“Ömür boyu hapse mahkûm edilmek ne demek, hayal bile edemezsiniz. Düşleriniz karabasanlara, hayali şatolarınız ise küllere dönüşür; bütün düşünebildiğiniz fantezidir ve sonunda gerçekliklere sırtınızı dönersiniz. Çarpıtılmış, hayali bir dünya içinde yaşamaya başlarsınız, sizin gibi ölümlü dostlarınızın kurallarını kabul etmeyi reddedersiniz ve kendi küçük dünyanıza uyacak yeni kurallar yaratırsınız. Bu birimcinin hayatında hiçbir ışık yoktur, sadece karanlık vardır ve işte bu karanlık içinde biz huzuru ve kendi başımıza bir dünya içinde yaşayabilme becerisini buluruz.” (Bir Başma-Anthony Storr)
Edebiyat, tiyatro, sinema gibi yaratıcısının iç dinamiğinden beslenmiş kurgusal metinlerin, okur-seyirci bilincinde, akademik ve teknik bilgilerden çok daha fazla ve derinden etki yaptığı biliniyor. Dil bu yaratıcılık işleviyle, başka insanların çektiği ıstırabı en iyi şekilde canlandırarak duygudaşlık kurmamızı sağlar. Hukukçu dediğimiz meslek inşam, yasalarda ölü şekilde duran sözcüklere ruh üfleyen kişidir. Bu sözcüklerin yaşamı kucaklayabilmesi üfleyenin zengin bir iç dünyasına sahip olmasına bağlıdır. Dolayısıyla edebiyatın sağladığı duygudaşlık zenginliğinden nasibini almamış hukukçunun buluncu (vicdanı) genel olarak iktidarın egemen söyleminin, toplumsal önyargılarının etkisi altındadır ki bu kalıplaşmalar, önyargılar yönlendirmeler onun insani derinlikleri ve farklılıkları algılamasını önler. (Rxchard Rorry) Hukuk sorunları toplumun çeşitli mekanizmalarının bidikte işleyişinden doğan sorunlardan kaynaklandığına göre iç içe iki disiplindir hukuk ve edebiyat.
Edebiyat ve tüm sanat dünyası asırlar öncesinden yazılmış da olsa unutamadığımız eserlerle doludur. Bugün klasik kabul ettiğimiz eserler, postmodern gözle yeniden yorumlanabilir. Yitirdiğimiz masumiyet bizi tekrar kucaklamak üzere kollarım açabilir.
Alkatraz Kuşçusu, E.Gaddis’in gerçek bir yaşantıdan yola çıkarak yazdığı romanından uyarlamadır. 1962 yapımı, Burt Lancester’in başardı oyunculuğuyla sinema tarihinde önemli bir yeri olan, yönetmenliğini John Frankenheimer’in gerçekleştirdiği, ellili yaşlarını süren insanların belleğinde yer etmiş, hapishane filmleri klasiği denilebilecek bir sinema filmi. Bugün sinema teknolojisi açısından bir önemi olmasa da ele aldığı evrensel konuların güncelliğiyle hukuk ve edebiyat açısından da önemlidir. Başardı bir roman, izlenmesi gereken bir filme dönüşmüştür.
Yaşamım kuşlarla geçirdiği için Alkatraz Kuşçusu olarak bilinen federal mahkûm Robert Franklin Stroud’un yaşam öyküsü anlatılır. Stroud, sokakta bir fahişeye zor kullanan birini öldürmüştür. Bu tepkisi, onun zihinlerdeki tutsaklık olan, önyargılardan arınmış olmasından, dolayısıyla herkesi insan kabul edişinden, herkesin eşit ve aynı haklara sahip olması gerektiğini düşünmesinden kaynaklanır. Bu cinayetten sonra Robert tutuklanır ve artık hücre hapsindedir.
BU CEZAEVİ, ALTINDAKİ ATEŞİN KİN VE ÖFKE İLE CANLI TUTULDUĞU KOSKOCAMAN BİR UMUTSUZLUK KAZANIDIR
Suçluları cezalandırmak üzere hapishanelerin ortaya çıkışı 18. yüzyılda Pensilvanya’dadır. Suçluyu, çevresinden, sevdiklerinden, eş dosttan uzaklaştırma, suçunu, hatasını düşünmesini sağlamak üzere tecrit etmek için cezaevleri tasarlanmış.
