Günümüzün egemen ideolojisi hakikatsiz bir yaşamı dayatıyor. Ancak toplumsal yaşam tek bir koşulla eleştirinin ve değişimin nesnesi haline gelebilir; insanlar bir hakikati dile getirerek, ona meydan okuduğunda. Bu olanaksızlaştığında, toplumsal yaşam basit bir tekrara, aynının sonu gelmez yinelenmesine dönüşür. Bu anlamda hakikat, şimdiki durumumuza imkânlar prizmasından bakma olanağı veren unsurdur.
“Hakikat-sonrası” fikri ise, var olan dünyanın değişmez kabul edilmesi ve başka türlü bir dünya vaadi sayılan hakikati dile getirme süreçlerinin bastırılmasıdır. Hakikat-sonrasının daha önemli ve bir o kadar da ilginç ikinci anlamı da hakikate karşı çıkması değil, hakikatin doğasını bozması, onu değiştirmesidir. Bu anlamıyla hakikat-sonrası, sadece dışsal bir gücü değil, aynı zamanda hakikat olduğunu düşündüğümüz şeyleri değiştiren, içlerini boşaltan, uyumlu hale getiren, yozlaştırarak sahiplenen bir mücadele alanına işaret ediyor. Bu süreçte ‘hakikat’ boş, hiper-gerçek bir göstergeye indirgenir. Hakikat-sonrasının bu ikinci anlamı illa hakikati ve gerçekliği ortadan kaldırma çabasını değil, fakat içeriksiz, sahte, bağlamından koparılmış, ‘kafeinsizleştirilmiş’, hakikat olmayan hakikatlerin üretim biçimini dile getiriyor.
Hakikat-sonrası: Despotizm-Ekonomi-Gönüllü kulluk
Hakikatsiz bir yaşam masum olamaz. Bu yüzden hakikat-sonrası hakikatlerin (“alternatif hakikatlerin”) hızlandırılmış üretimi günümüzde üç önemli süreç ile yürüyor. Demokrasinin yozlaşması, siyasetin ekonomiye indirgenmesi ve gönüllü kulluğun kitlesel ölçekte geri dönüşü. Bu nedenle, hakikat-sonrası çağının başlıca figürlerinden biri olan Trump’ın, demokrasinin popülist zorlamalarla despotik-totaliter çizgiye sokulmasını, işletme mantığı ile yönetme arzusunu, ve gönüllü kulluk ile iktidar arasındaki karşılıklı etkileşimin yeni bir eklemlenme biçimini örneklemesi tesadüf değil.
Trump, kendi çıkarlarına uygun hale getirilmiş, sadece kendi çıkarlarına hizmet eden yarı gerçeklerden bahseden ve onlar aracılığı ile tartışan liberal-demokrat gelenek ile açıkça alay ediyor. Ama kendisi bizatihi bu geleneğin ürünü.
Aslında, demokrasinin bu sapkınlaşma ihtimali, en az demokrasinin kendisi kadar eski. Antik çağın despotizm kavramı bu nedenle çok önemli. Örneğin Platon’a göre, despotizm her şeyden önce demokrasinin yozlaşmasının ifadesi; demokrasi, iyi yönetimin ilkelerini, gösterişçi popülist jestlerle ortadan kaldırabilir ve kötü bir liderin etkisi ile tiranlığa sürüklenebilir.
Bugün de öyle. Ancak bugün bu bağlamda ortaya çıkan yeni bir tür popülizm ile karşı karşıyayız. Günümüzün popülist politikacıları, seçkinlere karşı sadece milliyetçiliğin dili ile konuşmuyor. Le Pen “ekonomik milliyetçilik” söylemini kullanıyor. Aynı şekilde Trump da toplumu bir oikos, özel şirket ya da herhangi bir ekonomik birimi yönetir gibi yönetmek istiyor. Her ikisi de siyaseti ekonomiye indirgiyor.
Ksenophon’dan Arendt’e ve Agamben’e uzanan politik düşünce geleneği, siyasetin ekonomiye indirgenmesini despotizm ve totalitarizmin kökeni olarak görmektedir. Antik Yunan’da despotik yönetim (oeconomicus, ekonomi) ev içi özel alanda, hane halkı arasındaki ilişkileri (çocuklar, kadınlar ve kölelerin despot tarafından yönetimini) düzenler. Siyasal güç ise aksine, kamu yararı adına özgür vatandaşlar arasındaki bir tür ilişki biçimi olarak kent ile alakalıydı. Bu nedenle, despotizm kavramı, her şeyden önce meşru yönetim biçimlerinin çarpıtılmasının ya da istismarının (kralın “halkını” sanki kendi köleleriymiş gibi yönetmesi), siyasetin siyasi bir şekilde sapkınlaştırılmasının yoludur. Ve bu tarifte Le Pen, Trump ve diğer hakikat-sonrası politikacılar sadece popülist değil, aynı zamanda ekonominin (ev idaresi ya da işletme mantığının) ve despotizmin (çıplak güç mantığının) çakıştığı oligarşik bir dünyanın seçkinleridirde.
