Gazete yazılarından oluşan kitaplar, genellikle okuyuculara soğuk ve mesafeli gelir. Elif Şafak’ın Firarperest’i ise aksine bir duygu uyandırıyor. Firarperest köşe yazılarından derleme bir kitap değil. Bir nevi cebinizde taşıyıp ihtiyaç duydukça açıp okumak isteyeceğiniz türlerden. Kitap; aşk, evlilik, yazarlık, çocuk sahibi olmak hatta nasıl yazar olunur, gibi konularda insanın kafasına takılabilecek soruları -çok derinlemesine olmasa da- hap bilgilerle yanıtlıyor.
Yeni romanını Londra’da yazacak
Son kitabının ismi gibi kendisini de bir süre önce İstanbul’dan Londra’ya firar eden Elif Şafak, kızı, oğlu ve annesiyle İngiltere’de yaşıyor ve son romanını Londra’da tamamlayıp Türkiye’ye dönmeyi planlıyor.
Bu, yazar ile okuyucu arasında ‘samimi’ bir köprü oluşturuyor. Bu köprü, derinlemesine bir bilgi vermiyor belki ama 21. yüzyıl insanının en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılıyor: Defo olarak gördüğü, sıkıntı duyduğu konuların bir yazıda anlatılıp, çözüm yollarının hap bilgi olarak verilmesi.
Böyle bir ihtiyacın kaynağında gerek Türkiye’de gerekse diğer ülkelerde teknolojiyle birlikte edebiyatla olan ilişkinin şekil değiştirmesi yatıyor. Artık okuyucuların büyük bölümü Firarperest’deki konu başlıklarında olduğu gibi kısa süreliğine de olsa aydınlanmak ve bilgiyi okur okumaz hayata geçirmek istiyorlar. İnsanlar öyle uzun uzun, derinlemesine bilgilerin peşinde değil; kısa, net ifadelerin peşinde.
“BENİ ANLIYOR, 0 DA BENDEN”
Zamanla Yarışan Kadınlar, Anarşist Aşklar ve Yazarları Sevmeyen Yazarlar başlıklı üç yazışım okuduktan sonra, Şafak’ın neden çok okunan bir yazar olduğunu üzerine de düşünüyorsunuz. Öncelikle, Şafak, net ifadelerin yazan. Her romanında değil belki ama düzyazıda öyle. Sıkıntı duyduğu basit bir şeyi anlatırken de bu anlatıma özen gösteriyor, tumturaklı bir konuyu anlatırken de. Bir de Türkiye gibi bir ülkede kadın olmanın zorluklarını çok iyi gözlemleyip, her yere yetişmesi gereken ‘robot-kadın’ beklentisinin çok farkında. Bunu da çok açık ifade ediyor. Bu da okuyucularda “beni anlıyor, o da benden” duygusunun oluşmasına neden oluyor.
Elif Şafak, Türkiye gibi bir ülkede kadın olmanın zorluklarını çok iyi gözlemleyip, her yere yetişmesi gereken ‘robot-kadın’ beklentisinin çok farkında. Bunu da çok açık ifade ediyor. Bu da okuyucularda “beni anlıyor, o da benden” duygusunun oluşmasına neden oluyor.
Ayrıca kitapta yer alan yazılar için şöyle de diyebiliriz: Çok okunan yazarın, bir anne-yazarın ve derdi olan bir kadının kafasını kurcalayan soru(n)lan var Şafak’ın. Aşk’ kitabıyla kısa sürede en çok satan yazarlar listesinin ilk sırasında yer alan Şafak, siyaset bilimi alanında akademisyenlik yapmış da bir isim. Aynı zamanda romancı ve köşe yazan. Bu yüzden ‘anne’ olmanın da ‘kadın’ olmanın da yarattığı pek çok grift alanlara dikkat çekiyor. Kendi yaşadığı sıkıntılardan yola çıkarak, kendi sıfatlarının üzerinde yarattığı duygulan, yaşadığı ve çevresinde gördüğü başka hikayeler ile harmanlıyor.
Elif Şafak, Türkiye gibi bir ülkede kadın olmanın zorluklarını çok iyi gözlemleyip, her yere yetişmesi gereken ‘robot-’ YAZI, YAZARININ AYNASI MIDIR?
