Bu soruyu öyle sık duydum ki. Yanıtlarım içten olsa da kabul ediyorum ki beylik laflar gibi algılanabilir. “İnsan hayatında mutluluğu arttırmak için, "dersem, karşımdaki bu klişeden bıkkın bir ifadeyle gözlerini devirir;
“Topluma yararlı, bilimin mutlak doğrusuna dayalı bir meslek olduğu için, "ya da “uygarlığa katkıda bulunmak için, ”dersem, başka mesleklerin de yararlı, bilimsel temelli, uygarlığa katkılı olduğu tartışılır;
“Hem sanattan ve bilimden ilham almak, hem de sanata ve bilime araçlar sağlamak için, ” dersem, mühendisliğin özellikle sanatla ilgisiz olduğundan dem vurulur;
“Toplumsal alışkanlıkları yeni metotlarla ve teknolojiyle kırıp iyileştirmek için,”dersem idealizmim fazla safça bulunur, kibarca gülümsenir.
İşin doğrusu kendimi bildim bileli mühendis olmak istediğim. “Mühendislik beni seçti,” desem bu da edilgen bir ifade olur; kulağa hiç sevmediğim, her şeye kaderci ve mistik bir hava verme modasına katılmışım gibi gelir.
Meslek seçimimin sorgulanmasına karşı belki biraz tepkiliyim. Kızlar mühendis olmayı sıkça seçmez, meslek hayatimin çoğunu geçirdiğim A.B.D.’de Türk mühendisliği duyulmamıştır, o yüzden sorunun arkasında sessiz bir şaşkınlık, akıllardan geçip söze dökülmeyen bir “nasıl oldu da?” duyarım ve soruyu yanıtlarken adeta bir savunma havasına girerim.
Bu yazıyı yazmam istenince tepkiyi, savunmayı bir tarafa bırakıp yanıtımı kendime açıklıyormuşum gibi bir yolculuğa çıktım:
Üniversiteye girmeden yıllarca önce, henüz okul çağma bile gelmeden mühendis olmak istediğimi herkes biliyordu. Çocuklarının yapısına ve eğilimlerine duyarlı bir evde büyütülmüş olduğum için şanslıyım. Üç- dört yaşındayken her nasılsa elime geçirdiğim bir tornavidanın gözde oyuncağım olmasına; radyoyu, ütüyü ve daha ne bulursam açıp inceleme merakıma olumsuz tepki verilmedi.
Bebeklikten başlaması gereken ideal eğitim sisteminin tam tersine, defalarca söylediğim gibi ve çok yazık ki, mevcut sistem bireysel farkındalığı ve farklılığı bastırıyor. Çocukların doğal yaratıcılık eğilimlerini utandırmadan, kutlayarak geliştiren bir ortam sağlamak, “normal” kandırmacasıyla programlı, aslında hiçbir normu olmayan bir toplumda endişe yaratır. “Normal” bir küçük kızın tornavidayla değil, bebeklerle oynamasının beklendiği bana da hissettirildi hissettirilmesine.
Dört yaşındayken bana bir oyuncak bebek hediye edildi, bebek kanıma bastırılınca ya kıkır kıkır gülüyor ya da ciyak ciyak sinir bozucu bir sesle ağlıyordu. Önce defalarca düğmesine basıp kahkaha-ciyaklama sırasının şifresini bulmaya çalıştım, tamamen rastgele olduğuna karar verince aldım elime tornavidamı. Birkaç saat sonra, annem beni dikkatle odaklandığım cerrahi işlemin başında bulunca çığlığını eliyle yakalayıp ağzına tıkadıysa da gözlerindeki dehşeti saklayamadı. Anneme uğursuz bir şey yapmadığımı, bebeği (ve kendimi) ciyaklamalardan kurtarıp her seferinde güldürmek istediğimi anlatmaya çalıştımsa da sanırım o günden beri anneciğim “normal olmayışımla” barışık kalmaya çaba göstermek zorunda kaldı.
Mühendis olma isteği, en temel güdülerle, mutsuzluğu ortadan kaldırıp insan mutluluğunu sağlama isteğiyle ilgilidir.
Eğitim konusundaki bir inancım da çocukların altı yaşma kadar yapıcı, öğretici oyunlarla, oyuncaklarla, rol modelleriyle zamanlarım geçirerek hayal güçlerini geliştirmelerinin hayati önem taşıdığıdır. Bebeklikten itibaren okul öncesi dönem, beynin en çok ve en hızlı geliştiği dönemdir, çocuğun bu dönemde kaçındığı ya da yöneldiği etkileri izlemeli, sağlıksız bir eğilim görülmedikçe özgür bırakmalıdır. Yine o küçük yaşlarımda hayatımda ilk (ve şimdiye dek tek) kez bir televizyon karakterine tutuldum.