Bu açıdan hayati bir başka konu da gönüllü kulluk ile despotik güç arasındaki karşılıklı ilişki. Despotlar gücü sevdiği kadar, kalabalıklar da despotları sever. Bu nedenle, Trump veya hakikat-sonrasına ilişkin mesele, sadece iktidarın maskesini düşürmek ve ‘kral çıplak’ diye bağırmaktan ibaret değil. Trump çıplak olduğunu kendisi haykıran yeni tür bir imparator. Programı, fikirleri, idealleri yok. Dolayısıyla düşürülecek bir maskesi de yok. Trump için iktidar saf bir yönetme arzusundan başka bir şey değil. En büyük tehlike de burada yatıyor: Politika’nın duygulara ve tutkulara indirgenmesi. Yorumcular Trump’ın ‘sıradanlığını’ ve ‘kararlılığını’ her kabul ettiklerinde, bu eğilimin cazibesi daha da artıyor. Hakikat-sonrası, elitist ve popülist indirgemelerin buluştuğu (politikanın duygulara, libidinal ekonomiye endekslendiği), despotizmin gönüllü kulluk ile örtüştüğü noktada duruyor.
Bu nedenle günümüzde hakikat-sonrası fikri, despotizm-ekonomi- gönüllü kulluk eksenindeki ilişkiselliklere odaklanarak, daha geniş bir çerçevenin parçası olarak anlaşılmalı; bu kavramların karşılaşmasından doğan eklemlenme, müdahale ve bilgi biçimlerini sorunsallaştırmalı.
Düşman Kutuplar Arasındaki Sahte Antagonizmler
Günümüz toplumlarında hemen göze çarpan tuhaf bir iki kutupluluk var. Birbirinin kanını emen iki sülük gibi birbirinden beslenen, görünüşte düşman kutuplar arasındaki sahte antagonizmler ile yönetilen bir dünya bu. Akla gelen tek çatışmanın sağ (Macron) ile aşın sağ (Le Pen), yerleşik güçler ile yeni- despotizmler arasında olabileceği varsayılan, sağ-sol çatışmasının ötesinde, tarihin sonunda, ‘politika-sonrası’ bir düzen. McDonalds’ın obeziteye savaş açtığı, faşistlerin düşmanlarını faşist olmakla suçladığı, özel şirketlerin sosyal sorumluluk projeleri yürüttüğü tepetaklak edilmiş bir toplumsallık. George Orwell’ in “barış savaştır, savaş ise barış”, Nazım Hikmet’in “haram sevaboldu, sevap haramdır” diyerek gönderme yaptığı “yeni”, pornografiden daha pornografik bir dil.
1980’lerde Baudrillard “Dünya Ticaret Merkezi’nin neden iki kulesi var?” diye soruyordu. DTM’nin ikiz kuleleri, pürüzsüz yüzeyleri birbirini yansıtan muntazam bir paralellik oluşturarak “tarihin sonunda” farkın ve karşıtlığın önemsizliğini teyit ediyordu. Başka bir deyişle DTM, siyasetin sonunun sembolüydü: Diyalektik kutuplarının artık mevcut olmadığı müstehcen bir sistem, eylemlerin sonuca ulaşamadan birer imgeye dönüştüğü, kaybolduğu bir simulakrum. Fakat geleneksel anlamıyla siyasetin ötesindeki bu toplumsallığın en önemli sonucu sadece gerçekliğin yitirilmesi değil - bu anlamda bizimkisi sadece “hakikat-sonrası” çağı değil — aynı zamanda ve hatta daha kötüsü, biz kurgudan da vazgeçtik: Artık başka bir dünyanın olabilirliğini, varolanı farklı görebilme olasılığını hayal bile edemiyoruz.
Günümüzün En Zorlu Problemi: Kurgu
Din “hakiki” dünyayı “yalan” (zahiri) dünyanın arkasına gizlemişti. Sonrasında Aydınlanma bu “hakiki dünyanın” yıkıcı bir eleştirisini yaptı; bir illüzyon ya da kurgudan başka bir şey olmadığını düşündüğü dinsel “hakikati” tartışmaya açtı. Daha sonra, Aydınlanma’nın hakikatleri aynı eleştirinin hedefi oldu: Evrensel hakikatler gibi görülen aslında bir güç istenciydi.
