Hümanizma ilkin ve dar anlamıyla, ilkçağ edebiyatı üzerindeki -daha çok filolojik nitelikte olan-çalışmalara verilen addır. Geniş anlamıyla ise tarihsel süreçte insanı “insan etme” çabalarının tümünün adıdır.
Hümanizma sözcüğünü ilk olarak 19. yüzyılda Almanya’da Friedrich Immanuel Niethammer adlı bir pedagog kullanır. Ancak hümanizma teriminin içerdiği anlam, antik dönemden başlayarak çeşitli sözcükler aracılığıyla varlığını devam ettirir ve bu durum kavramın birden çok anlam yüklenmesine neden olur.
Homeros’tan itibaren hümanist düşünce, kişilerin yeteneklerini en üst düzeyde geliştirme ve en önemli başarılara ulaşma ideali olarak karşımıza çıkar. İlkçağ hümanizminde bu ideale ulaşmak için gösterilen çaba, daha sonraki dönemlerde olduğu gibi topluma karşı duyulan sorumluluğun ya da kamu yaran gibi düşüncelerin bir gereği değil, tamamen kişinin birey olarak başarıya ulaşma çabasıdır. Bu düşüncenin en güzel örneği antik dönem “kahraman’larından Akhilleus’un, ya Troia savaşında genç yaşta ölerek büyük bir ün kazanması ya da yurduna dönüp kral olarak uzun bir ömür sürmesi arasında, kaderine ilişkin yaptığı seçimdir.
Zihnin geliştirilmesiyle bireyin üst düzey bir kültüre ulaşmasının amaçlandığı ilkçağ hümanizminin önemli isimlerinden Protagoras’m “İnsan her şeyin ölçüsüdür” ifadesi insanın önemini vurgularken çağdaşı Sokrates, “İnsanların kendilerini bilmeleri zorunludur, çünkü erdem bu bilgidir. Akıl dışında başkaca bir irade yoktur” sözleriyle insanın akımı kullanabildiği sürece bilgili ve erdemli olabileceğini dile getirir.
Roma’da hümanizma kavramı bireysel olmaktan çok devlete hizmet biçimini alır. Hümanizma kavramının türediği humanitas sözcüğü ilk olarak Cicero’da karşımıza çıkar. Roma’da yönetime katılma hakkına sahip olmak isteyen genç erkeklerin yetiştirilmesinde studia humanitatis olarak adlandırılan eğitimde şiir, ahlak ve tarihin yam sıra retorik (güzel konuşma) çok önemliydi. Ancak hümanizmanın salt retoriğe dayalı olduğu söylenemez. Hümanizma, insanı tek ve değişmez bir özle açıklamaktan uzaktır, insanın önceden belirlenmiş, değişmez bir özü olmayışına tam tersine onun değiştirilebilirliğine, eğitilebilirliğine bağlı olarak, hümanizmanın yeni insan yaratmada dönüştürücü önemli bir rolü vardır. Bu bağlamda asıl amaç etkin hümanizmaya ulaşmaktır. Nitekim Cicero’nun kullanımıyla humanitas, her şeyden önce bir insan ülküsüdür. Cicero’nun insan anlayışı, bilgi, kültür, ahlak, terbiye ve nezaket, kibarlık, ruh asaleti ve yüceliği, onur, adalet, gibi insanı insan kılan tüm nitelikleri içeren bir kavramdır.
Hıristiyanlığın Roma’da yayılmaya başlamasıyla birlikte kişilerin başarı, istek ve amaçlan bu dünyadan çok öteki dünyaya yönelmiş böylelikle ilkçağlardan başlayarak devam eden hümanizm dünya görüşünde bir gerileme yaşanmıştır. Bu dönemde insan, günah işlememek için birçok isteğinden vazgeçmiş, elini eteğini bu dünyadan çekmiştir.
Rönesansa gelindiğinde Ortaçağdan farklı bir toplumsal ortam oluşmaya başlar. Ortaçağ uygarlığı derebeyi ve ruhban sınıfının etkisindeyken özellikle İtalya’da değişen ticari hayat, açılan üniversiteler toplum yaşamında önemli değişimlere neden olur. Bütün bu gelişmelerle birlikte dünyanın yalnızca acı çekilecek bir yer olmadığı düşüncesi önem kazanır. Kilisenin ruh ile beden ilişkisi, insan onuru, mutluluk gibi konulardaki görüşlerinin sorgulanmaya başlanması beraberinde klasik dönem edebiyatında ele alınan tüm bu konulan yeniden gündeme getirir.