Romanlar bir yazan gösteren en gerçek aynalar mıdır, diye kendi kendime sorarken, böyle bir aynanın tam manasıyla olmayacağım, eğer olacaksa da en yalın biçimde düz yazıda kendini göstereceğim düşündüm.
Evet, Firarperest bu anlamda Elif Şafak’ın belki de içindeki derin kuyuları, defolan, gizlemek istemediği kadınsı ve erkeksi halleri, düşünsel süreçleri ve belki de en önemlisi firar seven bir kadının bundan duyduğu hazzı tüm açıklığıyla anlatıyor.
Kadın-yazar olmak kavramını kullanmamaya özen göstersek de, serde de bir kadın, anne, kitabı en çok satan yazar kavramları da eklenince, ortaya ‘firar edemeyecek’ kadar yoğun bir kadın profili de çıkıyor. Ama; yazının, yazarından çok özgürlük isteyen yaşam alanlarında var olduğunu düşünürsek, Firarperest, tam da bu yanıyla firar sınırlarının nerelerde olacağını değil, olmayacağını gösteren, kadınlara özel bir el kitabı da.
“İSTANBUL ROMA’NIN İKİZ KARDEŞİDİR.”
Buket Uzuner’in dört yıl önce yayımlanan romanı ‘İstanbullular’ çizgi keyif aldığı mekanları Panorama Khas’a anlattı: roman oldu. Kitap, İngilizce’ye çevirilmiş olması ile de dikkat çekiyor. İstanbul’u Roma’nın ikiz kardeşi olarak kabul eden Uzuner, İstanbul’u ve gitmekten keyif aldığı mekanları Panorama Khas’a anlattı:
Çizgi roman kimin fikriydi?
- Çizgi roman çocukluk hayallerimden biriydi. Bir önceki kitabımın kapağında Ayşenur Ataysoy ile çalışmıştım ve tasarımını çok beğenmiştim. Çizgi romanda da birlikte çalışma karan aldık ve uzun süren bir sürece girdik. 1,5 yıl sürdü bu süreç ve epey zorluydu.
“Yazmak için ne ararsanız İstanbul’da bulabilirsiniz” diyorsunuz. Bu anlamda İstanbul hangi kentlerle benzerlik taşıyor?
- ‘New York Seyir Defteri’ adlı kitabımın önsözü şöyle başlar: “Eski kocam Paris, sevgilim New York, can dostum İstanbul”. Aslında İstanbul’u kuranlar Roma’yı kuran adamlardır ve bu nedenle İstanbul, Roma’nın ikiz kardeşidir de. Kültürel ve tarihi geçmişiyle elbette Paris, Londra, Venedik, Madrid ve Viyana ile aynı sırada olabilecek iken; yönetimsel ve kültürel cehalet ve altyapısızlıktan doğan eksiklikleri nedeniyle maalesef yaşam standartları açısından bir alt kat sıradadır.
VAPUR TUTKUNUYUM
İstanbul’da en çok neyin tutkunusunuz?
- Şehir hatları vapurunda Kadıköy-Karaköy arasını denizden çay içerek geçmenin! Beni bir vapura koyun, yıllarca Asya ile Avrupa arasında gidip gelebilirim. O derecede vapur yolculuğunu seviyorum. Yeni romanım ‘Uyumsuz Bayan Defne Türker’ de böyle başlıyor zaten.
Sizin ‘İstanbullu’ tanımınız var mı?
- İstanbul, aldığı göçler nedeniyle Türkiye’nin küçük ölçekli bir modeli de. ‘Yeni İstanbullu’ diye bir kavram da var artık. Artık homojen bir kendilik ve köylülük kavramı yok, küreselleşmeyle birlikte hepsi yeni bir hal aldı. Bu yüzden İstanbullular romanı pekala Türkiyeliler diye de okunabilir. Bu kavram da 21. yüzyılın yeni T.G. vatandaşıyla örtüşüyor.
“...Aslında İstanbul’u kuranlar Roma’yı kuran adamlardır ve bu nedenle İstanbul, Roma’nın ikiz kardeşidir de. Kültürel ve tarihi geçmişiyle elbette Paris’le, Londra, Venedik, Madrid ve Viyana’yla aynı sırada olabilecekken, yönetimsel ve kültürel cehalet ve altyapısızhktan doğan eksiklikleri nedeniyle maalesef yaşam standartları açısından bir alt kat sıradadır.”
Sizce İstanbul’un simgesi nedir?
- Tarihi yarımada profili.
