İran’da, Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin iktidarına son veren büyük dönüşümün ardından geçen 34 yılda yapılan 11. Cumhurbaşkanlığı seçimi 14 Haziran 2013’te gerçekleştirildi. Toplam 50 milyonun üzerinde seçmenin oy kullanma yeterliliğine sahip olduğu ve bunların yüzde 72.70’inin sandık başına gittiği 6 adaylı rekabetten, geçerli oyların yüzde 50.71’ini alan Hasan Ruhani galip çıkarken İran’da bu makama seçilen 7. kişi oldu.
Toplam 686 kişinin aday olmak amacıyla başvurduğu İran 11. Cumhurbaşkanlığı seçiminde, İslam Cumhuriyeti Anayasası’na göre adayları eleme yetkisine sahip bulunan Koruyucular Konseyi’nin vetosunu 8 aday aşabilmişti. Bunlardan ‘reformcu’ kimliği ile bilinen Muhammed Rıza Arif, 2001-2005 döneminde yardımcılığını yaptığı eski Cumhurbaşkanı Hatemi’nin telkiniyle, “adaylığının genel olarak reforma faydalı” olmayacağına kani olduğunu ilan ederek adaylıktan çekilirken, dini lider Hamaney’in dünürü, ‘muhafazakar’ Haddad-Adil de, yarı resmi açıklamalara göre muhafazakar oylan bölmeyi ve anlaşılan seçimlerde sonuncu olmayı arzu etmemesi nedeniyle yarıştan ayrılmıştı. Toplam 50 milyonun üzerinde seçmenin oy kullanma yeterliliğine sahip olduğu ve bunların yüzde 72.70’inin sandık başına gittiği 6 adaylı rekabetten, geçerli oyların yüzde yüzde 50.71 ’ini alan Hasan Ruhani galip çıkarken İran’da bu makama seçilen 7. kişi oldu.
Hiç bitmeyen hassas dönemlerinden birini daha geçiren Ortadoğu’da, İran seçimleri dünya başkentlerinde yakından takip ediliyordu. Kuşkusuz seçimin İran iç politikası ve rejimi için sahip olduğu anlam kadar, İran’ın nükleer programı, buna bağlı Birleşmiş Milletler (BM) yaptırımlar rejimi ve artık bir iç savaşa dönüştüğü görülen Suriye’de, İran’ın Esad rejimine verdiği destek etrafında biçimlenen tartışmalar bu durumu belirleyen büyük etkenler. Bu yazıda İran rejiminin yapısı ve geleceğinin ve Ruhani’nin olası dış politikasının yukarıda belirtilen gündem maddelerine ilişkin dönüştürücü potansiyelinin, İran’ın seçiminin bu konularda ne anlama gelebileceği üzerinden kısa bir analizini yapacağız.
Öncelikle belirtmek gerekir ki İran’ın oldukça karmaşık siyasal sistemi bulunuyor. Kısmen Cumhuriyet, kısmen İslami yönetimi ile, bu sistemi en iyi tanımlayan kavram, belki de, yan-demokrasi kavramı. İran’daki durum, özü itibariyle, siyasal iktidarın seçilmişler ve seçim sürecine tabi olmayan ancak seçilmişler üzerinde sistemin işleyişini belirleyici yetkilere sahip atanmışlar arasında paylaşıldığı bir durumu tarif ediyor. Bu siyasal sistem, teolojik karakterine dayalı belirleyici ‘totaliter ideolojik eğilimi’ ve buna eşlik eden, rejimin ‘İslam devrimi’ kaynaklı kökenlerine sinmiş popülist karakterine bağlı, belli bir oranda mevsuk (belgeye dayanan, doğruluğuna güvenilen) siyasal rekabeti barındıran, ‘otoriter nitelikli kısıdı çoğulcu’ yapısı nedeniyle, Ortadoğu’da gittikçe yaygınlaşan, ne tam bir diktatorya ne de tam bir demokrasi, fakat ikisi arasında ‘muğlak bir form’u tanımlayan melez siyasal sistemlerin sui generis (kendine özgü-nevi şahsına münhasır) bir örneği kabul edilebilir.
