Kadir Has sağlık ve özellikle eğitim alanlarındaki hayır işleriyle büyük bir isim. Beni bu önemli ödüle layık gördükleri için Kadir Has Üniversitesi’ne ve Jüri’ye çok teşekkür ederim. Beni onurlandırdınız.
Burada size kısaca bir iktisat tarihçisi olarak çalışmalarımı, Türkiye’de ve dünyada iktisat tarihçiliğinin gelişimi ile ilişkilendirerek, yansıtmaya çalışacağım. 1960’larda ve 1970’lerde üniversite öğrencisiyken Türkiye’de iktisat tarihçiliğine büyük merak vardı. Uzun vadeli iktisadi gelişme, Türkiye’nin 20. yüzyılın ikinci yarısında karşı karşıya olduğu sorunların merkezinde görülüyordu. Ayrıca yüzyıllar boyu varlığını sürdüren geniş bir imparatorluğun mirası da merak ediliyordu.
Benim birinci kuşak diye adlandırdığım Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık ve Halil Sahillioğlu gibi tarihçiler, Osmanlı arşiv belgelerini kullanarak hem Osmanlı iktisadi kurumlarına ışık tutmaya hem de Osmanlı dönemi iktisat tarihçiliğinin temellerini oluşturmaya başlamışlardı. İlk kuşak imparatorluğun temel kurumları üzerine ortaya oldukça zengin bir tablo çıkarmaktaydı. Ancak nicel çalışmalar henüz sınırlıydı. Dünya iktisat tarihçiliği ile ilişkiler ve bağlantılar yeni yeni başlıyordu.
O yıllarda dünya iktisat tarihçiliğine olan ilgi gelişmiş ülkelerin iktisadi tarihiyle sınırlıydı. Kapitalizmin ilk güçlendiği Batı Avrupa ülkeleri ve ilk Sanayi Devrimi’ni gerçekleştiren İngiltere büyük ilgi görüyordu. Buna karşılık, gelişen ülkelerin iktisadi tarihi hakkında bilgiler ve çalışmalar henüz çok sınırlıydı. Ancak ilerleyen yıllarda dünyanın diğer bölgelerinin ve bu arada gelişen ülkelerin iktisadi tarihine ilgi artmaya başladı. Bir yandan da iktisadi gelişmenin kökenlerinin tarihte olduğu ve tarihte aranması gerektiği düşüncesi güçlenmeye başladı. Bu düşünce ve arayışlar, zaman içinde gelişen ülkelerin iktisadi tarihinin kuramsal temellerini de güçlendirdi.
Yurtdışında doktora çalışmalarımı tamamladıktan ve Türkiye’ye dönüp Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışmaya başladıktan sonra, Dünya İktisat Tarihi Derneği, Avrupa İktisat Tarihi Derneği ve Asya İktisat Tarihi Derneği gibi meslek kuruluşlarında yöneticilik, başkanlık, dergi editörlüğü yaptım. Aynı zamanda Türkiye ile dünya iktisat tarihçileri ve dünya iktisat tarihçiliği arasında daha güçlü köprüler kurmaya çalıştım. Bir yandan da Osmanlı’yı ve Türkiye’yi dünya iktisat tarihçiliğinde karşılaştırmalı bir yere yerleştirmek için gerekli gördüğüm uzun dönemli çalışmalara yöneldim.
Dünya İktisat Tarihçiliğinde Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye
1990’larda başladığım uzun dönemli nicel çalışma, Osmanlı döneminde para, fiyat ve ücretler üzerineydi. Para, fiyatlar ve ücretler üzerine yapacağım çalışmalarla Osmanlı coğrafyasındaki uzun vadeli iktisadi gelişmenin boyutları ve zamanlaması hakkında önemli ipuçları elde edeceğimi düşünüyordum. 19. yüzyıla kadar çoğu ülkede olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de gümüş ve bir ölçüde altın sikkelere dayalı bir para düzeni vardı. Ancak Osmanlı para birimleri olan akçe ve daha sonra kuruşun gümüş içerikleri zaman içinde sabit kalmamış, sürekli olarak azalmıştı. Bu eğilimin nedenleri önceleri tam olarak anlaşılamıyordu. Zaman içinde Osmanlı para düzeninin özelliklerini araştırırken, akçe ve daha sonra kuruşun gümüş içeriklerinin azalmasının savaşlarla ve mali güçlüklerle ilgili olduğu, özellikle savaş dönemlerinde hazine üzerinde oluşan mali baskılar karşısında devletin önce akçe daha sonra ise kuruşun gümüş içeriğini azaltarak ek gelir sağlamayı hedeflediği ortaya çıktı.
