Göç meselesiyle ilk karşılaşmam 60’lı yılların sonuna, 70’li yılların başına uzanmakta. 1961 yılında resmi olarak başlayan Türklerin Avrupa’ya göçü giderek siyasallaşan toplumsal muhalefetin önemli gündem maddelerinden biriydi. O zamanlar önce lise ve sonra üniversite öğrencisi olarak yaptığımız tartışmalarda, gazetelerde çıkan göçmen işçilerin sağlık muayenesinden nasıl geçirildiklerini gösteren fotoğraflara bakıp eleştirmekteydik. Ayrıca, Ruhi Su’nun sesinden dinlediğimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ait, “Almanya’da Çöpçülerimiz” şiiri, Bekir Yıldız’ın Alman Ekmeği, Füruzan’ın Berlin’in Nar Çiçeği romanları, Tunç Okan’ın Otobüs, Şerif Gören’in Almanya Acı Vatan filmleri göç üzerine duygu ve düşünce dünyamızı belirlemekteydi.
Otobüs filminde Tunç Okan’ın uçsuz bucaksız, insansız bir yol üzerinden umutlarıyla Avrupa’ya ulaşan, orada otobüsten indikleri bomboş meydanda ve kendilerine düşman bir kent gecesinin sonunda yok oluşlarım kurguladığı işçilerin yüzlerindeki donuk, sessiz bilinmezlik, benim göç ve göçmenle duygusal düzeyde ilk yüzleşmemdi. O sıralar düzenli takip ettiğim yeni a dergisinin göçe ayırdığı özel sayıda ilanını gördüğüm ve okuduğum üniversitede öğretim üyeliği yapmakta olan ekonomist Ahmet Aker’in İşçi Göçü kitabı ise, konuya sosyal bilim çerçevesinde giriş yapmamın ilk durağı oldu.
Sonraları Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yaptığımız folklor gezilerinde nereye gidersek gidelim, bulunduğumuz kente, kasabaya en uzak yerden kalkıp türkü dinlemeye, halk oyunu seyretmeye gelen işçilerimizle yaptığımız selamlaşmalar ve sohbetleri ise ilk etnografik karşılaşmalar olarak sayabilirim sanıyorum. Bu görüşmelerde gurbet ve hasret üzerine yapılan kısa konuşmaların yanı sıra, onların gözünden yeni hayatlarım ve Avrupa’yı dinlemek, yeni hayatlarına ve mekânlarına tanıklık etmek, sorunlarını tartışmak olanağı buluyorduk.
Avrupa’ya yaptığımız söz konusu gezilerden birinde, Fransa’nın şimdi adını hatırlamadığım küçük bir kentinde katıldığımız folklor festivalinin ev sahipleri festival süresince konaklamamız için bizi sıra sıra apartman bloklarının olduğu, kentten oldukça uzakta bir bölgeye götürmüşlerdi. Ev sahiplerimiz akşam yemeği sonrası, yemekhanesindeki portakal renkli plastik sandalyeleri ve masaları hala gözümün önünde duran bu apartman bloklarından birisine bizi bırakıp gitmişlerdi. İlk izlenimimiz, bırakıldığımız bu yerde, bir insanın barınmasının mümkün olmadığı, olamayacağı şeklinde idi. Ev sahiplerimize ulaşacağımız bir telefon yoktu. Etrafta da kimsecikler bulunmuyordu. Ancak, durumun hiç de böyle olmadığı hava kararınca anlaşıldı. Nereden geldiklerini tahmin edemediğimiz büyük bir kalabalık, bağırarak bulunduğumuz binanın kapısına yığılmıştı. Dillerini anlamıyorduk. Bizim aramızda Fransızca bilenlerin konuşma becerisi ise “This is a book” düzeyinden öte değildi. Ne olacağını kestiremediğimizden bir yandan kapıların arkasına boş karyolaları yığarken, diğer yandan pencereden yarım Fransızca ile “Biz dostuz.”, “Türkiye’den geliyoruz.”, “Folklorcuyuz.” gibi karşımızdakilerde bir karşılığının olup olmadığını bilmediğimiz, ama yatıştırıcı olacağını düşündüğümüz cümlelerle kalabalığa sesleniyorduk. Bu çabamızın uzun süre pek bir yararı olmadı, kapılar zorlandı, sonunda kısmen iletişim kurabildik. Böylece, yavaş yavaş kalabalık çözüldü ve dağıldı. Uzakta anayolun kenarında uyuşturucu ve kadın satışı yapanlar dışında, herkes gitti. Biz ise, yine de bir anlamda sabaha kadar nöbet tutmak zorunda kaldık, sonra da ev sahiplerimize net bir şekilde orada kalamayacağımızı belirttik.