Hapsetme, suçluları cezalandırmak ve vatandaşları onlardan korumak için kullanılan bir cezalandırma biçimidir. Hapsetmenin diğer hedefi de, suçluyu topluma uyumlu bir birey olarak kazandırmak için ıslah etmektir. Hapishaneler, mahkûmlar üzerinde böyle bir etki göstermekte midir? Oysa görünen ve bilinen o ki hapishaneye girip çıkan suçlu ıslah edilemiyor. Bu sorun da tüm açmazlarıyla insanlığın karşısına vicdan azabı gibi tüm canlılığıyla dikiliyor.
DUYUSAL YOKSUNLUKTAN ZİHNİ KORUMA
Hapiste tutulmakla kısmen ve özellikle de hücre hapsiyle daha fazla bozulmaya başlayan zihinsel durum, bugün duyusal yoksunluk diye bilinen bir olgunun sonucudur. Uyanma saatleri sırasında beyin, ancak dış dünyadan algısal uyanlar geldiği takdirde verimli bir şekilde işlemektedir. Çevremizle ilişkimiz ve onu anlayışımız, duyulanınız aracılığıyla aldığımız bilgilere dayanmaktadır. (Storr-Bir Başına)
Stephan Zweig’ in Satranç adlı romanında roman kahramanı öylesine büyük bir duyusal yoksunluk içindedir ki zihni bomboştur ve hücrede hiçbir uyaran yoktur. Eline geçirdiği satranç oynamayı öğreten kitabı adeta sünger gibi içine çeker ve dünya satranç şampiyonunu yenecek kadar kendini geliştirir. Romanın kahramanının o kitap yerine komiserin cebinden çaldığı bir örgütün öldürme ve yok etme projeleri olsaydı; rahatlıkla bir cinayet işleyecek hale gelebilirdi. Duyusal yoksunluk yerine herhangi bir yanlış ve zararlı fikri ele alan hatta ona işletmek üzere bir cinayet planlamayı öğretmek bile aynı etkiyi yapacaktı. Duyusal yoksunluk ve bağlantılı beyin yıkama denen itiraf ettirme yöntemleri 1950’lerin ilk yıllarında başladı. Duyusal yoksunluk Kuzey İrlanda’da terör zanlılarını sorgulama yöntemi olarak kasten kullanılıyordu.
Dış dünyanın uyaranlarından yoksun kalan hücre hapsi almış ya da koğuşta yatan mahkûmlar, kâbus görme, gerilim, anksiyete, intihar düşünceleri, depresyon, baş ağrısı, ülser gibi bedensel şikâyeder yaşıyorlar ki bunların çoğu psikolojileriyle ilintilidir. Hapishanede zaman uzayıp giden bir boşluktur. Mahpuslar kendi içlerine kapanırlar, kendi varlıklarından vazgeçmişçesine dış görünümlerine önem vermezler ve hiçbir şey yapmak istemezler.
Alkadraz Kuşçusu’nda Stroud hücresine giren bir kuşla ilgilenmeye başlar ve kuşlar üzerine kafa yorarak, kuşların yaşamlarım gözlemleyerek onların hastalıklarına karşı ilaçlar ve tedavi yöntemleri geliştirerek, kendi varlığını başka bir varlıkta, kuşta sınayarak varoluşunu korur; yaşatarak yaşama sevincini ve bağlılığını taze tutar ve zihin sağlığını korur. Böylelikle özgürleşir özgürlüğün ve tutsaklığın insan zihinde olduğunu duvarların insanları esir edemeyeceğini görürüz. ‘Özgürlük mekânla mı sınırlıdır?’ sorusunu sorarız kimi zaman. Çoğu insan, zihninde kendi duvarlarım örer ve bu duvarların içinde yaşar. Özgürlük konusunu sarsarak izleyiciye düşündürtüyor eser; çünkü tutsaklığın mesafesi nerede başlar, nerede biter? Yeni bir hapishanede birazcık daha geniş bir alana hapsedileceğim anlayınca Stroud, “Mahpus için kilitli olmayan kapı, köşe dönmeden gidilen yarım mil iyi gelir” der.