O zamanlar televizyon ailece paylaşılan bir akşam keyfiydi. Özellikle çocuklara yönelik ilginç, eğlenceli, hayal gücünü besleyici programlar yayınlanırdı. Pilli Bebek, Bilgin Amca ve büyülenmiş gibi gözlerimi kırpmadan izlediğim Uzay Yolu bunlardan birkaçıydı. Uzay Yolu, bir bilim kurgu dizisi olmanın ardına saklanıp sansüre uğramadan ayrımcılık, soğuk savaş vb. güncel ve hassas konulan hayal ürünüymüş gibi gelecekte, uzayda ele alan bir diziydi. Tüm başarılı TV dizilerinde olduğu gibi karakterlerin her biri; Kaptan Kirk, Bilim Subayı Mr. Spock, Başhekim Dr. McCoy, Mühendis Scottie, İletişim Uzmanı Teğmen Uhura uç kişiliklerdi.
Görevleri kişilikleriyle mükemmel uyum içindeydi: Kaptan Kirk güçlü, kararlı, saldırgan lider; Mr. Spock mantıklı, engin bilgiye sahip, dikkatli, soğukkanlı bilim adamı; Scottie pratik, zeki, deneyimli, bilgili, becerikli mühendis... Herkes uzay gemisinde yaşıyor, nefes alıp beslenmekten galaksinin güvenliğine ve barışa hizmet etmeye kadar hayatın tümü sürekli bilimle beslenen ileri teknolojiyle mümkün. Geleceğin bilime ve teknolojiye bağlı olduğuna inandım, geleceğin dünyasına katkıda bulunan, sorunlarına çözüm üreten, daima dürüstçe bilimsel düşünceyi savunan, görüşü alman, saygın bir görevim olsun istedim. Bilimle, teknolojiyle, mühendislikle uğraşanların analitik, safi mantıklı, demek ki duygusuz, kuru insanlar olduğu klişesinin karşısında Mr. Spock’un her alanda kütüphaneler okumuş, tarihe ve sosyal bilimlere hakim, yabancı kültürlere duyarlı ve saygılı duruşunu benimsedim hep.
Mühendis olma isteği, topluma tartışmasız yararlı, bilimin mutlak doğrusuna dayalı saygın bir kimlik ve görev sahibi olma isteğiyle ilgilidir.
Tanıdığım hemen herkesin bir Uzay Yolu karakterine özel sempatisi vardı, ama dikkatimi çeken, kız olsun erkek olsun tüm yaşıtlarım Kaptan Kirk, Mr. Spock, Dr. McCoy veya Scottie’den birini tercih ediyordu. Bütün güzelliğine ve sevimliliğine karşılık mini etekli, upuzun kirpikli ve tırnaklı İletişim Memuru Teğmen Uhura, tercih edilen bir rol modeli değildi. Zira güvenilen bilgisine ve becerisine rağmen sonuçta hep emir alıp yumuşacık bir sesle yanıt veriyordu, olayların akışında, kararlarda söz sahibi değildi.
Çocuklar hayata ve topluma etkisini açıkça görebildikleri temel bir rol ister; kaptan, doktor, mühendis, bilim adamı gibi, ya da itfaiyeci, şoför, polis gibi. Bunlardan birini seçen kızlarımıza lütfen “seni seni, demek yakışıldı kaptanı/mühendisi/doktoru beğeniyorsun!” demeyin. Zira bu söz küçük kıza düpedüz “sen kızsın, o mesleğin olamaz,” mesajmı verir. Kız çocuklar da erkek çocuklar gibi hayran oldukları kimseleri örnek alıp o kimse olmak isterler, onlarla evlenmek değil. Ben Mr. Spock’a hayrandım. Yani Mr. Spock olmak istedim. Hem Mr. Spock kadın olmamakla kalmıyordu ki, yan dünyalı, yan Volkanlıydı.
Böylece “Alman mühendisliği,” “Amerikan, ya da Japon mühendisliği” gibi övgü anlamlı lafların “Volkanlı mühendisliği” kadar ağırlığı olup, böyle nitelendirilen otomobilin, ev eşyasının, radyonun aslında milliyetinden bağımsız “iyi mühendisliğin” ürünü olduğunu düşündüm hep.
Mühendis olma isteği, cinsiyet, ırk, milliyet ayrımı tanımaksızın her insanın içinde olan uygarlığa katkıda bulunma isteğiyle ilgilidir.
Bütün çocuklar gibi resim çizmeye baydırdım. Perspektifin ne olduğunu öğrenmiştim, üç boyutlu çizebilmek bana müthiş zevk veriyordu. Bu arada Leonardo da Vinci’nin hayatına, eserlerine merak sarmıştım. Teknik çizimleriyle resimlerinin ön çalışması olan eskizlerini ayırt edemiyordum, hepsinin arkasında kıvrak, oyunbaz bir matematik görüyordum. Çocuklar bütünü daha iyi görür, büyüklerin sınıflandırma hastalığına kapılmadan önce.
Geçtiğimiz yıllarda bir röportajda beni en çok etkileyen insanları sordular, Leonardo da Vinci deyince “hangisi, sanatçı Leonardo mu, bilim adamı Leonardo mu?” sorusu geldi. Bu ayırıma şaşırmaktan öte düpedüz kızdım. Soru bir neşter gibi, beynimin (ya da kalbimin, ya da ruhumun) anlaşılmayan tarafını, sırf anlamayanın rahatı için, kesip atmaya çalışıyordu sanki. Oysa benim için mühendisliğin güzel yanı, sanata ve diğer bütün disiplinlerle ayrılmaz bir bütün içinde olmasıdır.