Ertesi gün bölük pörçük bilgilerimizi birleştirince yerleştirildiğimiz apartman bloklarının, ilticacıların doldurulduğu bir çeşit kamp, kapımıza dayananların ise Vietnamlı mülteciler olduklarını anlamıştık. Bir gün önce kaldıktan blok boşaltılmış, yerine biz yerleştirilmiştik. Onlar da, binalarından çıkartılarak, yerlerine Türk göçmenlerin yerleştirileceği düşüncesiyle kapımıza dayanmışlardı. Yarım Fransızcamızla göçmen olmadığımızı, yerlerini almaya gelmediğimizi, kendilerini bir kez daha yerlerinden yurtlarından etmek niyetinde olmadığımızı nasıl olduysa anlatabilmiştik. Biz ise, bizi seyretmeye, türkü dinlemeye gelen Avrupa’ya işçi olarak gitmiş bir göçmen kategorisinin dışında, yerinden yurdundan edilmiş adına mülteci denilen bir başka kategori göçmen ve onların içinde bulundukları koşullarla tanışmıştık.
Avrupa’ya Göç: İşçiler, Türkler, Müslümanlar
Türkiye’den Avrupa’ya göçün artık klasikleşmiş olan öyküsü 1960’lı yılların başında çeşitli Avrupa ülkeleriyle yapılan ikili değişim anlaşmalarıyla başlar. Anlaşmalarla amaçlanan göç değildir. Başlarda, işçi gönderen ve işçi alan ülkelerdeki havanın karşılıklı mutluluk tablosu yansıttığım söylemek yanlış olmaz. Öyle ki, Türkiye’den uğurlanan beş yüz bininci işçiye hediyeler verilir, dönemin bakam ile havaalanında resimler çektirilir, resimler gazetelerin birinci sayfalarında yerini bulur. Almanya topraklarına ayak basan bir milyonuncu işçiyi de yüksek kademeli bürokratlar karşılar, hediyeler verirler, bu törensel gösteri ülkenin en önemli haftalık dergisi Der Spiegel’e kapak olur.
Yaklaşık on yıl sonra ise, değişim diye başlayan süreç göçe dönüşür. Yine bir on yıl daha sonra Avrupa ülkelerinin çoğu değişim sürecini, sona erdirse de göç durmaz, bu kez ailelerin birleşmesi hakkı üzerinden devam eder. Gidenler işçidir, değilse bile gittikleri yerlerde işçileşmişlerdir. Çoğunluk erkeklerdir. Zaman içinde, özellikle de değişim döneminin sona ermesinden sonra kadınlar da göç kervanına katılırlar. Gidenler Fazıl Hüsnü’ye “Ne duruyoruz be kardeş, aylık bin yeşil mark/Varalım dağılalım kartal Anadolu'dan yeryüzüne/Beyler altın uykularından uyanmak üzere, haydi/yollarını temizliyelim/ Al güneşten bile utanmadan; pis el, pis yürek” dizelerini yazdıran süreç, çok kısa bir sure içinde yerleşik, madenlerde, fabrikalarda çalışan, sokakları, işyerlerini temizleyen, "heim”larda kalan göçmenlerden yerleşik toplumlar oluşmasına yol açmıştır. Bakkallar, kasaplar, import-export dükkanları, dönerciler, kebapçılar açılmış, çocuklar okula başlamış, heim’lardan evlere geçilmiştir.