Hapishanelerin koşullarım iyileştirirseniz suçluyu cezalandırmış değil ödüllendirmiş olursunuz düşüncesine karşılık şunları söylemek gerekir. Suçluyu hapse atmakla sadece onu dış dünyadan mahrum etmek, böylelikle suçsuz insanları korumaya alarak kendisini rahatlatan, suçluydu cezalandırıldı, mantığıyla yaklaşan yasalar, mahkûmlara zannettiklerinden, görünenden çok daha fazlasını yapıyor; çünkü zihinsel uyaranlardan yoksun bırakılan kişinin tüm benliği yok ediliyor; oysa kişiyi cezalandırmaktan öteye gidilmemeli, ayrıca daha ötesi de cezayı gerektiren başka bir suç değil midir? Bu yanıyla da her zamanların ikilemi içinde barındıran bir paradoksu.
ŞARTLAR İNSANLARI SUÇLU YAPAR SİSTEM DE ÜSTÜNE ÇÖKER
Esere dönecek olursak, adaletin katı kuralları, hayatın dinamiğine ve incelikli içyapısına uymamaktadır. Stroud’un, gelişmiş bir sorgulama bilinci ve adalet duygusu vardır. Doğruluk ve dürüstlükten ödün vermediği için haksızlıklara boyun eğmediği için hapse düşer, bir fahişeye kötü davranan adamla kavga eder -aynı nedenlerle hücreye atılır, yine haksızlığa karşı çıkarken katil olur. Müebbede mahkûm olur, içinde derin bir adalet duygusu olan Stroud ile adaleti sağlamakla görevlilerin haksızca tutumları arasında büyük bir zıtlık vardır, içindeki doğruyu yanlışı sorgulayan ve doğrular için mücadele etmekten yılmayan ve vazgeçmeyen, başkaldıran, Stroud hapiste, esirdir. Adalet duygusu gelişmemiş olanlar, haksızlık yapanlar, zalimler dışarıda özgürdür. Elinde yetki bulunduran bazı hapishane görevlileri mahkûmlara boyun eğdirip, zavallı duruma düşürmeye çalışarak egoistçe davranırlar. Hapishane görevlilerinin bazıları kuralların ardına gizlenerek mahkûmlara katı bir tutum içindedirler, sebepsiz yere zalimce, kin duyarlar, düşmanca davranırlar onları birer insan gibi görmezler. Insanlık onurunu kırmaya çalışırlar. Buna karşılık hapishane müdürü Harvey gibi, mahkûmların her birinin birey olduğunu gören onları dışlamayan ve onlara şans veren devlet görevlileri de vardır. Bu eserdeki çatışma yasaların katı kurallarının ardına saklanarak insanlık dışı davrananlarla, suç işleyenlere şans tanıyanlar arasındadır. Bu zıtlık suçluların ıslah edilerek topluma kazandırılabileceği düşüncesini taze tutmak üzere eserde işlenmektedir.
Sefiller romanındaki polis müdürü Javer’in ‘kötü, kötü olarak doğmuştur değişmez’ düşüncesi ilejan Valjan’ın hızla iyiden doğrudan yana değişmesi klasisizm ile romantizmin çatışması ve romantizmin üstün gelmesidir. Bu serüven insanoğlunun düşünsel serüvenidir aslında. Alkatraz Kuşçusu’nda da aynı çatışmayı görürüz. Bazı gardiyanlar mahkûmlara karşı ön yargılıdırlar, onları öteki olarak görürler ve onlara kötü muamele ederler; ‘mahkûmların tümü kötüdür, bir kez suç işleyen bir daha düzelmez’ düşüncesi ise hapishane müdürü ve gardiyanla ele alınıyor. Mahkûmlar trenle kalacakları hapishaneye nakledilirken, aşın sıcak ve havasızlıktan boğulmak üzeredirler; çünkü onların bir insan olarak sıkıntıları görevliler tarafından hiçe sayılmaktadır. Scout kalkar ve bir iskemleyle demir parmaklıklı pencereyi kırar ve havanın girmesini sağlar. “Bir mahkûmun da hava alma hakkı vardır” der. Bu yüzden gittiği hapishanede ceza alır. Bu ayrıntı önemlidir. Kendi hakkım elde ettiği için ceza alır ve başkaldırdığı için gözlerin üstüne çevrilmesine neden olur. Stroud, dört duvar arasında olmasına rağmen çoğu kişiden daha özgürdür; çünkü o düşünür ve yaşamı herkesten daha çok hisseder.