Aynı yıllarda bir yandan da İstanbul’da tüketici fiyatlarının uzun vadeli eğilimlerini ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Bu amaçla Devlet İstatistik Enstitüsü’nün sağladığı destekle lisansüstü öğrencilerinden oluşan ufak bir ekip oluşturdum. Daha önce Ömer Lütfi Barkan’ın başlattığı yöntemi izleyerek, Osmanlı arşivlerinde saray mutfağının ve çeşitli imaretlerin binlerce hesap defterini inceleyerek 15. yüzyıldan başlayan ve 20. yüzyıla kadar gelen bir tüketici fiyat endeksi oluşturmaya giriştim. Kısa süre içinde, fiyat tarihi alanında ortaya çıkan bulgularla para tarihinin birbirleriyle sıkı sıkıya ilişkili olduğu, uzun vadede İstanbul’da fiyatların düzeyini belirleyen en önemli etkenin akçe ve kuruşun gümüş içeriği olduğu, en hızlı enflasyon dönemlerinin ise akçe ve kuruşun gümüş içeriğinin en hızlı azaldığı dönemler olduğu ortaya çıktı. Osmanlı para biriminin gümüş içeriğinin azalması ise devletin mali sıkıntılarıyla ve bunalımlarıyla yakından ilişkiliydi.
Para ve fiyat tarihinin uzun dönemli eğilimlerini ortaya çıkardıktan sonra, ücretlerin ve dolayısıyla kişi başına düşen gelirin uzun dönemli eğilimlerini araştırmaya başladık. Bu konuda o yıllarda dünya iktisat tarihçiliğinde yaygın olarak benimsenmeye başlanan bir yöntemi kullandık. Sanayi Devrimi öncesinde inşaat işçilerinin ücretlerinin ekonomideki genel verimlilik düzeyini yansıttığı düşünülüyordu. Biz de inşaat işçilerinin ücretlerinin satın alım gücünü ve zaman içinde nasıl değiştiğini hesaplamaya yöneldik. Bu amaçla İstanbul’da ve bir ölçüde diğer kentlerdeki vakıfların binlerce inşaat ve tamir hesap defterini kullanarak ücretlerin uzun dönemli eğilimlerini izledik. Para, fiyatlar ve ücretler üzerine yaptığımız bu çalışmalar bize Osmanlı tarihinin farklı dönemlerinde ücretlerin satın alım gücünü, kişi başına düşen gelirleri ve farklı parasal büyüklükleri ilk kez olarak birbirleriyle karşılaştırabilme fırsatı verdi. Ayrıca ve belki daha da önemlisi, aynı fiyat ve ücret dizilerini kullanarak Osmanlı ile diğer ülkelerdeki ücret ve gelirleri birbirleriyle karşılaştırmamız mümkün oldu. Bu sayede İstanbul ile kuzeybatı Avrupa’daki önde gelen kentler arasındaki gelir farklılılarının kökenlerinin 16. yüzyıla kadar gittiğini, ancak İstanbul ile Avrupa’nın diğer bölgeleri arasındaki gelir farklılıklarının 19. yüzyıla kadar daha sınırlı kaldığını gözlemledik.
Para tarihi ile başlayan çalışmalarımın bir diğer bölümü ise imparatorluk ölçeğindeki darphanelerin işleyişi, vergi kural ve kurumlarının değişimi ve daha genel olarak para, maliye ve finans kurumlarının uzun dönemli evrimi üzerineydi. Bu çalışmalar Osmanlı devletinin pek çok konuya sert kurallar ve sert uygulamalar ile değil, esneklik ve pragmatizm ile yaklaştığını, ve imparatorluğun bu denli geniş coğrafyada bu kadar uzun ömürlü olabilmesinin bu esneklik sayesinde mümkün olduğunu gösterdi.
İlişkili bir diğer konu da devletin merkezde toplayabildiği vergilerdi. 17. ve özellikle 18. yüzyıllarda Avrupa’da devletlerin merkeze nakit olarak çekebildikleri vergi miktarları hızla arttı. Osmanlı merkez bütçeleri ile birlikte para ve fiyat endekslerimizi kullanarak yaptığımız çalışmalar, Osmanlı vergi gelirlerinin artmadığını, 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde ise Osmanlı devletinin Polonya ile birlikte Avrupa’da kişi başına en az vergi toplayabilen iki devletten biri olduğunu gösteriyor. Düşük vergi gelirlerinin en başta gelen nedeni, vergi gelirlerinin büyük bir bölümünün başkentte ve taşradaki aracıların elinde kalmasıydı. Vergi toplayamayan devletin savaşlarda başarılı olması mümkün değildi. Osmanlı ordusu da hem başka nedenlerden hem de mali nedenlerden dolayı Avrupa’daki savaşlarda sık sık yenilgiye uğramaktaydı. Osmanlı devleti ancak III. Selim ve II. Mahmud dönemlerindeki merkezileşme hamlesiyle aracıların gücünü azaltacak ve 19. yüzyılda merkezde daha fazla vergi toplayabilecektir.