İran sistemi, özü itibariyle, yetki alanları sıklıkla birbiri üzerine bindirilmiş kurumlar üzerinden yürüyor. Demokrasinin olmazsa olmaz güçler ayrımı prensibini ve hesap verebilirlik ilkesini pratikte işlevsizleştiren, siyasal kararların nihai kontrolünü merkezileştirirken, yürütmeye ilişkin yetkileri dağıtan bu yapı, Tanrı’nın buyruğu ve seçmenin tercihini aynı anda barındırmak iddiasındaki bir ikili egemenlik anlayışını tek yönetim biçiminde birleştiriyor. İslam Cumhuriyeti Anayasası bu ikili egemenlik anlayışım, egemenliğin Allah’a ait olduğunu ancak bunun kullanımının insanlara dağıtıldığım vaaz ederek tanımlıyor. Aslında yukarıda bahsi geçen siyasal rekabetin mevsuk niteliğini kazandıran neden, ikili egemenlik üzerine kurulu melez siyasal sistemin, esasen rejimin güvenliğini ve devamlılığını güvence altına almak hedefiyle oluşturulmuş, siyasal erki sürekli biçimde yayarak, çoğunlukla yetki ve sorumlulukları örtüşen paralel yapılara bölüştüren çerçevesidir. Paradoksal biçimde, devlet kurumlarının ve bu bölüştürülmüş, yayılmış yapısı söz konusu çerçeve sınırları içerisinde siyasal rekabet, çatışmayı sabit, yaygın hale getirmiştir. Rekabetin nihai düzenleyicisi rolüyse, ikili egemenliğin siyasal ve dinsel planda kendisinde bütünleştiği Velayet-i Fakih makamı (İran’da 12 imamın temsilcisi saydır. En büyük dini önder sıfatıyla tüm yürütme ve yasama işlerinde son söz hakkına sahip, olup yasaların şeriata uygunluğunu denetler) onun etrafında oluşan rejimin koruyucu ‘Konseyleri’ üzerindedir. Söz konusu şuurlar içerisinde İran seçmeni siyasal tepkisini her seçimde göstermekte ve özellikle yaşam şartlarına ilişkin olumsuz gelişmeler karşısındaki tepkisini sandığa yansıtarak, yerel ve ulusal siyasetçileri yerlerinden etmek yönünde bir tercihi varsa bunu hayata geçirmektedir. Bu şartlar altında rejimi temsil eden atanmışlar bakımından önemli olan seçmenin şunu veya bunu tercihinden bağımsız bir kimlik kazanmakta, seçimlerin sonuçlarından ziyade yapılmaları ve seçime katılım oranının yüksekliği önemli olmaktadır. Zira söz konusu tercihlerden bağımsız olarak katılım oranının tatminkâr olması seçimleri, oyunun kurallarının popüler kabul gördüğünün göstergesine, siyasal sistemin meşruiyetinin onanmasını, böylelikle devamlılığını sağlayan bir teyit mekanizmasına dönüştürmektedir.
Bu yapı nihai olarak ‘elitler-arası rekabeti doğuran ve ideolojik hizipçiliği geliştiren’, bu bakımdan da Pehlevi monarşisinin mutlak merkeziyetçiliğine göre, çoğulcu değilse de, çoklu ve rejimin öz niteliklerine dokunmayan konularda, rekabetçi bir devlet ve siyaset yapısının önünü açmıştır. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki bu yapının üzerinde siyaset yapmaya izin verdiği zemin büyük oranda iç politikayla, o noktada da yerel yönetimlerle en önemlisi ekonomiyle sınırlıdır. Bu durum teolojik egemenliği temsil eden kurumlan, en başta da Velayet-i Fakih makamındaki Dini Lider Hamaney’i ‘dünyevi’ politikanın tartışmalarından koruyarak bir anlamda siyasi eleştiriye karşı bağışık kılıyor. Buna karşılık yüksek politika alanı olarak tanımlayabileceğimiz hususlar, en önemlisi dış-güvenlik politikasına dair konular, bu alanın üzerinde kalıyor. Bu alan büyük oranda Dini Lider ve onun atadığı yetkililerin kontrolünde. Buradan çıkacak sonuç her ne kadar bu kontrolün münhasır karakterine işaret etmiyor olsa ve yürütmenin başı sıfatıyla kuramsal olarak rejimin en güçlü ikinci kişisi olan Cumhurbaşkanı’nın bu konuda hiç etkinliğinin bulunmadığı söylenemese de, son tahlilde hareket serbestisinin sınırlarının oldukça net ve oldukça kati olduğu da bilinmeli. Bu tespitle uyumlu biçimde Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yapılan tartışmaların büyük oranda ekonomi üzerinden gerçekleştiği gözlemlendi. ‘Muhafazakarlar’ karşısında ‘reformcular’ın desteklediği, İran şartlarında hür teşebbüs yanlısı olarak nitelenen, Ruhani’den yana ağırlığım koyan eski Cumhurbaşkanı ve Düzenin Yararını Teşhis Komitesi başkanı Rafsancani’nin de Ahmedinejad’ın ekonomide devlet merkezli politikalarına karşı olduğu biliniyor. Yine aynı tesbitle tutarlı biçimde, kampanyalar esnasında, İran ekonomisine darbe vuran Birleşmiş Milletler yaptırımlar rejimi ve bunun merkezinde yer alan nükleer programa ilişkin bağlantılar, ekonomiye ilişkin tartışmalardan adeta izole kabul edilir gibiydi.
