Türkiye, 2011 ’de patlak veren Suriye iç savaşından beri dünyanın en fazla Suriyeli mülteci barındıran ülkesi oldu. 2015 yazında yüzbinlerce mültecinin Avrupa sınırlarına dayanması akabinde yaşanan trajik olaylar ise mülteci sorununu bir kriz durumuna dönüştürdü. Her ne kadar bu yaşanan mülteci akını güncel siyasi bir mesele gibi algılanmış olsa da sorunun özellikle Avrupa Birliği-Türkiye arasındaki göç süreçleri açısından tarihsel bir geçmişi var ve bu, sadece yaşanmakta olan Suriyeli mülteciler sorunu ile sınırlı değil. Özellikle 1980’lerden sonraki küresel göç hareketlerine bakılacak olursa, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık içerisindeki Afrika, Asya ve Orta Doğu ülkeleri kaynaklı göçlerde Türkiye’nin geçiş ülke olması ve Avrupa Birliği ülkelerinin de varış noktası olması eş zamanlı gelişen süreçlerdir.
Suriye’de iç savaş akabinde gelişen kitlesel mülteci akım karşısında Türkiye liberal bir kabul anlayışını benimseyerek, dünya standartlarından daha iyi nitelikte mülteci kamplarım uygulamaya sokmuştur. Öte yandan, Avrupa ülkelerinin mülteci akınına karşı tutumu kısıtlayıcı ve sınırlandırıcı oldu. Sınır kapılarına dayanan mülteciler karşısında Türkiye’yi sınırlarını korumamakla eleştiren Avrupa’nın bu tutumu, Türkiye’de resmi çevrelerce kamp içi ve kamp dışı üç milyona yaklaşan mülteciye verdiği desteğin Avrupa ülkeleri tarafından yeterince takdir edilmediği şeklinde yorumlanmıştır. Bununla birlikte, mülteci akınına karşı tezat yaklaşımları sergileyen taraflar 2016 Mart ayında, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Almanya Şansölyesi Merkel öncülüğünde AB-Türkiye göç anlaşması olarak da bilinen bir uzlaşıya varmıştır.
İşbirliği, Suriyeli mülteciler de dâhil olmak üzere tüm transit ve düzensiz göçmenlerin artan rakamlarına karşı bazı önlemleri içermekteydi, insan kaçakçılığı oranlarının düşürülmesi, Avrupa’ya yönelen mülteci akınının azaltılması, Türkiye’nin AB üyelik müzakereleri çerçevesinde vize serbestisi kazandırılması ve Türkiye’nin mültecilerinin daha iyi korunabilmesi için mali yardım öngörülmekteydi. Türkiye’den Yunan adalarına 20 Mart 2016 tarihinden sonra gelen her düzensiz göçmenin, 4 Nisan 2016 tarihinden itibaren Türkiye’ye iade edilmesi söz konusuydu, insan kaçakçılığının ve Avrupa’ya düzensiz ve kontrolsüz yollardan girişin engellenmesi esasında iade edilen her bir Suriyeli karşılığında, Türkiye’de kayıtlı olan bir Suriyeli, Avrupa Birliği ülkelerine yerleştirilecekti. Türkiye’ye de barınma, istihdam, eğitim ve sağlık gibi alanlarda mülteciler için kullanılmak üzere mali destek paketi öngörülmüştü. Türk vatandaşlarının Avrupa’ya girişlerindeki vize zorunluluğunun, koşullar yerine getirildiği takdirde, Haziran ayında kaldırılacağı kabul edilmişti.
Her ne kadar AB ile Türkiye arasında varılan bu anlaşmanın içeriği gerek Türkiye’de gerekse çeşitli Avrupa ülkelerinde ağır şekilde eleştirilmiş olsa da, anlaşmanın Mart 2016’da imzalanmasından sonra geçen ilk altı aylık dönemde Avrupa’ya yönelen mülteci sayılarında düşüş gözlenmiştir. Avrupa Birliği, Yunanistan’dan Türkiye’ye mülteci iade etmede başarısız olmuş ve iade edilen mülteci sayısı düşük kalmıştır. Buna rağmen, genel olarak, Avrupa’ya yönelme ve düzensiz yollarla sınır geçme azalmıştır. Avrupa’ya yönelen mülteci sayısının düşmesi Avrupa lehine bir başarı olarak görülebilir fakat anlaşmanın diğer maddelerinde kaydedilen gelişme son derece sınırlı kalmış ve anlaşmayı sürüncemede bırakmıştır. Taraflar arasında güvensizlik hızla tırmanmış, işbirliği ruhu ciddi anlamda zedelenmiş ve hatta anlaşmalım askıya alınması seçeneğini zorlayan noktalara varmıştır.