Böylelikle “hakikat” illüzyonu gözden kayboldu. Ama asıl problem, Nietzsche’nin daha 19. yüzyılda gördüğü gibi, hakikat ile birlikte illüzyonun da kaybedilmesi. Diğer bir deyişle, “gerçek dünya” metafiziğini aşmak yeterli değil. “En kısa gölge” anı değeri ve anlamı olmayan bir dünya, virtüel boyutu olmayan bir yaşam. Tam da bu yüzden Nietzsche’ye göre sanatsal “yanılsama istenci” hakikat istencinden daha derin ve daha ilahidir. Dinsel yanılsamanın yerine geçebilecek ve geçmesi gereken tek faaliyet budur. Ne de olsa yanılsamalar (kurgular) yaşamak için zorunludur. “Yanılsama” basitçe bir gerçek dışılık yada gerçek yokluğu değildir ; aksine , fiili "gerçekliğe" bir meydan okumadır. Ancak, yanılsamalar soyut hakikatler olarak düşünülmemelidir.
Yanılsama olduğunu bilen bir yanılsama sanatsal kurgu değil de nedir? Sanat toplumsal dünyanın hakikatini kurgu kılığında anlatır.
Günümüzde felsefede sanatı dinin yerine koyma peşinde olan , aynı zamanda sanat ve felsefe arasındaki farkları tanıyan bir çifte hareket görürüz. Örneğin Badiou dinin siyasi arenaya sözümona "dönüşü" karşısında Tanrı'nın öldüğünde ısrar eder: "Dinin dönüşü" der, geç modernitenin tipik özelliği olan de-politizasyon süreci için bir maskeden başka bir şey değil. Fakat diğer yandan dinsel hayal gücü aşıldığında , sanatsal kurgu olarak hayal gücü , Badiou tarafından dört ana hakikat rejiminden biri sayılır. Bilim , sanat , siyaset , aşk. Sanat bir hakikat rejimidir , yani, düşünür.
Bu temelde günümüzün en zorlu probleminin kurgu problemi olduğunda ısrar etmek gerekiyor. Hakikatın kendisi ancak kurgu olarak inşa edilebilir keza. Badiou'nun söylediği gibi , "hakikatin inşası aynı zamanda yeni bir kurgunun da inşaasıdır."
Hakikatin estetik bir boyutu var ve hakikatin üretimi bir illüzyon, bir kurmaca gerektiriyor. Herhangi bir konuyu siyasallaştırmak, kurguyu tekrar kurgulamak veya Ranciere'nin sözlerini kullanırsak, bir şeyleri başka türlü söylemeye, görmeye, ve düşünebilmeye alan açmak için, anlam ve algıların verili dağılımına karşıt bir duyarlılık oluşturmak demektir. Siyasallaştırmak , farklı bir görme biçimi, eldeki konuları farklı bir gösterme şekli, mantığın verili düzenine müdahaledir.
Bu yüzden Marx ekonomi-politiğin eleştirisine, ekonomi-politiğin eşitliğin tek bir anlamına, verili kabul edilen bir dünyada dağılım sorusuna odaklandığım göstererek başlar ve bu anlamın yanma başka bir anlam daha ekler; bir prensip olarak eşitlik. Böylelikle dünyayı "yorumlamak" ve "değiştirmek" arasındaki fark son kertede bu iki anlam arasındaki farkta temellenmiş olur.
Gerçek Bir İmkân Olarak Hakikat
Hakikat, bu anlamda, insanlar artık talep etmeseler bile gerçek bir imkân olarak ısrarla ve tekrar tekrar ortaya çıkan, yok olamayan bir şeydir.
Bu bağlamda Foucault'nun bir makalesine, Aydınlanma'nın her zamanki şantajını -ya ondan yanasındır ya da ona karşıt— reddederek Aydınlanma'nın bir süreç olarak düşünülmesi gerektiğini vurguladığı "Aydınlanma Nedir?" ine dönmek istiyorum. Aydınlanma, temelde şu Kantçı sorulara bir yanıt verme girişimidir: Ne olduk ve şu anda kimiz?
Eğer söz konusu olan soykütüksel bir inşa ise, bizi üreten bu soykütüklerin tesis ettiği kategoriler tarafından ele geçirilmeyi de reddedebiliriz. Aydınlanma, olduğumuz şeyi reddetmenin mümkün olması demek. Bu bakımdan her türlü eleştiri görevi' Aydınlanma'ya inanmayı gerektirir". Aydınlanma'nın anlamı bir ret, bir sistem tarafından yönetilmenin reddi. Fakat ne adına bir ret? Foucault'nun bu soruya ilk cevap önerisi "siyasal maneviyat" kavramı. Fakat buradaki can alıcı nokta, söz konusu "maneviyat"ın ne dine indirgenebilir ne de özü itibarıyla dinsel olması. Siyasal maneviyat Aydınlanma'nın toptan reddinden ziyade, belirli bir savunusu olarak işleyen profan bir kavram.