İlk olarak filolojik çalışmalara yönelen Hümanistler zamanla çalışma alanlarını genişleterek doğa olaylarını ve metafizik konulan da incelemeye başlamışlar, böylelikle o zamana kadar var olan kalıp düşüncelerin baskısından sıyrılmışlardı. Skolastik düşünürler, antik çağ klasiklerini, Hıristiyan inancının insan ruhunda öncesiz ve sonrasız olarak yer aldığını göstermek ve buna tanıklık ettirmek için ele alıyorlar ve yorumluyorlardı. Hümanistler de klasik metinlere yönelik bu geleneksel Ortaçağ yaklaşımının geçersiz olduğunu söyleyerek, Aristoteles ya da Cicero gibi antik çağ yazarlarının sözleri konusunda toplanmış tüm yorumlan reddettiler ve özgün metinlere geri dönülmesi konusunda ısrarcı oldular.
Hümanitler, Kilisenin din odaklı, nefsini yok sayan, tek görevi Tanrının iradesine köle olarak onun adını yüceltmek olan insan algısına ve Tanrın istemi sonucu oluşan evrenin sorgulanamayacağı görüşlerine “evren üzerine insanın da bir düşüncesi olabilir. Nasıl ki Yunanlıların ve Latinlerin vardı” diyerek karşı çıktılar. Ancak bu karşı çıkış Rönesans hümanistlerinin dini reddettikleri anlamına gelmez. Hümanist düşünürler kısaca “İnsan, Tanrının bir avuç balçığı diye küçük görülmeyip İNSAN olarak ele alınmak ve doğa da Tanrının sanatının bir eseri olarak değil İNSAN ORTAMI olarak incelenmelidir” görüşlerini savunurlar. Örneğin Hümanizmin babası sayılan Petrarca Hıristiyan inancına bağlı olmakla birlikte “insanın değişip mükemmelleşebilmesi ancak onun her türlü çalışmaya konu yapılmasıyla gerçekleşebilir’’ derken Ortaçağ skolastik düşüncesinin insana yer vermeyen anlayışına tepki gösterir. “De Vita Solitaria” (Yalnız Yaşam Üstüne) ve “De Otio Religioso” (Dinsel Tembellik Üstüne) adlı yapıtlarında Petrarca, yalnızca birey olarak yaşamanın erdemini savunur. “Mutluluk iç ve dış etkenlerden kurtularak bağırışız olmakla mümkündür’’ diyen Petrarca, insanları sevmenin ve onlarla ilgilenmenin önemi üzerinde dururken antik dönemdeki “insan” algısına dönülmesinden yanadır. Ona göre Tanrı, inşam doğuştan iyi ya da kötü yaratmamıştır. Ancak insanın kendisi kendisine şekil verebilir. Bu bağlamda, “İnsan her şeydir, adeta tanrıdır. ” Macit Gökberk’in deyişiyle Petrarca, “benliğniyaşayıp duymuş olan ilk modem insandır” ve Ortaçağda benliğini kaybetmiş “insan” Petrarca ile yeniden yaşam bulmuştur.
Yapılan çalışmalar doğrultusunda 15. yüzyılda Hortius ve Ovidius, Iuvenalis ve Latin şair Vergilius gibi önemli Romalı şairler yeniden gündeme gelir. 13. yüzyılda okullarda kullanımdan çıkarılmış olan Cicero’nun “De amiciata” (Dostluk Üzerine), “De senectute” (Yaşlılık Üzerine) ve “De officiis” (Yükümlülükler Üzerine) adlı ahlaksal incelemeleri büyük ilgi görmeye başlar. Hümanistler ve reformcular arasında dönemin en önemli ismi haline gelen Erasmus ise “Deliliğe Övgü” adlı yapıtında hem çağdaş toplum hem de kilise toplumu üzerine yaptığı eleştirilerini özetler. Erasmus bu yapıtında Hıristiyanlıkla hümanist düşünceyi birleştirmeye çalışırken “hür iradeye” olan inancım da ortaya koymuştur.
Rönesans boyunca kökü Stoa felsefesine kadar uzanan, doğal yaşam, insana dönüş ve insanın doğası üzerine tartışmalar sürüp gitmiştir. Hümanist eğilim büyük ölçüde edebiyat ve sanatta kendini gösterir. Bu hümanist düşünce Fransa, Almanya, İngiltere ve ispanyada da yaydır. Örneğin Montaigne ünlü “Denemeler”inde “Herşeyden önce ben kendimi araştırıyorum, benim fiziğinde metafiziğim de bu” sözleriyle hümanizm algısını özetlerken yine bir Fransız Hümanist olan Charles de Bouelles’in tipik rönesans inşam için aşağıdan yukarıya doğru bir sıralama yapar. Bu sıralama şöyledir; “bir taş gibi var olmak, bir ot gibi yaşamak, bir at gibi hissetmek ve bir insan gibibi anlamaktır. Bu seviyeler, sırasıyla insanın dört çeşidine tekabül eder: tembel, obur, kibirli ve bilgin. Diğer bir deyişle insanlık mükemmelleştirilebilir ve yalnızca bir hümanist gerçekten insandır. ”
Rönesansın sonlarına doğru Avrupa kültüründe hümanizmanın izini sürmek zorlaşır. Çünkü Hümanizma öyle ya da böyle bir dereceye kadar artık her yerdedir. Hümanist öğrenimin geleneksel eğitime ve hem Latince hem de yerel dilde yazına nüfuz etmesiyle Hümanizma da değişir. Bu anlamda, Hümanizma Rönesansın sonunda ayrı ama birbiriyle bağlantılı birçok kola ayrılarak varlık gösterir.