SENİ GÖREBİLSEYDİM, SANA SIMSIKI SARILSAYDIM HER ŞEY DAHA İYİ OLURDU
Stroud’un hikâyesinde anne önemli bir yer tutar. Annesine taparcasına bağlıdır. Hapse girdiğinde dış dünyayla bağı sadece annesi aracılığıyladır. Annesine “Seni görebilseydim, sana sımsıkı sarılsaydım her şey daha iyi olurdu” diye mektup yazar. Dünyanın kötülüklerine göre annesi en sağlam kaledir. Annesini görmesinin en doğal hakkı olduğunu bilir, annesi onun en hassas noktasıdır. Onun resmini eline alan başka bir mahkûmu döver. Ziyaretine gelen annesini görmesini engellemeye çalışan bir gardiyanla öfkeye kapıldığı için kavgaya tutuşur, kendini korumak isterken onu öldürür. Annesi söz konusu olduğunda gözü hiçbir şey görmeyecek kadar anneye bağımlıdır aslında. Ondaki gelişmiş adalet duygusunun en saf yaşantılandığı yerdir, annesine taparcasına bağlılığı. Bu, hastalıklı bir durumdur ve kendisi de bunun farkında değildir. Bu tuhaf durumun kaynağının anne olduğu daha sonra anlaşılır.
SİNİRLENDİĞİNDE ANNE KAPLAN NE YAPAR BİLİYOR MUSUN, YAVRULARINI YER
Anne, oğlunu hapisten kurtarabilecekken mücadele yeteneği iş başarma yeteneği yüksek baskın karakterli biri olduğu halde, Stroud’dan sevdiği kadım hayatından çıkarmasını ister. Stroud’da bunu doğru bulmaz ve annesine karşı çıkmış olur. Bunun üzerine anne, başarabileceği halde sevdiği kadını o istediği için hayatından çıkarmamasından dolayı oğlunu hapishaneden kurtarmaz ve “o kadım seçeceksen burada kal” der. Gazetecinin birine “Oğlum ait olduğu yerde bulunuyor, onun cezaevinden çıkmaması için hiçbir şey yapmayacağım” der ve oğlunun hayatından rahatlıkla çekip gider. Stroud “Sinirlendiğinde anne kaplan ne yapar biliyor musun, yavrularım yer” der. Stroud gelişmiş adalet duygusu ve iradesiyle annesine bağımlı olduğu halde, onun evladını kendi egoizmi için isteyen hastalıklı köleleştiren, sevgisinden kendim kurtararak özgürleşir.
Eserde Stroud, kendisine kuşlardan dolayı ilgi duyan Stella ile büyük bir aşk yaşar daracık görüşme mekânlarında ve kısıtlı zamanlarda. Aşk, Stroud’u hayata bağlar. Burada zaman sanki genişler mekânın darlığı ile zamanın genişlemesi ve sınırsızlığı da zamanın göreceliliği üzerinde Einstein’i doğrular gibidir. Stroud, ‘zamanı çarçur etmemeyi öğrendim’ der; çünkü zaman, yaşamın kendisidir.
Eserdeki eşikler, annesinin Stroud’u seçim yapmak zorunda bırakmak istemesi ve annenin psişik ve çocukluğa dayanan bağlayıcılığından kurtulma özgür olma, firtınanın yuvasını kırdığı kuşun hücreye düşmesi Stella’nın hayatına girmesi Stroud’un yaşamının eşikleridir.
‘Ben’in var olabilmesinin ön koşulunun kendine öteki’nin aynasından bakmaktır. Stroud’un var olmasını belirleyen kendine aynalarından baktığı ötekiler; annesi, kuşlar ve karısı Stella’dır. Hayatın devinimi içerisinde biri yerini diğerine bırakarak devinir durur. Eserde kuş bir metafordur. Özgürlüğün metaforudur.