Bu arada, unutmamak gerekir, Avrupa’nın kuzeyine göç edenler yalnızca Türkler değildir. Aynı dönemlerde İspanyollar, Portekizliler, Yugoslavlar, Yunanlılar, İtalyanlar Avrupa’nın büyük kentlerinin yoksul mahallelerini, kırsal bölgelerinin köylerini mekân edinmişlerdir. Franco Brusati’nin 1974 filmi Bread and Chocolate (Ekmek ve Çikolata), dönemi, biri İtalyan biri Türk iki erkek ve Yunanlı bir kadın göçmenin iş bulma, yükselme, yaşama kavgası üzerinden anlatır ve muhteşem bir kara komediye dönüştürür. Pedro Almadovar ise, 1984 yapımı What Have I Done to Deserve This (Bunu Hak Edecek Ne Yaptım) filminde İspanya üzerinden köyden kente, kentten yabancı ülkelere göçün görsel kuramım, umut dolu bir kara komediyle bize sunar. Tunç Okan’ın Otobüs, Pedro Abnadovar’ın Bunu Hak Edecek Ne Yaptım ve Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmlerinin göç kuramı olarak okuması için “Başka Diyarlara Görsel Yolculuklar: Sinemasal Göç Kuramları” (2009) başlıklı makaleye bakılabilir.
Yetmişli yılların Batı Berlin’i Doğu Almanya olarak bildiğimiz Alman Demokratik Cumhuriyeti sınırlan içinde kalmış, etrafı duvarla çevrili bir adadır. Bugün nitekim Berlinliler Hamburg’a, Münih’e gidecekleri zaman hâlâ, “Batıya gidiyoruz” derler. Göçmenler, işte bu Batı Berlin adasının duvara yakın boş duran yıkık dökük, ucuz, içerden tuvaleti olmayan apartman dairelerine yerleşir ve adanın içinde, Kreuzberg’te, pırtıklar, anarşistler, sanatçılarla yan yana yaşayan bir göçmen mahallesi doğar. Gelenler çoğaldıkça yabancılar, başka ülkelerden gelenler (Auslaender) diğer semtlere de yayılırlar. Yabancılar yalnızca Türklerden de ibaret değildir. Onlara, İtalyanlar, Yunanlılar, Afrikalılar, Araplar eklenir. İ989’da duvar yıkıldığında, Vietnamlılar görünür olurlar. Türkler kendi aralarında Aleviler, Kültler, Yezidiler; Yugoslavyalılar, Hırvatlar, Bosnalılar, Sırplar, Slovenler olarak farklılaşırlar. Doksanlara gelindiğinde göç artık işçi göçü değildir. Gelenler hâlâ yabancıdırlar ama kültür temelinde ayrışırlar, kültür temelinde, sosyal politika alanının öznesi haline gelirler. Yalnızca Almanya değil, tüm Avrupa artık çokkültürlüdür, kendisini öyle görür, öyle tanımlar. Kamusal projeler, politikalar bu yeni tespite yönelik olarak şekillenmeye başlar.