Peki özellikle hangi mekanlar sizi bu şehirle bütünlüyor?
- Klasik meyhaneleri seviyorum. Bu yüzden, Moda’da Koço, Asmalı’da Yakup, Büyükada’da Fiştik Ahmet’in Prinkiposu’nu örnek verebilirim. Ama ben kafeleri de seviyorum. HouseCafe’leri ve İstanbul Modern’in kafesi de sıklıkla uğradığım mekanlar arasında.
Severek gittiğiniz kitapçılar var mı?
- Ben Kadıköylüyüm; bu yüzden önce Kadıköy’de Nezih Kitabevi, Alkım Kitabevi, Suadiye Remzi Kitabevi ve Moda Tarihçi Kitabevi ilk sırada geliyor. Avrupa yakasındaysa Pandora, Robinson ve Mephisto Kitabevleri’ne sık sık uğrarım.
KİMLİĞİMİ KAYBETMEDİM, HÜKÜMLÜDÜR
İlk tanıştığımız insanları genellikle iki kelimeyle tanımaya ve belki de en zoru anlamaya çalışırız. Bilindik ve bir yanıyla da sihirli sandığımız kelime; “Kimsin?” ya da “Kimlerdesin?”dir.
Ne gariptir ki, bu iki soruyla bir insanı tanımak çok da mümkün değildir. Çünkü “biz"i oluşturan unsurlar, kim ya da kimlerden olduğumuz belirlemez. Bu sorularla sadece nüfus kağıdı bilgisine ulaşırız, o kadar.
Gündüz Vassaf’ın Radikal Gazetesindeki Uçmakdere Yazılarından derlenen ikinci kitabı ‘Kimliğimi Kaybettim Hükümsüzdür’, kimlik kavramı hakkında pek çok şeyi anlatıyor. Kendimizi tanımlamak için sicilde yer alan bilgilerin hiçbir önemi olmadığım anlatan yazar, kendimizi en iyi anlatmanın yolunun ise hiçbir sıfat eklemeden konuşmak olduğunu söylüyor. Öldükten sonra kimliğinizi kanunen devletin teslim aldığım düşünürsek, yazar bunda son derece haklı gözüküyor. Gerçek ‘biz’, kimlerden olduğumuzda değil, kendimizi kim olarak tanımladığımızda saklı. Tanımlarken de sıfatlardan sıyrılmış bir anlatıştan bahsediyoruz. Kitabı okurken kimlik ile ilgili birçok kavram hakkında da düşünme fırsatı buluyorsunuz. Aidiyet, ulus- devlet, Türk bayrağı, kapitalizm, ikili ilişkilerin milenyum karşılığı bu kavramlardan sadece birkaçı.
ULUSLAR DA BİREYLER GİBİ UTANIR
Gündüz Vassaf, ‘Cehenneme Övgü’ ve ‘Cennetin Dibi’ kitaplarında da olduğu gibi son kitabında da insanın zihin sınırlarının yine kendi zihin sınırlarını aşma bilinciyle ilintili olduğunu anlatıyor. O; kendimizle, çevremizle olan ortak düşünce modellerinin bizi şekillendirdiğini ve aslında seçtiğimiz insanların da, kavramların da bu şekilde belirlendiğini düşündüren yazar-filozoflardan. Filozof ünvanım da okuyucunun ufkunu değiştiren, bunu yaparken de var olan, bilinci zorlayan nokta vuruşlarıyla yapmasından alıyor. İnşam zorluyor, düşünce ekseninin klasik öğretilerden farklı olabileceğini gösteriyor. Ve her Vassaf kitabını bitirdikten sonra olduğu gibi, kitaba başlamadan önceki halinizden çok daha farklı biri olarak olaylara bakıyorsunuz. Kimliğimi Kaybettim Hükümsüzdür’de ayrıca, öz benliğimize kendimizi iyi çözerek ve iyi analiz ederek gidebileceğimizi anlatıyor. Yazar bunu da sadece bireyler üzerinden değil, uluslar üzerinden de anlatıyor: “Uluslar da bireyler gibi utanır. (...) Uluslar vardır, tarihin karanlık sayfalarım herkesin gözleri önüne teker teker açmaya başlar, ibret olsun diye.” Vassaf’ın dediği gibi, kendilerinin olmadığı bir dünya düşünemeyen uluslar nasıl varsa, insanlar da var. Biz de onlardan olmayalım!