Geniş Karadeniz Havzasından Uluslararası Sisteme Meydan Okumalar

Geniş Karadeniz Havzasından Uluslararası Sisteme Meydan Okumalar
Siyasi-askeri dengeleri sarsacak bir krize ve ardından da uluslararası sistemin yerleşik kurallarına meydan okuyan bir girişime yol açarak, Soğuk Savaş günlerini hatırlatan bir süreci başlattı.

Alandaki gelişmelere bakacak olursak; Mart ayı boyunca bir taraftan Rusya, Ukrayna ile olan sınırına asker yığıp manevralar gerçekleştirirken, diğer taraftan Ukrayna'nın doğu ve güney bölgelerinde yerleşik etnik Ruslardan oluşturulduğu iddia edilen milis güçleri, bulundukları yerlerde kontrolü ele geçirmeye başladılar. Öte yandan, ellerindeki silahlar, kullandıkları askeri taktikler, kıyafetleri ile hal ve tavırları, bölgede fiili kontrolü ele geçirenlerin basit yerel milisler olduğu söylemi hakkında ciddi kuşkuların oluşmasına neden oldu. Bu arada, Ukrayna ile yapılmış anlaşmalar kapsamında Kırım'da konuşlu Rus askerlerinin devreye girerek, hızla Kırım yarımadasını kontrol altına almaları ve tüm uluslararası itirazlar ve Ukraynalıların boykotuna rağmen 16 Mart'ta Kırım'ın Rusya ile birleşmesi kararının çıkacağı bir referandum yapılmasını sağlamaları, sürecin çok önceden soğukkanlılıkla planladığı ve Ukrayna'daki gerginliğin oluşturduğu fırsat ortamında hayata geçirildiğini açıkça ortaya koydu.

Nitekim, Rusya Devlet Başkanı Putin de iki gün sonra, "Kırım Özerk Cumhuriyeti" yönetimiyle imzaladığı birleşme anlaşmasıyla, 21. yüzyılın ilk ilhakını neredeyse hiç kurşun atmadan gerçekleştirdi. Kırım'ın ilhakının ardından özellikle etnik Rusların çoğunluğu oluşturduğu Donetsk ve Luhansk bölgelerinde Ukrayna askerleri ve Rusya yanlısı ayrılıkçı gruplar arasında alevlenen çatışmalar sonucunda bu bölgeler fiilen Ukrayna'nın kontrolünden çıktı. Her ne kadar uluslararası tepkiler ve girişimler bu noktada krizi bir miktar soğuttuysa da, Ukrayna'nın siyasi geleceği, Karadeniz'deki güçler dengesi ve uluslararası sistemin evrimi konusundaki endişeler hala canlılığını koruyor.

Rusya'nın stratejik konumdaki Kırım'ı ilhakı ve tüm çabalara rağmen Rusya'yla bütünleşme yanlısı ayrılıkçılar ile Ukrayna birlikleri arasında yaşanan çatışmalar mevcut bölgesel ve küresel dengeleri sarsmaya devam ediyor. SSCB'nin dağılmasının ardından zayıflayan ama son yıllarda Putin liderliğinde yeniden güç toplayarak yakın çevresinde etkili olmaya yönelik politikalar izlemeye başlayan Rusya'nın Ukrayna krizinde oynadığı rol, NATO ve AB'nin doğu genişlemesinin önünü kesecek şekilde Rus milliyetçiliğiyle perçinlenmiş bir "yakın çevre" stratejisinin hayata geçirildiğine işaret ediyor.

Görünen o ki, geleneksel nüfuz alanlarında yaşayan halkların Batı ile bütünleşmelerinin önüne geçme, hatta bu bölgeleri yeniden Rusya nüfuzu altına alma hedefiyle hareket eden Rusya, Karadeniz havzası ve Kafkasya'da sıcak ve donmuş çatışma alanlarında Rusya yanlısı rejimlerin güçlenmesi adına askeri, siyasi ve ekonomik araçlarla harmanlanmış bir politika izliyor.

Yeni politikanın ilk habercisi, aslında daha Yakın Çevre Doktrini ilan edilmeden, Temmuz 1992'de Rusya'nın, Moldova'nın Transdinyester bölgesindeki ayrılıkçı gruplarla hükümet güçleri arasında çıkan çatışmalara müdahil olmasaydı 1992'de bölgeye konuşlanan Rus birlikleri hala geri çekilmedi. Etnik Rusların nüfusun ciddi bir bölümünü oluşturduğu ve tüm arabuluculuk çabalarına karşın, bugüne kadar çözülemeyen Transdinyester sorunu, Rusya'nın takip eden dönemde bu bölgede atacağı diğer adımların habercisi gibiydi. Yakın çevre stratejisi kapsamında aradan geçen sürede, geniş Karadeniz coğrafyasında oluşan "don(durul)muş ihtilaflar" meselesi Rusya'nın bölgede etkinliğini sürdürmesinin önemli bir aracı olarak kullanıldı.

Daha yakın dönemde, Ağustos 2008'de Rusya'nın Güney Osetya'yı Gürcistan'a karşı savunmak üzere Gürcistan topraklarını işgal etmesiyle başlayan süreç, "donmuş ihtilafların" aslında pek de öyle olmadıklarını ve Rusya istediği zaman ısıtılabildiklerini ortaya koydu. Rusya karşısında hızla çöken Gürcü savunmasının ardından imzalanan ateşkes sonrası, Güney Osetya ve Abhazya bağımsızlıklarını ilan ettiler ve Rusya tarafından da tanındılar. Osetya'da başlayan çatışmaları kimin nasıl ve neden çıkardığı tartışması bir yana, Rusya'nın tüm bu gelişmelerdeki rolü ve Batı'nın bu müdahalelere Rusya'yı geriletecek anlamlı bir tepki verememesi, pek çok uzman açısından Kırım'ın Mart 2014'de ilhakına giden süreci başlatan gelişme oldu.

