Şiir deyince hemen sinema gelmez aklıma ama, sinema deyince şiir gelir. Şiir-sinema arasındaki ilişki, varsa demeyeceğim, bana kalırsa ziyadesiyle var ve giderek de sıkılaşıyor; ikisi ayrılmaz, kopmaz bir ikili oluyorlar. Bu ilişki beni oldum olası ilgilendirir, daha çok da meraklandırır. Sanki onlar da evrim sürecini birbirlerine doğru sürdürüyorlardır ve sonunda değil, bir zaman, bir yerde birbirlerini tamamlayacaklar, birbirlerinde tamamlanacaklardır.
Bunu iddialı bir tahmin olarak söylemiyorum, gönlüm gibi gözüm de öyle istiyor, biraz da öyle görüyor. Yani gözden ve gönülden arzu ettiğim bir şey bu yakınlık ve sonunda belki de iç içelik. Sinemaya dair yazdığım başka yazılarda da vurguluyorum bunu, sinemanın amacı, kitleselliği, vb... doğuş olarak anlatıyı, öyküyü gereksinir, deyiş olarak sinemanın ister cümlesi diyelim ister dizesi, görselliktir, duyuş olaraksa şiirseldir. Sinemanın da bir poetikası vardır ve Gaston Bachelard’ın “Şairlere kulak vermek gerekir” cümlesinin sürdürücüsü, tamamlayıcısı olarak “duyuş-deyiş diyalektiği” diyelim, görüşü ve bakışı da içererek yeni anlamlara doğru varlığını yükseltecektir.
Roman, çoğunlukla, “ortalama”nın istekleri ya da olası arzuları, tahminî talepleri doğrultusunda kendini çoğaltırken; öykü, özellikle şiir ve kitlesellikte, edebiyatla değil, ancak müzikle karşılaştırılabilecek olan sinema, ilginçtir, belki de hiç ilginç değil, doğallıkla “yeni” olana, “görülmemiş”, “duyulmamış”, “söylenmemiş”, “yazılmamış”, “denenmemiş” olana hamlesiyle, sanatı da yükseltiyor ama, ondan da önce yeni bir “varlık türü”, “varlığın yeni biçimi, dili” olmaya, böylece insanla aynı hizada değil, onun göğünde olmaya uçuyor.
Bir yerde yine değinmiştim, bizim kuşaktan bir arkadaşım, Rock çağının ateşinin sönmeye yüz tuttuğu, küllerin karıştırılıp kor, köz, cevher arandığı dönemde, ki son atağı Pink Floyd, biraz da ona değinerek “müzik bitti!” demişti! O yılları Londra’da geçirmişti. Gel de Fethi Naci’yi anımsama, İnsan Tükenmez! İddialı bir saptama elbette, iddiasız bir şey söyleyeyim ben de öyleyse: Sinema bitmez! Niye, çünkü şiir bitmez!
Yeşilçam’ın Sonu
Turgut Uyar’ın küçük ama etkisi büyük yanıtında dediğine benzedi biraz, “Şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda!” Ama işte, imkân ya da olanak da tam da burada, yani çıkmazda. Bazılarının deyimiyle “Şiirin Altın Çağı” çoktan kapanmıştır, sinemanınki de kararmaya yüz tutmuştur. “Tam yıkıldığı, çöktüğü, bittiği sanılan yerden tekrar doğruldu, ayağa kalktı ve eskisinden de...” diye başlayan klişe, bir bakıma şiirin gerçekliğini de dile getirir. Klişeyi başka bir alana taşıyarak, sinema için de “insanların içine, yüreğine, aklına sızmanın bir yolunu her zaman buluyor” demek mümkün. Sinema için henüz duymadım ama, şiir için neredeyse 50 yıldır “şiir ölüyor, bitiyor, geri çekiliyor!” yargısı ya da ezberinin yinelendiğini duyarım, bilirim. Benzer bir yargıdan Yeşilçam da nasibini almıştı 70’lerin ortalarından 80’lerin neredeyse sonlarına kadar. Seks filmleri furyasıyla izleyicinin sinemalardan çekildiği, film yapmanın zorlaştığı bu yıllar bir anlamda da “Yeşilçam’ın sonu” oldu denilebilir. Finali hayli kötü olmakla birlikte, bu her şeyin sonu değildi, dünyanın sonu değildi, filmin sonu hiç değildi! Aksine yeni bir başlangıç için belki de kendiliğinden de olsa, değil elbette, gerekli bir bitiş, bir sondu. Bu da klişeye saygı duruşu babından bir cümle olsun: Bu kez film “mutlu son”la bitmiyor, ama “mutlu bir başlangıç” için yer açıyordu!