Humeyni’nin 1989 yılında ölümünden bu yana Dini Lider pozisyonundaki Hamaney ile son Cumhurbaşkanı Ahmedinejad arasındaki köprülerin atılmasının ardından bu seçimlerin nasıl geçeceği merak konusuydu. Genel olarak uluslararası basma da yansıyan ve Ahmedinejad’ın siyasi varisi, ve dünürü, Meşai’nin Cumhurbaşkanı adaylığının veto edilmesinin ardından açıkça ortaya dökülen çekişmenin aslında basit bir siyasal prensibe dayandığını söylemek yanlış olmayacaktır; seçimle iş başına gelen Ahmedinejad’ın, bir bakıma doğal olarak, yürütmenin elini atanmışlar karşısında güçlendirmek ve siyasi sistemde daha belirleyici olmak isteği.
Amaçlar ve siyasal anlayışlar farklı olsa da aslında bu noktada, siyasetin genel yapışma uygun biçimde, ‘muhafazakar’ Ahmedinejad ve rejim içerisinden geleni ve İslam devrimine sadakat bakımından sağlam referanslara sahip ‘reformcular’ arasında fark bulunmadığı söylenebilir. Seçimler öncesinde her iki cenahda atanmışlar karşısında seçilmişlere siyaset alanında derinlik kazandırmak peşindeydiler. Rejimin yapısal kısıtları ve Ruhani’nin siyasal geçmişi göz önüne alındığında seçim zaferinin bu alanı yaratmak noktasındaki etkisinin ne olacağım, temkinli biçimde, bekleyip görmek gerekecek. Bu bakımdan Ruhani’nin diğer adaylara göreceli ‘reformcu’ kimliğinin gerçek reform beklentilerine ne ölçüde karşılayacağı bir soru işareti. Ayrıca onu destekleyen güç merkezlerinin bu desteği ne derece kerhen ve ondan ne ölçüde örtüşen beklentilere sahip olarak verdikleri de tartışmak. Yine de Ruhani’nin, en azından, İran’ın bugünkü sosyo-politik ve ekonomik koşullarından memnuniyetsizlik duyanların genelinin en azından diğer bütün adaylar karşısında yeğ tuttuğu bir Condorcet (bu metoda göre, grupta iyi seçim yapabilecek çoğunluğu artırmak doğru seçim olasılığını kuvvetlendirmek anlamına gelir) galibi statüsünde olduğu belirtilmeli. Bundan da ötesi, İran’ın beş yabancı dil konuştuğu söylenen yeni Cumhurbaşkanı 2003-2005 arasında nükleer başmüzakereci görevini yürütürken benimsediği yaklaşımlar ve kampanya sırasında söyledikleriyle bu konuda daha pragmatik bir tutumun ümidini veriyor. Bu ümit kuşkusuz İran’ın nükleer programıyla ilgili askeri müdahale dâhil ‘her seçeneği masada’ tuttuğunu ilan etse de, yeni bir Ortadoğu macerasını, hele Iran ile, göze almaktan ciddi ölçüde kaçman Obama yönetimindeki ABD için küçümsenir bir fırsat değil. Aynı durum ABD’nin gönülsüz baskısı altında sıkışan Batı Avrupa, Rusya ve Çin başta diğer oyuncular için de geçerli. Benzeri bir durum Suriye krizine ilişkin beklentilere dair de söylenebilir. Ancak bu beklentiler ne kadar gerçekçi veya Condorcet galibi yeni Cumhurbaşkanı’nın değişim yaratma gücü nedir?
Bu sorunun cevabının bağlı olduğu parametreler, ağırlıklı olarak, değişim konusundaki iyimserliğin tedbirli olması gerektiğine işaret eder nitelikte. Öncelikle İran’ın nükleer programının tarihçesi, Şah rejimine kadar uzanan kökleriyle, bir bölgesel gücün bu statüsünü teyit ve kendini dünyaya kabul ettirme çabasının en önemli sembolü kabul edilmeli. Bugün nükleer programın hikâyesi bir bakıma, “İran’a modern dünyada, benzersiz biçimde kendine ait İranlı ve İslami koşullarla, bir kimlik yaratma çabası”nı simgeliyor. Iran rejimi kendisini karşı karşıya hissettiği ve yaşamsal addettiği tehditler karşısında, her ikisi de özünde bir nevi ileri savunma (forward defence) stratejisinin parçalarını teşkil eden, temelde iki dış-güvenlik politika kapasitesini uygulamakta. Bunlar, red (denial) ve dert (nuisance) kapasiteleri olarak adlandırılabilir. Red kapasitesinin uygulama esası İran’ın kendi bölgesinde, ülke üzerine üçüncü tarafların güç projeksiyonu yapmalarını engelleyecek biçimde davranması ve tercih etmediği gelişmeleri engellemesine dayanıyor. Buna örnek olarak Iranlı diplomatların, Afganistan ve Irak’a ilişkin kapalı kapılar ardında yapmaktan hoşlandıkları şu yorumu verebiliriz; “Iran bu ülkelerde tek başına arzu ettiği siyasal çözümleri yaşama taşıyamaz, ancak kendi arzu etmediği tüm çözümlerin gerçekleşmesine mutlak olarak engel olabilir.” Suriye meselesinin bu başlıkta değerlendirilmesi gerçekten ilginç ve anlayışı geliştirmeye faydalı sonuçlar verebilecektir. Dert yaratma kapasitesini ise İran’ın sahip olduğu, örneğin Lübnan’da Hizbullah gibi, sınır- ötesi bağlaşıklarıyla kendisine tehdit oluşturduğunu algıladığı, örneğin İsrail gibi, aktörleri güvenlik konularında rahatsız etmesini anlatan bir kavram olarak kullanıyoruz. Ortadoğu’da yükselen Sunni-Şii blokları tartışmalarına da bu başlık altında yaklaşmakta fayda olduğu düşünülebilir.