Berlin Senatosu’na bağlı ve 1990’lardaki adıyla Yabancılar Temsilciliği (Auslaender Beqftragter des Berliner Senats) birbiri ardına Berlin’deki etnik gruplan tanıtan kitapçıklar yayınlamaya ve tanıtım kampanyaları düzenlemeye başlar. Bu kampanyaların birinde değişik renklerden ve mesleklerden kadınlı, erkekli, çocuklu portrelerden oluşan bir afiş “Biz Berlin’iz/Berlin Biziz. Biz açık ve esmer tenliyiz (Wir sind Berlin. Wir sind helle und dunkle)” başlığı altında kentin reklam panolarını süsler. Herkesten, her kesimden, her renkten oluşan bu insanlar “OpenCity” Berlin’i oluştururlar. Yine aynı dönemde, örneğin Berlin Gençlik Müzesi’nde gençlere göçmenleri tanıtmak için açılan bir sergi, gelenleri Türkiye’den bir köy manzarası ile karşılamaktadır. Bir harman yerinde köylüler atla çekilen bir dövenle buğdayı dövmekte, diğerleri yabalarla buğdayı samanından ayırmaktadırlar. Sonraki sahnelerde ise, Almanya’ya gelen göçmenler yerleştirilmiştir. Birbiriyle zıt gibi görünen bu iki göçmen temsili, bir yandan da göçün ikinci aşamasındaki entegrasyon/uyum denkleminin iki uç noktasına işaret etmektedir. Türkler hem kozmopolit Açık Kent Berlin’in parçasıdır, hem de hiç bitmeyecek, her seçim döneminde, her ekonomik krizde gündeme düşen bir uyum probleminin.
Böylelikle, her ne kadar yetkili veya yetkisiz, hiç kimsenin, uyumun hangi koşullar yerine getirilirse sağlanacağına dair somut bir düşüncesi ya da önerisi olmasa da, uyum hep gündemde kalacak bir mesele olarak kurumsallaşmıştı. Öyle ki, bir göçmenin, gözü kara bir Türk gencin -başka bir milliyetten bir genç de olabilir- işlediği basit bir suçun bile içinden çıkılmaz bir uyum tartışması başlatması artık işten bile değildir. Uyum tartışmasının en ağır bedeli ise kadınlara çıkarılır. Giyilen başörtüleri bir yanıyla çokkültürlülük temelinde tolerans çerçevesine alınıp kabul görürken, diğer yanıyla Türk kültürü olarak somutlaştırılıp örnek uyum problemine dönüştürülür. İşlenen bir kadın cinayeti, anında kültürel bir eksikliğe ve uyumun imkânsızlığına işaret eder. Aynı argüman kadın göçmenlerden gelince kültürel çeşitliği reddetmekle suçlanabilirler. Daha da ilginci, neredeyse durup dururken, ortaya bir “leitkultur” (yön gösterici kültür, hakim kültür) kavramı atılır, sonradan gelenlerin Alman kültürünün öncülüğünü, öncelliğini kabullenmesi önerilir, ardından da deyim yerindeyse yer yerinden oynar. Çünkü mesele artık köy ve köylülükle özdeştirilen Türk kültürünü tanımlamaktan, Alman kültürünü tanımlamaya dönüşmüştür. Böyle bir tanımlama ise Almanya’nın yaşamış olduğu Nazi dönemi dolayısıyla imkânsızdır. Kendisine sorulduğunda Alman Şansölyesi Merkel, Almanya’dan Polonya’ya geçtiğinde gördüğü ormanların Alman ormanlarından farklı olduğunu söylemekle yetinir. Alman kültürü tanımlanamaz, leitkultur unutulur, ancak uyum konusu kapanmaz, olduğu gibi durmaktadır.