Örneğin Leonardo da Vinci, büyük bir resmin üstünde zaman kısıti altında çalışırken resmin üst taraflarını kurutmak için bir makara düzeneğine astığı meşaleleri yükseltmiş, ancak fazla ısı yüzünden kuruyan resmin yer yer çatladığını acıyla görmüştü. Bunun üzerine iş mekanikten malzeme mühendisliğine dönmüş, büyük usta kullandığı boyaları değiştirmeye yönelmişti. Şimdi Leonardo’yu nasıl dilimlersiniz de burası sanatçı şurası bilim adamı dersiniz?
Bebekliğimden beri, en çok Mozart’ı severim. Hep merak edilir; Mozart’ın çocuk yaşta nasıl o incelikli, karmaşık eserleri besteleyebildiği; sorgulanır hatta. Bence bu hiç kuşkusuz Mozart’ın matematik bilgisiyle açıklanır. Çocuklarına düşkün bir baba olan Leopold Mozart, oğlu Amadeus’a ve kızı Nannerl’a evde eğitim veriyordu. Küçük Amadeus, müziğin yam sıra matematikte de istekli ve yetenekliydi, baba oğul birlikte bolca “matematik oynuyordu.” Bu muzip ve hareketli çocuğun sabırla notalardan derin ve bileşik besteler, yani sistemler inşa etmesi notalarla sayılarla oynadığı gibi oynamasıydı aslında.
Mühendis olma isteği, hem sanattan ve bilimden ilham alma isteğiyle, hem de sanata ve bilime araçlar sağlayarak yararlı olma isteğiyle ilgilidir.
Zorlu iş, kurak bir iklimde doğaya müdahale ederek dağı delmek suretiyle bir su yolu yapıp şımarık prensesin sarayının gül bahçesine su getirmek. O yaşlarda ben zaten prens-prenses, fakir kız-zengin oğlan, kurbağa-altın saçlı bilmem kim hikâyesi duymaktan veya okumaktan bıkmışım, hepsi birbirine benziyor, hepsi üç aşağı beş yukarı eşit sürede ve son derece kestirilebilir şekilde mutlu sonlanıyor; ne Şirin ne Ferhat ne de aşkları beni pek ilgilendirmedi.
Ancak dağda su yolu açmak ciddi bir projeydi, işte bu ilginçti. Ferhat’ın plansız programsız etinde bir künkle dağlara çıkıp günlerce ilkel kas gücüyle taş delmesi bu yakışıklı genç adamın cahilin teki olduğuna bir işaretti. Yine de ortada okudukça başarılı olsun istediğim bir proje vardı ve içten içe bozuluyordum; Şirin zengin bir prensesti de neden Ferhat’a gereken alet edevat sağlanmamıştı? Dağın neresi delinecek ve su nasıl garantili şekilde etiyle koymuş gibi gül bahçesine inecekti? (Çevre raporu alınmış mıydı? Topolojik analiz elde edilmiş miydi? Çizimler neredeydi?)
Açıkça bu işin hesabı kitabı yapılmamıştı. Sonuç olarak bu iş ciddiye alınmamıştı. Ben adaşımla zerre kadar özdeşleştiremedim kendimi. Öte yandan iyi niyetli, ama belli ki epeyce bön oğlumuz Ferhat’a yardım etme dürtüsüyle okudum Şirin ile Ferhat’ı. Bunu itiraf ederek büyükleri çoğunlukla eğlendirdimse de “bu çocuk normal değil” fısıltıları da kulağıma çalındı. Bu sırada banyoda sayısız sulu deney yapıp ortalığı batırmış olmalıyım. Pişman değilim.
Okuyup yazmaya başladığım zaman bundan öyle keyif aldım ki, evdeki kitaplıkların boyumun yetişebildiği raflarında ne var ne yok okumaya başladım. Bir kısmını anlamadım, bir kısmım da sıkıcı buldum ama özellikle öykü ve roman okumaya düşkünlüğüm hemen kendini gösterdi. Bir gün Ferhat ile Şirin öyküsü geçti etime. Adımın kaynağı diye heyecanlanıp bir çırpıda okudum. Bilinen efsane; Şirin bir prenses, Ferhat halk çocuğu; ikisi birbirine aşık, ama sınıf farkı aralarında engel, Ferhat önüne konulan zorlu işi başarırsa, küçük ihtimal ya, aşıkların kavuşmasına izin verilecek.
Mühendis olma isteği, toplumun “norm" diye kabul etmeye ve ettirmeye çalıştığı alışkanlıkları yeni metotlarla ve teknolojiyle iyileştirme isteğiyle ilgilidir.
İşte beylik laflarla özetlediğim nedenleri böylece açmaya çalıştım. Sonuçta bir insan içinden gelen, aklına koyduğu her şeyi yapabilir. Önemli olan özgür düşünce, hayal gücü ve bunları sağlayabilmek için gereken eğitimdir.