değiştirerek kronolojik bir akışla olayları yerleştirmiştir. Her iki eserde bazı ortaklıklar bulunsa da, Karaca’nın oynadığı emniyet amiri Cafer rolünün karakol dışında zengin bir salon adamı profili çizmesi ve çapkınlığının fazlaca vurgulanması, Uygur’un kimi zaman kaba saba ama yine de gariban ve etrafına karşı babacan tavırlarım çok daha sempatik ve sahici kılıyor bence. Elbette bu beyaz perde ile tiyatro sahnesinin izleyiciye farklı algılama biçimleri sunmasından da kaynaklanmış olabilir. Karaca’yı ve oyununu sahnede izlemiş olmanın daha farklı yorumlara kapı aralayacağı muhakkak.
2002 yılında kapanan Cibali Karakolu’nu Polis Teşkilatı’nın 16l’inci yıldönümü için “Geçmişten Günümüze Polis Kıyafetleri” adlı bir defile düzenleyen Faruk Saraç bir polis müzesine dönüştürmek istemiş, ancak bu konuda somut bir girişim olup olmadığını bilmiyoruz. Umarız bina en kısa zamanda bütün bu eserleri de bizlere hatırlatacak bir işlevle restore edilerek eski popüler günlerine kavuşur.