Alkadraz Kuşçusu’nun yazıldığı zamanda teknoloji gelişmemiştir, Scoud, hapishanede müebbete mahkûm olduğu halde teknolojik gelişmelerden haberdar olmakla övünür yeni geliştirilmiş bir uçağın bütün teknik özelliklerini bilir. Hatta telefonu görememiş olması üzüntü vericidir. Teknolojiye hayranlıkla bakan ona kucağını açan 196O’lann insanıyla teknolojinin kıstırdığı günümüz modern insanının arasında çok büyük farklar vardır, insanoğlu teknolojinin gidişatını büyük bir hayranlıkla izlemektedir. Heidegger, ‘Nihilizm, modern çağın iktidar alanları tarafından yutulmuş olan halkların evrensel hareketidir’ der. Modern çağa damgasını vuran teknolojidir teknoloji artık insanın en büyük düşmanıdır. Ömer Tecimer, Dövüş Kulübü filmi için Modern sanat (edebiyat ve sinema) yapıtlarını birbirine bağlayan nihilist düğüm asbnda insanın teknoloji karşısında hissettiği yabancılık ve terk edilmişlik duygusudur. Sonsuz teknolojik olanaklar karşısında gelişen yalnızlık ve başkaldırıdır. Sonsuz teknolojik olanaklar karşısında kendini giderek yıpranmış, ezilmiş hisseden birey, içine düştüğü küresel kargaşadan ve tinsel açmazdan kurtulup yaşama uyum sağlama çabasını da yine çarpıcı bir paradoks olarak teknoloji kullanarak aramaktadır.
Alkadraz Kuşçusu romanı gerçek bir hayat hikâyesinden oluşturulmuş bir kurmaca eser. Bu eserden çok sonra yazılmış bir başka kurmaca eser olan Stanley Kubrik tarafından sinemaya çekilmiş olan Otomatik Portakal filminde modernizmin totaliter baskısının insan üzerindeki yalnızlaştırcı ve insanın benliğini yok edici etkisi ele alınır. Bu film gösterir ki suçluların hayata kazandırılması fikri artık bir ütopyadır; çünkü o da insanlığın çözüm bekleyen diğer birçok sorunu gibi egemen iktidarların elinde oyuncak olmuş savsaklanan bir konu olmaktan öte gitmez. Çünkü; insanlar ve düşünceleri de modern hayatın götürdüklerinden payını alarak masumiyetini yitiriyorlar.
Bakhtin, kronotop terimini açıklarken roman incelemelerinde, zaman ve mekânı birbirinden bağımsız iki kategori olarak görmemekte, mekânın bilinen üç boyutuna bir dördüncü olarak ‘zaman’ı eklemektedir ki romanda önemli değişim, dönüşüm, duygulanımlara neden olan olayın yaşandığı mekândan söz edilirken zaman da söze dökülür hale gelmektedir. Başka bir deyişle, söz konusu mekânda zaman hep akmakta; ancak o mekânda, o anda yaşananlar dönüşüme sebep olmaktadır. Bu sebepledir ki mekânı betimlerken zamandan da söz etmek zorunluluk halini almaktadır. Alkatraz Kuşçusu’nda mekân hapishane, zaman durağandır; oysa olaylar öylesine hızla gelişir ki Stroud’un içsel dinamiği olan yaşama sevinci, içindeki adalet duygusu, onu mekânın durağanlığından çıkarır evrene taşır ve zaman ve uzam birbirine zıt işlemeye başlar. Mekan durağan zaman ise akıcıdır. Eserin başarısı da bu akıcılığın içinin tüm çağların temel sorunlarını ele alacak şekilde doldurulmasıyla ilintilidir. Stroud’un, hapishaneye girmesi kahramanın yolculuğudur. Dönülmez gibi görünse de aslında kahraman o yolculuktan eve içsel değişim yaptığı için dönmüştür. Gittiği yer hapishane, kaldığı yer de hapishanedir ama kahraman değişmiştir o artık özgürlüğü bularak döngüyü tamamlamıştır.
Eser, ‘suçun karşılığında ceza ne olmalıdır? Suçlular tekrar hayata nasıl kazandırılabilir?’ sorularını düşündürtür. Eserin kahramanı Stroud’un diğer mahkumlarla birlikte kuşları üretmesi ve kuşçulukla ilgili araştırmalar yapıp bir kuş uzmanına dönüşmesi. Eserde hapishaneler mahkûmları yavaş yavaş öldürür. Fikrine sorun tespit edicilikten çok çözüm üretici bir alt ve üst kurmacayı banndırması bakımından önemlidir. Yani hapishane öldürür. Oysa mahkûm, değil bir insan öldürmek, bir kuşun bile ölmesine razı olmayacak bir kuşu yaşatabilecek kadar ince bir ruha sahip olabilir. Önemli olan bu insanlan hayata katmayı bilmektir demek ister.