2000’li yıllara gelindiğinde bir kategorik dönüşüm daha yaşanır. İşçi iken etnik kimliğiyle tanımlanıp Türk olan göçmen, bu kez Müslüman olur. Özellikle de 2001 yılında New York’ta İkiz Kuleler’e yapılan saldırı sonrasından başlayarak Avrupa’da yaşayan Türkiye ve Arap ülkelerinden göçmenler artık Müslüman olarak, Müslümanlıktan öne çıkarılarak kamusal alanda yerlerini almaktadırlar. İslam dininin çeşitli yorumlan üzerinden dünya siyaset ve savaş sahnesine çıkan silahlı hareketlerin Avrupa içinde ve dışındaki eylemleri arttıkça, uyum, daha doğru bir deyimle uyumsuzluk, tartışmaları da şiddetlenir. Avrupa, göçmen karşıtı siyasi akımların marjinal oluşumlar olmaktan çıkıp ağırlıklarını yerel, ulusal ve AB düzeyinde duyuran, parlamentolarda rahatlıkla yer bulan kitlesel desteğe sahip toplumsal hareketlerin, siyasal oluşumların sahne aldığı bir bölgedir artık. Danimarka’da alevlenen Peygamber karikatürü krizinden (Cartoon Affairs) Fransa’daki Charlie Hebdo krizine, yine Fransa’daki ile-de-Paris saldırılarından Berlin’deki Noel Pazarına (Weinachtsmarkt) bir tır kamyonun sürülmesine, ardı kesilmeyen olaylar zincirine bakıldığında ise, en azından bugün için, kategorik Müslüman düşmanlığına cevap olarak yürütülen kategorik İslamofobia tartışmalarının, yürütülen propagandaya karşı koymakta yetersiz kaldığım, kalacağını söylemek hatalı olmayacaktır.
Burada ele aldığım meseleleri “Başından Sonuna Almanya’daki Türklerin Göç Hikâyesi” (2011) başlıklı makalemde daha geniş kapsamlı bulabilirsiniz.
Türkiye’nin Göç Ülkesi Olması
Yüzümüzü Avrupa’dan Türkiye’ye döndüğümüzde ise, Irak ve Suriye savaşlarının uzantısı olarak sayılan gittikçe artan bir göçmen topluluğunun sınırlan geçerek, sınırların hemen yanı başındaki kentlerden başlayarak en uzağındaki kasabalara, kentlere kadar gidebilecekleri, iş bulabilecekleri, yürüyerek veya lastik botlarla sığınabilecekleri her yere yayılmış oldukları görülüyor. Hepsine kategorik olarak Suriyeli denilen, günlük konuşmalardan ülkeler arası diyalog ve atışmalara konu olan, resmî olmayan rakamlara göre üç buçuk milyon civarında olduğunu kabullendiğimiz bir topluluk bu. Günlük hayatımızın içindeler, yanı başımızda veya saydamım ne kadar olduğunu tam olarak bilmediğimiz kamplarda yaşıyorlar, resmî devlet kumrularından yerli yabancı yardım kurumlarına yine sayısını bilmediğimiz onlarca kuruluştan hizmet alıyorlar.
Doğal olarak Suriyeliler Türkiye’ye yolu düşen ilk göçmen topluluğu değil. Onlardan önce Irak savaşından kaçan sayıları iki yüz bin civarında Kürtler ve Araplar vardı. Ondan önce Bulgaristan’ın sınırları açması üzerine Türkiye’ye gelen üç yüz bin civarında Bulgaristanlı Türkler. Seksenler boyunca Afganistan’daki savaştan kaçan Afganlılar, Türkmenler. Bavul ticareti derken, sürekli, yerleşik bir ticaret işine giren yine kategorik olarak Rus diye bildiğimiz eski Sovyet cumhuriyetlerinin vatandaşları. Filipinlilerden Gürcülere, Moldovyalılardan Özbeklere ev işlerinde çalışan, yaşlılara bakan, geçici ya da sürekli burada yaşayan kadın göçmenler var.
Türkiye’nin göçle, göçmenlerle tanışması bunlarla sınırlı değil elbette. Osmanlı döneminde Amerikalara göç edenlerden, savaşlar ve mübadeleler sonucu Türkiye’den gidenler, Türkiye’ye gelenler, seksenlerde ve sonrasında Avrupa ülkelerine iltica edenlere kadar göç akımlarını çeşitlendirmek mümkün. Tarih boyunca Anadolu’nun bir geçiş yolu olduğunu buna eklediğimizde, Türkiye de göçün tanışmasının çok eski olduğunu söyleyebiliriz. Ancak burada benim sözünü ettiğim “Türkiye’nin göç ülkesi olması” nitelemesi sayısal, olgusal bir duruma dikkat çekmekten çok, göç denilen durumun toplumsal bilince ve hükümet politikalarına sıçramasına işaret ediyor.