Sürecin yavaşlamasına sebep olan güvensizlik sendromunu çeşidi faktörler tetiklemiştir. Brexit süreci ile kendini iyice belirginleştiren Türkiye karşıtı popülist siyasal söylem ve tutumların, Avrupa ülkelerinde sıklıkla propaganda malzemesi olarak kullanılması, Türkiye’de rahatsızlığa sebep olmuştur. Öte yandan Avrupa Birliği tarafında ise, Kürt meselesi ile bağlantılı olarak Türkiye’nin terör tanımım Avrupa tanımına yakınlaştırmada direnmesi olumsuz karşılanmıştır. Türkiye’nin mülteciler için güvenilir bir üçüncü ülke olma statüsünün gerek yaşanan terör bombalamalarının, gerekse 15 Temmuz’daki darbe girişiminin etkileri ile sorgulanması da gündeme gelmiştir. Belki de güvensizlik ortamım en çok belirleyen noktanın, Türk vatandaşlarına bir takvim çerçevesinde vaat edilen vize serbestiyetinin gerçekleştirilmemesi olduğu söylenebilir. 2016 sonbaharında bile vize serbestiyeti konusunda henüz bir ilerleme sağlanamamıştır. Türkiye’ye yapılması planlanan 3 milyar avroluk mülteci yardımının sadece minik bir yüzdesinin serbest bırakılması ve mali yardım adımlarının izlenmemesi ise, Türkiye’nin güvensizliğinin diğer sebeplerindendir.
Avrupa Birliği ve Türkiye arasında imzalanan bu göç anlaşmasının devamı ve istikran, yaratılan güvensizlik ortamında zor görünmektedir. Vize konusunda ilerleme ile geri kabul anlaşması birbiriyle ilişkilendirilmektedir. Anlaşmanın içeriğine birçok Avrupa ülkesinde çeşidi çevrelerce hâlâ karşı çıkılmaktadır. Türkiye ise, anlaşmaya daha genel ve uzun vadeli bir beklenti ile yaklaşmakta ve AB üyeliğine yapabileceği katkıya odaklanmaktadır. Dolayısıyla anlaşmada verilen sözlerin tutulmaması, AB’nin Türkiye’yi üye olarak kabul etmeyeceği şeklinde yorumlanmaktadır.
Her ne kadar anlaşma, amacına ulaşmada yetersiz kalsa da, Türkiye’nin, mevcut sığınma ve mülteci rejiminin sistemik sorunlara rağmen devamlılık arz ettiği görülmektedir. Türkiye barındırdığı mülteci nüfusa hâlâ koruma sağlayabilmektedir. Üstelik kabul, yerleştirme, entegre etme ve doğallaştırma olarak özetlenebilecek birbirini sırasıyla takip eden göç süreçleri, Suriyeli mülteciler özelinde gözlenebilmektedir. Türkiye siyasa yapıcıları Suriyeli mültecilerin entegrasyonu için bazı somut adımlar atmıştır. Örneğin, 13 Ekim 2014 tarihinde Geçici Koruma Yönetmeliği çıkartılmıştır. Böylelikle koruma altına alınanların eğitim, sağlık gibi insani yardıma erişimleri genişletilmiştir. 15 Ocak 2016 tarihinde ise, Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik yayımlanmıştır. Geçici koruma statüsündeki yabancıların bu statüyü elde ettikten altı ay sonra çalışma iznine başvurma hakkım düzenleyen yönetmelik, ekonomik entegrasyonun en temel düzenlemelerindendir.