“İkinci Yeni Dalga”
Yazının uzun başlangıcı da sürüyor, sinemayı şiire benzetme eğilimim, merakım ve huyum da. Arabaşlıktan da anlamışsınızdır zaten, “İkinci Yeni Dalga” diyorum sinemamızın uzun zamandır süren yeniliğine. Bu kavramı daha önce de kullandığımı sanıyorum. Benim değil, sadece iki hareketi buluşturdum, bir araya getirdim.
Birinci Yeni de var, olmaz mı? Diyalektik dediğimiz şiirin, ki bence biraz mistik, tasavvufi bir yanı da var, her ikisinin de, diyalektiğin de şiirin de, birbirlerinde karşılığı var, bir tür “tevafuk” hâli yani. Sinemamızın “Birinci Yeni”leri Lütfi Ö. Akad, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney, Halit Refiğ, Erden Kıral, Şerif Gören, Bilge Olgaç, Zeki Ökten, Ali Özgentürk, Süreyya Duru, Yavuz Turgul, Tunç Başaran, Memduh Ün, Ertem Eğilmez, Metin Erksan, Ömer Kavur... Ve “unutulmayanlar”. (“Unutulmayanlar”, bu tür yazılarda sıklıkla yaşanan, benim de özellikle şiirle ilgili yazılarımda isim sayarken sık başıma gelen ve hiç unutulmaması gerekirken unuttuklarım için “peşin özür” yerine kullandığım bir ibare. Arabesk olarak da söylersem, “kendimi unuturum onları unutmam!”)
Biraz “toptancı” bir sınıflandırma olduğunun farkındayım, ama bazıları ihmal edilirse az çok tanıma özgü ya da sınıflandırmaya uygun bir tablonun da ortaya çıkacağını düşünüyorum. Saydığım yönetmenler komediden drama filmleriyle, sinemamızın ilk dönemini, öncülerini oluşturması bakımından bile “Birinci Yeni” olarak adlandırılabilecek yönetmenler. Daha önce sinemamızda kayda değer yönetmenler ya da filmler olmadığı için, doğal olarak “ilk”ler anlamında “Birinci Yeni”ler diyorum bu yönetmenlere. “Birinci Yeni”yi oluşturan yönetmenlerden bazıları, Lütfi Ö. Akad, Yılmaz Güney, Metin Erksan ve Ömer Kavur ise “öncü” olarak anılması gereken isimler. Birinci Yeni’nin İkinci Yeni Dalga’nın en öncüsü ise, hiç kuşkusuz Yılmaz Güney’dir, tıpkı şiirimizin en önde gelen adının da Nazım Hikmet olduğu gibi.
Poetik olarak, hem epik hem lirik olarak diyelim, ‘Birinci Yeni Öncü’ler, sinemayı da tıpkı Cemal Süreya’nın şiiri gördüğü gibi, bir “olanak”, “imkan” olarak gören isimler. “Olanak”, yalnızca kendine yarayışlı, kendisiyle sınırlı bir etkinliğin adı değil benim anlayışıma göre. Asıl olarak yeniliklere, farklılıklara, geleceğe, başkalarına alan açan, yer sunan, yüreklendiren, örnekleyen, destekleyen ve hiç kuşkusuz yanlışları doğruları, eksikleri fazlalıklarıyla öğreten, eğiten, ders veren ve belli bir süreyle sınırlı olmayan bir etkinliğin tanımı. Filmleri, temaları, eğilimleri, kaynakları, anlatım biçimleri, dilleri ve etkileri açısından bu dört yönetmen “İkinci Yeni Dalga” olarak nitelediğim, 1990’larda başlayıp sürmekte olan dönemde, 2018 itibariyle 30 yıl diyelim, sinema yapanları farklı derecelerde etkileyen, esinleyen isimler. Bunlara konu zenginliği, renklilik açısından Atıf Yılmaz’ı ve gülmece geleneğini sürdürerek bugünkü sinemamızda, sözgelimi Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz gibi adların varlığında, esintisi, rüzgârı olan Ertem Eğilmez’i de ekleyebiliriz. “Birinci Yeni” yönetmenlerinin yaptığı filmler ve öncülerinin sunduğu olanak, yeni sinemayı bir anlamda “sınır tanımayan sinemacılar”ın gösteri alanına çevirirken, öte yandan “merkez sinema”dan sınırlara, uçlara doğru bir açılmaya da yol açmıştır. Olanak da açılma, açılım, yol açma değil midir zaten? Ve bir “atılım”a yol açmaz mı?
Geleneği bir antoloji olarak görenlerdenim. Yeryüzünde insanla birlikte var olan, belki de ondan önce doğanın da kendisi olan yeryüzünün de kendisi olan şiire bakışım böyledir. Bahçe, koru, orman ve nihayet doğa da bir antoloji sayılır, antolojinin Türkçesinin “güldeste” olduğunu da hatırlayalım. Şimdi ülke sinemasında yaşanan da, geleneği yenileştirmedir. Geleneği yenileştirenlerin oluşturduğu antoloji ise, farklı seyirlerle sunulan zenginliğin ta kendisidir.