Dolayısıyla artık Türkiye’den söz ederken, göç ülkesi olduğumuzu vurgulamaktayız. Göç, hükümetlerin, siyasal partilerin, sivil toplum kuruluşlarının gündeminde. Türkiye’nin içişleri Bakanlığı bünyesinde bir Göç idaresi Genel Müdürlüğü var artık. Göç raporlan yayınlanmakta, yabancıların oturma ve çalışma izinlerini düzenlenmekte, yurttaşlığa geçiş yasaları üzerinde çalışmalar yürütülmekte. Avrupa Birliği ülkeleriyle göçmenlerin durumuna ilişkin anlaşmalar yapılmakta, göçmenlerin kimi kamplara yerleştirilirken (açılan kamplar ödüller bile almakta), kimileri geldikleri ülkelere iade edilmekte, bir ara yaşadığınız kentin sokaklarını dolduran göçmen kalabalıkları birden kaybolmakta, sonra başka bir kentte yeniden ortaya çıkmaktalar. “Almanya göçmenleri alacakmış” gibi gerçekliği şüpheli bir haber sonucu Edirne sınırına giden yollar, taşıyabildikleri ne varsa ellerinde göçmen kafileleriyle dolmakta. Konuyla ilgili konferanslar, çalışma gruplan, yardım kurumlan oluşturulmakta, araştırmalar yapılmakta, entegrasyon politikaları geliştirilmekte, önerilmekte. Kısaca göç ülkesi olduğumuzu yadsıyacak çizgiyi çoktan ve kaçınılmaz olarak aşmış durumdayız.
Göçün Sonu
Yüzümüzü bu kez de Türkiye’den dünyaya dönelim. Bugün, göç adına göreceğimiz manzara, 1960’larda başlayan Türkiye’den ve Avrupa’nın güney çeperlerinden merkeze doğru gerçekleşmiş işçi göçünden çok farklı. Sadece o dönemde gitmiş olanların, yerleşik topluluklara dönmüş olmasıyla sınırlı değil bu farklılık. Latin Amerika’dan ABD’ye yönelik hareketlilik karşısında, ABD’nin yasal statüsü olmadan yaşayan ve çalışanları yasal konuma getirmek için aflar çıkartması ile de sınırlı değil. Artık Güney Afrika’dan Norveç’e, Japonya’dan Brezilya’ya dünyanın her yerinde yasal veya yasal olmadan yaşayan, çalışan başkaları var. Manzara esas olarak yetmişlerde Fransa’da karşılaştığımız, Vietnamlı mültecilerin durumunun neredeyse dünya çapında yaygınlaşması, olağanlaşmasını arz etmekte. Sanki dünya yollara düşmüş gibi. Yollara düşenlerin sayılan eksilmiyor, artıyor. Yollara düşenler zorluk nedir bilmemecesine, Afganistan’dan kalkıp sınırlar aşarak Iran, Türkiye, Sırbistan, Macaristan üzerinden, o yol kapalıysa Rusya’nın arktik çembere en yakın yerinden Norveç’e geçerek, Almanya’daki akrabalarının, hemşehrilerinin yanına gitmeye çalışıyorlar. Kenya’nın yarı kurak Dadaab kentinde dünyanın en büyük kamplarında yaşayan üç yüz binden fazla insan var. Gidilecek göç yollan her yöne uzamakta, sınır tanımamakta. Mevcut siyasal göç ve iltica rejimleri, göçle başa çıkmaya çalışan yerel, ulusal, uluslararası, ulus üstü kurumlar neredeyse çaresiz, çalışmaz durumda. Gelmen yerde tanık olduğumuz hareketliliğe göç demek de yetersiz kalıyor artık. Yeni sözcüklere, yeni sözlüklere, yeni yaklaşımlara acil ihtiyaç duyduğumuz bir noktadayız. Göçün sonuna gelmiş durumdayız.