Kadir Has Üniversitesi, 2018 yılını “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Yılı” ilan ederek, son yedi yılda bu konuda yapılanları, yapılması gerekenler açısından bulunduğumuz noktayı ve hedeflenenlerle ilgili aksiyon planını kamuoyu ile paylaşarak, bunu üst yönetim düzeyinde bir politika olarak benimseyip, stratejik planı içerisine dahil eden az sayıdaki akademik kurumdan birisi oldu. Uluslararası diğer paydaşlarla ortaklaşa yürütülen ve kısaca SAGE Projesi olarak adlandırılan aksiyon planı, Panorama Khas’ın 26. sayısında yayınlanmıştı. Bu sayıdaki dosyamızın ilk yazısı, üniversitemizin Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi tarafından 2014 yılından bu yana gerçekleştirilen “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı” araştırmasının sonuçlarını içeren rapor. Raporun dayandığı araştırma Türkiye’deki kentli nüfusu temsil eden bir örneklem ile gerçekleştirilmiş ve geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi kadının en önemli sorunlarının sırasıyla şiddet, işsizlik, eğitim, sokakta karşılaşılan baskı ve tacizler olarak görüldüğünü ortaya çıkarıyor. Rapora göre şiddeti sorun olarak görenlerin oranında geçen yıla göre önemli bir artış var ve bu geçtiğimiz yıl içerisinde erkek faillerce öldürülen kadın oranının son yıllardaki ortalamasının da üzerine çıkarak artmış olduğunu gösteren diğer araştırma verileriyle örtüşüyor. Ayrıca bu sonuçlar kadının kamusal ve özel alanda güven içinde olmadığı gibi, bu güveninin gelişmesine katkıda bulunacak eğitim ve ekonomik özgürlükler açısından durumuyla ilgili farkındalığı da ortaya koyuyor. Araştırmanın önemi, şiddet başta olmak üzere bu sorunlarla mücadeleler için politikalar üretilmesi yönündeki taleplerin de arttığını ortaya çıkarması. Ancak araştırma, kadın ve erkeklerin kamusal hayata eşit hak ve duruşlara sahip şekilde katılımı konusunda eşitlikçi toplumsal cinsiyet algısının güçlendiğini ortaya koymakla beraber, bunun özel hayata yansımadığı yönünde veriler de sunuyor. Başka ifadeyle, kadınların eğitiminin önemi, çalışma hayatına katılımı ve ekonomik özgürlüğü savunulurken, özel alanda geleneğin kadınlara yüklediği ev ve çocuk bakımı gibi konularındaki eşitliğe olumlu bakılmıyor.
Dosyamızın diğer yazıları ise hem bu verileri tamamlayıcı, hem de kısmen de olsa açıklayıcı nitelikte. Bu çerçevedeki ilk katkıyı, Perrin Öğün Emre’nin kır kadınları üzerine gerçekleştirilmiş geniş kapsamlı bir araştırmanın odak grup görüşmelerinin sonuçlarını özetlediği yazı yapıyor. Araştırma toplumsal cinsiyet eşitliği meselesine, hızla çözülen tarım ekonomisi ve geleneksel aile ilişkilerinin, kadınlar ve erkeklerden oluşan katılımcılar tarafından nasıl yorumlandığı üzerine odaklanıyor. Tarımın modernizasyonu ile birlikte hane içi üretimle ekonomik değer yaratan kadın emeğinin, tıpkı ev işleriyle yarattığı değer gibi görünmezliğinin altını çiziyor. Ancak diğer yandan bunun erkek katılımcılarda memnuniyetsizlik yaratacak şekilde geleneksel aile ilişkilerini çözerken, Deniz Kandiyoti’nin ifadesi ile kadının ataerki ile pazarlık gücünü artırmasına yol açtığı, ancak yine de mevcut toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlar tarafından da içselleştirilmiş olması nedeniyle bunun onları erkek karşısında her zaman güçlendirici bir etki yaratmadığını ortaya koyuyor. Böylelikle, tam zamanlı sigortalı bir işte çalışıyor olmanın ve kamusal alana çıkmanın toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması açısından önemini hatırlatmış oluyor. Emre’ye göre, kır kadınlarının örgütlenme kültürünün gelişmesi, kendi sorunlarının çözümünde aktif rol oynayabilmelerinin sağlanması önemli ve bu konuda devlet başta olmak üzere bütün paydaşlara önemli roller düşüyor.