Bu bağlamda, Ukrayna krizi, bir taraftan Batılı kurumların (NATO ve AB) doğuya doğru genişleme ve bütünleşme politikalarını etkisiz hale getirirken, diğer taraftan Rusya'nın yakın çevre doktrinine uygun şekilde eski Sovyet bölgelerinde etkin nüfuz alanları oluşturmaya başlamasını da sağladı. Tüm bunlar yavaş da olsa Batı'da Rusya'nın izlediği politikalar hakkındaki kuşkuları artırırken, özellikle Kırım'ın ilhakından sonra artık Rusya'nın durdurulması gerektiği söylemini de güçlü bir şekilde gündeme getirdi. Nitekim, Almanya Başbakanı Angela Merkel de, Aralık 2014'de yaptığı bir açıklamada, Rusya'nın AB ile kendi iradeleriyle bütünleşmek isteyen bölge ülkelerine zorluk çıkardığını ve bazı Batı Balkan ülkelerinde ekonomik ve siyasi bağımlılıklar yaratmaya çalıştığını ifade ederek, ilk kez açıkça Rusya karşıtı bir pozisyon aldı ve Kırım'ın ilhakı dolayısıyla gündeme gelen Rusya'ya yönelik ekonomik yaptırımların uygulanmasında bu güne kadar AB ülkelerini bir bütün olarak tutmakta etkili oldu.

Bu noktada, yeni nesil Doğu-Batı çekişmesinin keskin ideolojik karşıtlıklardan ziyade güç temelli bir alan etkinliği mücadelesi üzerinden yaşanmakta olduğu tespitinde bulunmak önemli. Gerek ekonomik yapısıyla giderek küresel sistemin bir parçası haline gelen Rusya'nın ekonomik çıkarları, gerekse enerji bağımlılığı çerçevesinde Rusya'yla siyasi ve ekonomik düzeyde yakın ilişkilerini sürdürmesi gereken AB'nin çıkarları göz önünde bulundurulduğunda, karşılıklı bağımlılıklar tarafları şimdilik düşmanca bir dil kullanmaktan alıkoyuyor. Bu kapsamda, gelinen noktada, Soğuk Savaş döneminin ideolojik kamplaşmasından ziyade, enerji politikaları, ekonomik baskılar, silahlanma yarışı ve "Batı değerleri" ile Rus milliyetçiliği eksenine oturmakta olan bir ayrışmadan bahsetmek mümkün.

Rusya için ekonomik baskı araçlarının tepesinde hiç kuşkusuz enerji yer alıyor. Nitekim, AB Komisyonu tarafından Haziran 2014'de Kırım'ın ilhakına tepki olarak kabul edilen Rusya'ya karşı ekonomik yaptırımlar paketinin hemen ardından Rusya'nın enerji devi Gasprom, Ukrayna ve Beyaz Rusya gibi transit ülkeler üzerinden AB üyesi ülkelere ulaşan doğalgaz sevkiyatını Polonya, Avusturya ve Slovakya'yı kapsayacak şekilde azalttığını açıkladı. Bu noktada, Ukrayna ile ilişkilerinde etkin bir pozitif koşulluluk mekanizmasını hayata geçiremeyen ve 2014 boyunca anlamlı bir kriz yönetimi yapamayan AB ülkelerinin Rusya'ya olan enerji bağımlılıklarının, "Batı" cephesini AB ve ABD'nin Rusya'ya karşı etkin bir biçimde hareket eden monolog bir blok olmaktan alıkoyduğunu da tespit etmek lazım. Gerek doğu genişlemesi sonrası Rusya'yla sınırdaş olması, gerekse sürdürülebilir enerji arzı noktasında Rus doğalgazına ihtiyacı, AB'yi Rusya'ya karşı daha temkinli olmaya zorluyor. Diğer taraftan 2008 finans krizinin ardından toparlanma belirtileri gösteren ABD'nin Rus doğalgazına bağımlılığı bulunmaması ve ekonomik bir dev haline gelen Çin'i kontrol altında tutma hedefine odaklanmasının da Batı kampında siyasi ve ekonomik öncelikler konusunda ayrışmaya neden olduğu söylenebilir.

Yine de Ukrayna üzerinde gelişen olaylar Batı'yı belli ölçüde hareketlendirmiş gözüküyor. En azından uluslararası sistemin geleceğine yönelik tartışmalar şimdilerde Batı kurumlarında daha yoğun şekilde gündemde. Ukrayna, Moldova ya da Gürcistan örneklerinde görüldüğü gibi, Soğuk Savaş sonrası ulus devletleşme sürecinde yaşanan pek çok etnik, dilsel, sosyo-kültürel ve tarihsel ayrışmalar geniş Karadeniz havzasında siyasi istikrarsızlıklara zemin hazırlamışsa da, donmuş çatışmaları yeniden alevlendirenin büyük ölçüde Rusya ile Batı arasında bölgede yaşanan nüfuz mücadelesi olduğu görülüyor. Yeni bir soğuk savaş mı başlıyor tartışmalarını bir yana bırakacak olursak, Ukrayna krizinden akılda kalacakların başında modern uluslararası sistemi şekillendiren "iç işlere karışmama", "eşit egemenlik" ve "toprak bütünlüğüne saygı" prensipleri üzerine kurulu Vestfalya sisteminin ciddi şekilde yara aldığı olgusu geliyor. Yeni tehditler, fırsatlar ve bağımlılıklar barındıran modern uluslararası siyasal sistemin bundan sonra nasıl bir yöne doğru evrileceğini ise hep birlikte izleyeceğiz.