Mikro Sinema
12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, “makro” anlayışın ve onun karşılıklarının yok olması, ortadan kalkması ya da geçici olarak geçersiz olmasıyla, yeni tanımlar, mikro kavramlar girdi hayatımıza. Edebiyat ve şiirden örnek vereyim: Postmodern edebiyat, görsel şiir, neoepik şiir anlayışı, ironi, yeraltı edebiyatı, eşcinsel edebiyat, kadın hareketi ve bunun edebiyattaki yansımaları, kadın edebiyatı, kadın şairler, İslami edebiyat, Kürt edebiyatı, Üçüncü Kuşak ya da Gurbetçi adını verebileceğimiz edebiyat ve sinema, Türkçe yazan Kürt şairler... bunlardan bazıları.
Sinema da elbette mikro olandan nasibini aldı. “Hem de fazlasıyla...” diyecek kadar değilse de, belki de niteliği, kitleselliği, ulaşılabilirliği, yaygınlığı nedeniyle bu nasibin pek çok alandakinden daha fazla ve önce olduğunu söylemek de mümkün. Gerek popüler sinema bağlamında, öncülüğünü Çağan Irmak, Yılmaz Erdoğan, Mustafa Altıoklar, Yüksel Aksu gibi yönetmenlerin yaptığı filmler, hiç kuşkusuz “İkinci Yeni Dalga” içinde öncü olarak anabileceğimiz, ama benim sinemamızın “bağımsız”larından biri olarak da gördüğüm Reha Erdem ve bir bakıma şiirdeki 80 Kuşağı’na benzer biçimde, âdeta birlikte beliren ve acemilikleriyle ustalıkları arasındaki süre ve süreç bakımından da yakın olan Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Semih Kaplanoğlu, Ümit Ünal, Tayfun Pirselimoğlu, Barış Pirhasan da çoktan sinemamızın “yeni usta”ları arasında gördüğümüz isimler.
Fatih Akın ve Ferzan Özpetek, Almanya ve İtalya’da sürdürdükleri çalışmalarıyla, ülkemizde de hayli yaygın bir seyirci kitlesini “yaratmış” yönetmenler. İlk filmleriyle Serdar Akar, özel sinemasıyla Kutluğ Ataman, ve tıpkı şiirdeki, birbirine benzemezliği, ortak bir şiir hareketi olmayışı, içinde eşcinsellikten feminizme etkiler taşıyan, sosyalizmden sol Kemalizm’e farklı çizgilerde gezinen ve Dersim sürgünlüğünden azınlıklara, oradan da İslam’a kadar uzanan bir dizi şair barındırmasıyla, şiirimizin ikinci büyük kalkışması olan “İkinci Yeni” gibi, sinemamızın “Yeni Dalga”sında da, bazen tek filmleri bazen de külliyatlarıyla öne çıkan, serüvenini sürdüren pek çok yönetmen var. Kürt yönetmenlerden kadın yönetmenlere, “İkinci Yeni Dalga” dediğim ve tam da Türkiye’nin vaziyetinden ister istemez etkilenen, kimi zaman fazlasıyla memleketi hatırlatan, zaman zaman Batı’ya giden, ama sonunda Doğu’ya dönen, bazen folklorik, bazen içe kapanık, bazen Sabahattin Ali bazen Sait Faik hissiyatı uyandıran, bazıları mistik olsa da, İslami referansları, kaynakları olsa da henüz İslami rengi olmayan, “güdümlü” ve tabii bu haliyle sinema sayamayacağımız filmlerin de yer aldığı, yeni yazarlardan edebiyat uyarlamalarının yine yeni yönetmenler tarafından yapıldığı bir âlem.
Bu “yeni” âlemde bazılarının adlarını bazılarının filmlerini bildiğim yönetmenleri, tabii yine “unutulmayanlar” şerhiyle, buraya yazmak istiyorum: Onur Ünlü, Emin Alper, Orhan Eskiköy, Özgür Doğan, Pelin Esmer, Handan İpekçi, Kazım Öz, İnan Temelkuran, Çayan Demirel, Mizgin Müjde Arslan, Mehmet Güreli, Mahmut Fazıl Coşkun, Özcan Alper, Belmin Söylemez, Seren Yüce, Tolga Örnek... Benim için sinemamızdan izlediğim her yeni film “yeni” sürüp gidiyor demek.
Bu yazıyı sinemamızın çok özel bir adı olan, çok sevdiğim Ahmet Uluçay’a adayarak ve onu anarak bitiriyorum. Karpuz kabuğundan gemiler yaptı, herkese kayıp çocukluğunu yaşattı!