Temmuz 2016’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilere zaman içerisinde vatandaşlık yolunun açılmasından bahsetmiştir. Her ne kadar vatandaşlık süreçlerinin nasıl işleyeceği veya hangi adım ve kriterlerle konunun ele alınacağı henüz kesinlik kazanmasa da, Suriyeli mültecilere Türk vatandaşlığı verilmesi seçeneğinin dile getirilmesi, Türkiye’nin Suriyeli mültecileri artık misafir olarak görmediği şeklinde yorumlanabilir. Nitekim, Suriye’de siyasal istikrar sağlansa bile mültecilerin büyük bir kısmının altyapı yıkımı, toplumsal gerginlik ve zayıflayan ekonomi gibi sebeplerden ötürü ülkelerine dönmeyebileceği görüşü gerçekçi bir öngörüdür. Suriyelilerin orta ve uzun vadede Türkiye’de yerleşik kalacağının kabulü, beraberinde çeşitli ekonomik, sosyal ve siyasi önlemleri gerektirmektedir. Sayılan üç milyona yaklaşan mülteci nüfus her ülkenin doğal soğurma kapasitesini zorlayabilecek bir hacimdedir. Türkiye, kendi tarihinde, hiç bu kadar yoğun bir mülteci nüfusu, tüm idari, yasal, siyasal ve toplumsal donanımları ile birlikte koruma durumunda kalmamıştır. Dolayısıyla, tek bir ülkenin çabası ve gayretinin çok ötesinde birçok ülkenin maddi ve maddi olmayan kaynaklarını seferber etmesi gereken bir durum söz konusudur. Türkiye, çeşitli uluslararası ortamlarda mültecilerin durumlarının iyileştirilmesi ve daha iyi olanakların yaratılması yönünde somut adımlar atılması gerekliliğinin altını çizmektedir.
Suriyeli mülteciler örneği, göçün yönetişiminin devletlerin, uluslararası örgütlerin ve sivil toplumun kolektif işbirliğini gerektirdiğini bir kez daha ispat etmiştir. Uluslararası işbirliğinin sağlanması, Türkiye’deki Suriye kökenli mültecilerin daha iyi yaşama ve entegre olma olanakları için elzemdir. Her ne kadar AB - Türkiye göç anlaşması bu işbirliği ruhunu başlangıçta yansıtmış ve hatta işbirliğinin somut adımlarını içermiş olsa da, tarafların siyasi ajandaları sebebiyle sekteye uğramıştır. Yukarıda değinilen karşılıklı güvensizlik ortamı, düzensiz göç veya sığınma hareketleri yönetişimini zorlaştırmaktadır. Göçün yönetişimi, AB - Türkiye göçmen anlaşmasında olduğu gibi, Suriyelilerin geri gönderilmesi veya göç hareketinin tersine çevrilmesi gibi bir anlayışla değil, mültecilerin insani yardıma ulaşma ve insani yaşama koşullarının iyileştirilmesi amacında ve merkezinde gelişmelidir. Anlaşmanın uygulanabilmesi için tarafların, sorumluluğu diğer tarafa atmak yerine, beraberce yüklenmesi gerekirdi.
İşbirliğini uzun vadeli düşünmek ve kısa vadeli menfi çıkarlar uğruna daha kapsayıcı yaklaşımı heba etmemek, mülteciler konusunda ortak sorumluluk bilinci ile hareket etmenin gereklerindendir. Bu sebeple AB’nin, Türkiye’nin AB üyeliğini sorgulayıcı tutumu ve zaman zaman masadan kaldırma tehdidi, mülteci konusunda işbirliğini sıkıntıya sokmaktadır. Üyelik konusunun canlı tutulması, sadece AB-Türkiye ilişkilerinin genel seyri açısından değil, sığınma ve iltica hareketleri gibi uluslararası göçün iyi yönetişimi açısından da önemlidir. Avrupa Birliği ülkeleri mülteciler konusunda sorumluluk paylaşımı anlayışı ile hareket etmeli ve mülteci nüfusunu daha iyi koruyabilmesi için Türkiye’ye yardım etmelidir. Bu anlayış, daha ikna edici ve somut adımlarla perçinlenmelidir. AB’nin çıpa olma vasfı sadece mültecilerin korunmasına değil, demokratikleşme süreçlerine de katkıda bulunmaktadır. Dolayısıyla, geçici veya kalıcı olarak üyeliğin askıya alınması gibi söylemler tüm süreçlere olumsuz etkide bulunmaktadır. Türkiye’nin sığınmacılar ve mülteciler için güvenli üçüncü ülke olma kapasitesi ancak bu olumlu genel yaklaşımla geliştirilebilir.
'Yazı Ekim 2016 tarihinde kaleme alınmıştır. Mülteci anlaşmasını bir süreç olarak bu tarihe kadar yaşananlar ışığında değerlendirmektedir.