Bir hakikat özne için muğlak olduğunda ortaya çıkan bir dizi pratiğe atıfta bulunan siyasal maneviyat, öznenin hakikate erişmesini ve daha az yönetilmek için iktidarı eleştirmesini mümkün kılan şeydir. Bu nedenle siyasal maneviyat hakikati söylemeye, Antik Yunanlıların parrhesia dediği şeye dayanır.
Parrhesia yalnızca teorik bir uğraş değil, benlik ile toplum ve benlik ile hakikat arasındaki eleştirel ilişkileri şekillendiren bir "pratik"tir de. Ahlaki öznellikle, benliğin hakikatin talepleriyle uyum içinde kalmak için icat etmesi gereken hayat tarzıyla ilişkilidir. Bu anlamda parrhesia Antik Yunan kültüründe yaygın bir felsefi pratiktir. Euripides'in trajedilerinden Epikuros'un, Stoacıların ve Kiniklerin metinlerine kadar, epistemolojik, kişisel ve siyasal durumları ele almakta kullanılan bir teknik olarak karşımıza çıkar. Kinik parrhesia, Kiniklerin halka yönelik vaazlarında ve kişisel karşılaşmalarında uyguladıkları, siyasal biçimde radikal ve radikal biçimde siyasal bir araçtı. Temel Kinik düşünce, bir insanın "hakikatle kurduğu ilişkiden başka bir şey" olmadığı, bu ilişkinin her zaman için kişinin hayat tarzına yansıdığı şeklindeydi. Diogenes'i hatırlayalım: Köpek gibi bir varilde yaşayan ve hayattaki en önemli şeyin konuşma özgürlüğü, parrhesia, ne pahasına olursa olsun servet ve iktidarın etkisinden korunması gereken bir özgürlük olduğunu ısrarla savunan bir Diogenes. 'Çünkü', Shakespeare'in (Diogenes'i model alarak oluşturduğu) bir karaktere söylettiği gibi: 'Ben de satılacak olursam, kimse kalmaz seni eleştirecek.'
Parrhesia Olarak Hakikat
Foucault aynı makalede ilginç bir noktaya değinip Kiniklerin "erken dönem Hıristiyanlarla benzerliklerinden" bahseder. Hıristiyanlar Kiniklerden vaaz pratiğini, hakikatin herkese anlatılması gerektiği düşüncesini içeren hakikati anlatma biçimini almıştır. En önemlisi, Kinik çileciliği erken dönem Hıristiyanlığın gelişiminde belirleyici rol oynamıştır. Bu bakımdan Foucault dini tarihselleştiriyor. Monoteist teoloji mutlak bir başlangıç değil, tarihte bir aşamadır. Ondan önce de başkaları vardı.
Ancak erken dönem Hıristiyanların parrhesia'yı ele geçirmesi, dolayısıyla Yunan/pagan tekniklerin tek tanrılı dinlere aktarılması revizyonsuz gerçekleşmemiştir. Bu iki tür çilecilik arasında önemli farklılıklar söz konusudur. Yunan parrhesia'sı farklı (daha iyi hale getirilmiş) bir dünya imkânı varsayarken, Hıristiyan parrhesia’sı "hakiki" olarak gördüğü, metafizik dünyaya yöneliktir. Yunan parrhesia'sı özgürlüğü vurgularken, Hıristiyanlık parrhesia’yı itaatle yan yana koyar. Hakikat artık özgür konuşma olarak değil, Bernauer'in dediği gibi, "kişinin kul köle olduğu bir despot, bir efendi olarak tasavvur edilen bir tanrıya boyun eğme", yani gönüllü kulluk olarak, belirecektir.
Fakat kutsallaştırılan şey, profanlaştırılabilir de. Dolayısıyla Foucault'yla birlikte, hakikati parrhesia olarak, dine indirgenemeyen, profanlaştırılmış bir siyasal maneviyat biçimi olarak düşünebiliriz.
Eğer hakikat saydam değilse, bunun nedeni bir muamma olması değil, yönetimsellik makinesine mahsus hakikat işlemlerinin (hakikat yaratma aygıtlarının) bir fonksiyonu olmasıdır. Hakikati saydamlıktan uzaklaştıran bu işlemlerdir. İktidar ve yönetimsellik mekanizmalarının şeffaflıkta ısrar etmeleri bile hakikati karartmanın bir yoludur. Gösteri göz kamaştırır.