Osmanlı’nın Cumhuriyet’e Mirası
Araştırmalarımda önemli yer tutan bir diğer konu da Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş ve Osmanlı’nın günümüze mirası olmuştur. Kişi başına üretim veya gelirin kalıcı olarak artması olarak tanımlanan iktisadi büyüme, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ulusların zenginliğini ve yoksulluğunu belirleyen en temel süreç konumuna geldi. Bu nedenle bugünkü Türkiye’nin iktisadi gelişim tablosu, uzun vadeli nedenleri ve kökenleri daha da gerilere gitmekle birlikte, büyük ölçüde son iki yüzyılda belirlenmiştir. 19. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisine açılışı sürecini ilk kez doktora tezimde çalışmış, daha sonra yayınladığım kitapta bu dönemi en iyi özetleyecek deyimin “bağımlılık ve büyüme” olduğunu belirtmiştim. Son on beş yılda bu daha yakın döneme geri dönerek Türkiye’de kişi başına gelirin son iki yüzyılda gösterdiği eğilimleri dünya ölçeğindeki eğilimlerle birlikte inceledim.
Türkiye’de kişi başına gelir son iki yüzyılda yaklaşık 15 kat artış gösterdi. Bir başka deyişle, bugün Türkiye’de ortalama bir kişinin gelirinin satın alım gücü, iki yüzyıl öncesine kıyasla 15 kat daha yüksek. Ancak son iki yüzyılda dünyanın tüm bölgelerinde kişi başına gelirler yükselme eğilimi içinde olduğundan, Türkiye’nin iktisadi büyüme sicilini karşılaştırmalı olarak da incelemek gerekir. 19. yüzyıl Osmanlı ekonomisinde kişi başına gelirler artma eğilimi içinde olmasına karşın, bugünün gelişmiş ülkelerinde hızlı bir sanayileşme yaşandığından Türkiye ile gelişmiş ülkeler arasındaki kişi başına gelir farklılıkları 1950 yılına kadar artmaya devam etti. Ancak Türkiye’nin 1930’lardan itibaren ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanayileşmeye başlaması nedeniyle, aradaki farkın bir bölümü günümüze kadar kapanmaya devam etti.
Uzun dönemli karşılaştırmalar, son iki yüzyılda Türkiye’de kişi başına gelirin ve iktisadi büyüme hızlarının dünya ortalamalarınının biraz üzerinde fakat onlara yakın kaldığını gösteriyor. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında “iktisadi mucize” yaratan İtalya ve İspanya gibi Güney Avrupa ülkelerinin ya da Japonya ve Güney Kore gibi Doğu Asya ülkelerinin büyüme hızlarını yakalayamadığı görülüyor. Bunun nedenlerini dar anlamıyla iktisat çerçevesinde ya da iktisat politikalarında aramak doğru olmaz. Bugün hem iktisat bilimi hem de diğer toplumsal bilimler temel nedenin, daha derinlerde olduğuna işaret ediyor. Son iki yüzyılda Türkiye’nin iktisadi gelişiminin niçin daha güçlü olamadığının nedenlerini anlamak için toplumsal yapıya ve siyasetin özelliklerini de içeren daha geniş bir çerçeveye bakmak gerekiyor.
Son yıllarda tarihçi ve tarihe meraklı iktisatçı genç arkadaşlarımla birlikte Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve günümüze kadar Türkiye’de iktisadi eşitsizliklerin, gelir ve servet eşitsizliklerinin ve bölgesel eşitsizliklerin tarihini incelemeye yöneliyoruz. Bir kuşak öncesine kıyasla bugün Türkiye’de iktisat tarihçiliğinin altyapısı ve dış bağlantıları daha güçlü. Bugün Osmanlı toplumunu ve ekonomisini daha iyi anlayabildiğimizi düşünüyorum. Uluslararası tartışmalarda ve literatürde daha fazla yer alıyoruz. Bu çorbada benim de tuzum oldu ise, ne mutlu bana. Bu değerli ödül için tekrar teşekkür ederim.