Herkesle ilk ne zaman tanıştığınıza dair anılarınız her zaman bu kadar berrak olmayabilir ancak Celâl Bey’le tanıştığım ilk gün dün gibi aklımda. Bir gün D Blok’taki ofisimin kapısı gümbür gümbür çalındı. Kapı açıldığında karşımda okulda sıklıkla gördüğüm ama yüz yüze tanışma fırsatı bulamadığım her zamanki gri kumaş pantolonu ve lacivert kazağıyla o zamanlar Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı görevini yürüten Celâl Bey vardı.
Ellerinde her zamanki klasörlerle. Kısa bir tanışmanın ardından Celâl Bey hemen sadede geldi. Yaklaşmakta olan 12 Mart İstiklal Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü’nü okulda coşkulu bir programla kutlamak niyetindeydi ve beni de bunun için biçilmiş kaftan ilan etmişti. Ben öncelikle bu tip günlerin liselerde layıkıyla kutlandığını, üniversitelerin bu tür günlere daha akademik bir perspektiften yaklaşabileceğini anlatmaya çalıştım. Tabii ki Celâl Bey’i ikna edemedim. “Hocanım -bana hep böyle hitap ederdi- sizin en güzel bir biçimde bu toplantıyı yapacağınıza inanıyorum” dedi ve her zaman meşgul olduğu üniversite işlerine geri döndü. İş başa düşmüştü; bu tatlı, kararlı, inanmış ve idealist insanı kıramazdım. Sonunda Celâl Bey’in tam istediği gibi olmayan daha çok kendi meşrebime uygun, yarı-akademik bir program hazırladım. Osmanlı musikisi alanında çok önemli bir uzman olan hocam Gönül Paçacı, İstiklal Marşı’nın farklı besteleri üzerine bir konuşma yapacak, bir öğrencimiz de Mehmet Akif’ten bir şiir okuyacaktı. Celâl Bey herkesten önce kapıda belirdi, ancak tahmin edilebileceği üzere salonda birkaç öğrenciden başka kimse yoktu. Bir hışımla kantine daldı, çoğu sohbet etmekte olan öğrencilere günün anlam ve önemini davudi sesiyle biraz da onları azarlayarak anlattı ve salonu zoraki de olsa epeyce doldurdu. Muhtemelen Celâl Bey’in aklında “kahramanlık” vurgusu biraz daha fazla bir tören vardı ama en azından bir anma toplantısı yapabilmiş olmanın gururuyla, sonraki yıllarda hep bu güne gönderme yaparak yenilerini yapmamız gerektiğini hatırlatırdı.
Bu toplantıdan sonra Celâl Bey’le aramızda daha yakın bir ilişki gelişti; Erzurum, Çukurova, askerlik anıları, Kadir Has Üniversitesi’nin kuruluş yılları ve her şeyden önemlisi, belki de bana şimdi en çok hüzün veren emekliliğinden sonra yerleşmeyi düşündüğü Köyceğiz ve hayalleri...
B Blok’ta aynı koridoru yıllarca paylaştıktan sonra, vefatı üzerine yazılan mesajları daha iyi anlıyor insan... Onca insanın üzerinde benzer bir his bırakmış hep... Odasına giren ve çıkanın haddi hesabı yoktu; kimin başı sıkışsa soluğu onun yanında alırdı; burs peşinde koşan, yurt arayan, ailesiyle sorun yaşayan öğrenciler, çocuğunu istediği okula yazdıramayan temizlik görevlileri, okulun hemen her kademesinde çalışan akademik ve idari personel, sanırım onlara yardım elini uzatması kadar, belki ondan da önemlisi dert dinleme konusunda uzman olmasıydı. Eli çok açıktı, bir selam vermek için odasına gittiğinizde mutlaka eli kolu dolu çıkardınız; kendine çok iyi bakardı, kuruyemiş, meyve, yoğurt dolabından hiç eksik olmazdı.
En büyük maharetlerinden biri de bürokratik işleri kimi zaman tatlı dili ve vefakârlığıyla, kimi zamansa ağır bir retorikle yazılmış usta işi dilekçeleriyle kısa sürede halletmesiydi. Bazen kendisi de yazdığı dilekçenin coşkusuna kapılıp “hocanım gel hele bak nasıl yazmışım dilekçeyi” diyerek bana da okuturdu. Akademik dilin hitabetimizi ne denli kısırlaştırdığını, onun dilekçeleri sayesinde bir kez daha anlardım. Özellikle ayaküstü, daldan dala anlattığı hikâyeleriyle, Walter Benjamin’in bir makalesinde sözünü ettiği, artık yitip gitmekte olan “bilgelik” ve “hakikatin destansı boyutu"yla yakından ilişkili geçmiş zamanın hikâye anlatıcılarına benzerdi en çok...
Bir gün ben de Celâl Bey’in kapısını bürokratik bir açmaz nedeniyle çalacaktım. Bu kişisel ve bir o kadar da trajikomik hikâyeyi onun hemen herkes tarafından belirtilen “olmazı olduran” karakterini örneklemek üzere anlatmak istiyorum. Eşim bundan 20 yıl kadar önce ehliyet sınavına girip kazanmış, fakat ehliyetini gidip almamış. Gittiği ehliyet kursu da kapanmış! Yani ehil ama ehilliğini belgeleyecek ehliyeti yok! Tuhaf bir durum. Yıllar sonra kazanılmış hakkın peşine düşüyor, alınmayan ehliyetlerin dosyaları ilçe milli eğitim müdürlüklerine gönderiliyormuş; o da gidiyor fakat oradaki görevli gülmemek için kendini zor tutarak “daha önce böyle bir şey başımıza gelmedi, mutlaka dosyası bir yerlerde vardır ama onu aramaya kalkarsak dükkânı kapatıp gitmemiz gerekir” diyerek kibarca eşimi reddediyor. Bunun üzerine zihnimde birden bir ampul yandı “bu işi yapsa yapsa Celâl Bey” yapar dedim, odasına gittim, daha üçüncü cümlemde “bir dakika” diyerek, bir yeri aradı -adres defterinde kim bilir hangi derde derman olacak sihirli numaralar saklıydı-, uzunca süren hal hatır sormadan sonra bana bir telefon numarası ve bir isim verdi. Hikâyenin sonunu tahmin etmek zor değil; Celâl Bey yine imkânsız olanı oldurmuştu, birkaç hafta sonra ehliyet elimizdeydi.
Bunlar sadece benim yaşadıklarım, bu sayfada onu sevenlerin diğer güzel sözlerini de okuyacaksınız. “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sada” ise Celâl Bey işte “o hoş sada” idi. Köyceğiz’i hiç özlemeyeceği bir yerlerde olduğuna eminim...
simgesi olan sıcaklığını, yakınlığını ve içtenliğini daima muhafaza etti. Üniversitemize verdiği emekleri benden daha eski olan hocalarımızdan başlayarak hepimiz gördük, yaşadık ve kayıt ettik. Özverisini, heyecanını daima korudu. Celâl Bey aydınlık yüzü, heyecanları, bir şey yapmanın iç erinci, gözlerinde yapacağı diğer işlerin umut ışığıyla aramızda yaşadı ve aramızdan ayrıldı. İnsan kendi ölümünü yaşayamaz. Onu daima ardında kalanlar yaşar. Tıpkı bizim şimdi Celâl Bey’in ölümünü yaşamamız gibi. Üstelik Celâl Bey’in ölümünü onu alabildiğine sevgiyle, saygıyla ve heyecanla anarak yaşıyoruz. Bu Celâl Bey’in hâlâ yaşadığı anlamına da gelir.