Buna karşılık Ebru Nihan Celkan’ın yazısı, kentlerde toplumsal cinsiyet politikalarının hayata geçirilmesi açısından önemli paydaşlardan birisi olan üniversiteler de dahil olmak üzere kurumların yapmaları gerekenleri konu ediniyor ve bunu kendisinin söz konusu politikalara dair içerik üreticisi, danışman, eğitmen olarak yaptığı çalışmalar çerçevesinde sunuyor. Celkan öncelikle ölçülebilir olan kriterler üzerinden kurumların “toplumsal cinsiyet açısından nerede bulundukları” sorusunu kendilerine sormak durumunda olduklarını söylüyor ve bu kriterler etrafında ilerlenirken söz konusu sorunun sürecin her aşamasında cevaplanmasının önemini hatırlatıyor. Diğer yandan, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunun sadece kamusal alanın kurumlarına yönelik ya da onlar tarafından geliştirilen politikalarla hep gündemde tutulmasının yeterli olmadığını, özel alanda toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık ve değişiklik yaratılabilmesi için yeni yöntemler geliştirilmesi gerektiğini, bu arada ortak bir dil geliştirilmesinin önemli olduğunu belirtiyor. Bu açıdan en önemli bilinçlendirme kaynaklarından birisinin medya olduğuna dikkat çekiyor.
Dosyamızın son iki yazısının sorun edindiği konu ise tam da bu, yani medyanın halihazırda oynadığı ve oynaması gereken role ilişkin. Benim yazım, ana akım medya haberciliğinin neden kadın hakları ihlali yapan bir eril tür, anlatı formu olduğunu, haberciliğin ilke ve kodları ile etiğinin tanımlanıp norm haline geldiği 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarının sosyolojik, bilimsel bağlamını bize hatırlatarak, kadınların haber merkezlerinden dışlanmışlığı ile açıklıyor. Sonraları kadınların haber merkezlerinde aktif olarak yer almaya başlamaları ile birlikte kimi önemli değişiklikler olsa bile, yaygın medya gazeteciliğinin bu erkek-egemen anlatıyı yeniden-üreten niteliğinin yerinden edilemediğini ekliyor. Toplumsal cinsiyet odaklı, dolayısıyla kadın hakları, LGBTİ+ hakları ihlali yapmazken, şiddet ve çatışmaları da körüklemeyen bir haberciliğin ancak onun ABC’si sayılan bütün kuralların ve etiğin öteki odaklı bir epistemolojik temelde yeniden-tanımlanmasıyla mümkün olabileceğini söylüyor. Dosyamızın Elif Akçalı ve İrem İnceoğlu’na ait son yazısı ise, bir diğer medya anlatı formu olan diziler üzerine gerçekleştirilen araştırma sonuçlarını özetliyor. Türkiye televizyonlarında en çok izlenen 12 dizideki kadın erkek temsillerine dair verileri bizimle paylaşırken, dosyamız yazılarının çerçevesini oluşturan araştırma sonuçları ile de örtüşecek şekilde bizi toplumsal cinsiyet eşitsizliği açısından bulunduğumuz durum ile yeniden yüzleştiriyor. Ancak araştırmanın hayata dönen önemli bir sonucu da var. Çünkü, Türkiye Sanayici ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Çalışma Grubu tarafından geliştirilen bir proje dahilinde gerçekleştirilen bu araştırmanın ortaya çıkardığı sonuçlar, dizi hikâyelerinin iyileştirilmesi hedefine uygun olarak dizi film senaristleri, yapımcı ve yönetmen ve oyuncuları, kanal yöneticileri ile reklam verenler ile de paylaşıldı. Böylelikle, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık ve bilinçlilik yaratmak açısından önemli roller oynayabilecek medya sektörünün paydaşlarına sorumlulukları hatırlatıldı. Sonuç olarak, dosyamızı oluşturan bu beş yazı, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından bulunduğumuz durumu verilerle tespit etmekle kalmıyor, söz konusu eşitliğin sağlanmasına yönelik politikalar konusunda önemli ipuçları veriyor.