17.yüzyıla gelindiğinde Rönesans Hümanistlerinin etkisiyle doğayı insan için bir mutluluk kaynağı olarak daha yararlı kılmak amacıyla deneysel düşünceye ağırlık verilmeye başlanır. Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi filozoflar Rönesanstan aldıkları mirası geliştirerek aydınlanma devrimini gerçekleştiren koşullan hazırladılar. Ortaçağın hazır sunduğu düşünce kalıplarını reddederek kendi düşüncesini oluşturmaya başlayan “yeni insan” artık kuşkucuydu. Yeniçağ’ın düşünürleri, evrensel doğruların karşısında sessiz kalarak mutlak bir kabullenişe yönelmiyorlar aksine evrensel bilginin olduğunu kabul ederek kuşkuyu bu bilgiyi yadsımak için değil bulmak için kullanıyorlardı. Bu çağın önemli düşünürlerinden Bacon “ancak kuşkuyla yola çıkanların doğrulara ulaşabileceklerini, kuşkulanma gereğ duymayanların yanlışa düşeceklerini” söylüyordu.
İnsana inanmayı ön plana alan hümanisder, her insanı evrensel insanın bir parçası olarak görüyor ve “kendini başkasıyla bir tutan insan kutsaldır” diyorlardı. “Başkası ben de yaşıyorsa ben de başkasında yaşıyorum ve biliyorum ki başkası olmadan ben olamam ve ben olmadan da başkası olamaz. Dünya güzelse ve insan değerliyse bana düşen dünyayı daha da güzelleştirmek ve insanın değerini daha tutkuyla ortaya çıkarmaktır. İnsana güvenmiyorsam Hümanist olamam” sözleri 17. yüzyıl hümanistlerinin temel inancım yansıtıyordu. Yeniçağın başlarında ortaya çıkan insana ve insan aklına olan bu güven aydınlama düşüncesini hazırladı.
18.yüzyıla gelindiğinde Avrupa, tarihinin en karışık dönemlerinden birini yaşıyordu. Rönesansla birlikte sarsılmaya başlayan kilise ve mutlak otoriteler dönemin sonuna doğru tekrar toparlanmaya başlamışlar ve bu nedenle insanın özgürlükçü atılından tehlikeye düşmüştü. Yeniçağ ile birlikte bireyin kendinden ve insan olmamn gereklerinden başka otorite tanımak istememesi yeni bir düşünce biçimi olan Aydınlanmayı başlatmıştır. JeanJack Rossseau, Voltaire gibi Aydınlanmacdar hümanist bir bilinçle toplumsal yaşamda bireyin onurlu ve mutlu bir yaşam sürebümesinin koşullarım araştınrken yeni bir siyaset ahlakını geliştirmiş ve Fransız devriminin öncüleri olmuşlardır. Aydınlanma, gerçeğe, özellikle insan gerçeğine akılla ve aklın gereği olan deneyle yönelme; bütün konulan akılla aydınlatmayı isteme, bu yüzyıl felsefesinin ana tutumudur.
Batı uygarlığının geçirdiği evrimdeki bu çeşitli aşamalar boyunca insan düşüncesinin gitgide daha aydınlık bir bilince ulaşma çabalan hümanizmanın amacı olmuştur. Hümanizma kavramının başlıca koşullan, kendi başına varolan bir dünya ve evren tasarımım dikkate almak, yazgıcılığa karşı çıkmak, bilime ve olgularla sınanabilir açıklamalara dayanmak olarak özetlenebilir. Ancak bu öğelerin bireyin zihninde yerleşmesi için felsefe, ahlak ve hukukla temellendirilen insan haklan ve laiklik kavramını içeren hümanist bir eğitim gereklidir. Modern çağın özellikle de günümüzün içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal koşullar bağlamında yalnızca Hümanist bir eğitim, çeşitli nedenlerle kaybolmaya yüz tutmuş, örtülü kalmış olan “insan kimliğini” yeniden insana kazandırabilecektir.