İran bu her iki kapasiteyi kullanmakta engellenmemeyi ve rejimi doğrudan askeri bir müdahaleye uğramaktan koruyacak bir stratejik şemsiyeye şiddetle ihtiyaç duyuyor. Bu şemsiye İran rejimini kendisinden daha güçlü rakiplerin doğrudan tehdidinden koruyacağı gibi, söz konusu iki kapasiteyi kullanmakta elini rahatlatacaktır. Ayrıca, ülkeyi bu iki kapasiteye sık başvurmaktan kaynaklanabilecek gereksiz yıpranmadan koruyacaktır. Dahası bağlaşıklarının kendi namlarına ve İran’ın çıkarlarım doğrudan ilgilendirmeyen konularda, giriştikleri eylemlerin, İran’a yükleyebileceği risklerin yarattığı dış etki ve maliyetlere maruz kalmaktan da koruyacaktır. Bu ülkenin elini serbestleştireceği gibi, yüklerini de azaltacaktır. Nükleer kapasite söz konusu stratejik şemsiyeyi sağlamanın en sağlam yoludur. Iran nükleer programının meşruiyetini her ne kadar ülkenin enerji ihtiyacına bağlı bir konu olarak etiketlese de, hizmete alınabilecek Buşehr reaktörünün ülke elektrik tüketiminin en fazla yüzde 2’sini karşılayabileceği biliniyor. Yeni Cumhurbaşkanı’nın 2005 yılında açıkça ifade ettiği gibi uranyum zenginleştirmekte sivil gereksinimlerden silah düzeyine çıkmak Iran için esas itibariyle politik bir karardır. Bu büyük resim içerisinde, Iran için nükleer gücün tarihsel anlamı, İran’ın nükleer güç geliştirme arzusunun meşruiyet düzleminde gördüğü geniş toplumsal kabul, Iran siyasal sisteminin yapısı ve Ruhani’nin siyasi kökenleri de göz önüne alındığında yeni Cumhurbaşkanı’nın ülkenin nükleer politikasını ve doğrudan buna bağlı olmasa da bundan bağımsız değerlendirilemeyecek olan Suriye meselesi başta, yüksek dış güvenlik politikalarını tersine çevirmesini beklemek fazlaca iyimser olacaktır.
Tüm bunlar elbette ABD’nin Ruhani’nin İranı’nın yarattığı umuda satılmayacağı anlamına gelmiyor. Ne de neticede bu umudun hepten boş olduğu sonucuna varmak mümkün. Esasen tüm ateşli, hatta zaman zaman saldırgan, retoriğinin ardında Ahmedinejad’ın Batı, esas itibariyle ABD ile nükleer pazarlığa kapalı olmadığım düşünmek için nedenlerin bulunduğunu da söylemek gerek. Iran dumanı tüten bir nükleer bombaya yakın gelecekte ihtiyaç duymayacaktır. Nükleer gücü, özünde, rejim güvenliği ve uluslararası politikanın protokol masasında kabul görmek amacıyla arzuladığı anlaşılan, ekonomik dengeleri temelde hidrokarbon ihracatına bağlı bir ülkenin kendisini halihazırda mevcut seçim sonuçlarına taşıyan ekonomik koşullan daha da ağırlaştırarak toplumsal muhalefeti kızıştıracak ve uluslararası dışlanmasını arttıracak bir hamle yapması zor. Ne de tüm bunları yaparken açık ve ‘meşru’ hedef konumuna düşmeyi arzu etmesi beklenir. Öyle görünüyor ki Iran nükleer kapasiteyi geliştirecektir. Ancak bomba imaline ‘tornavida mesafesinde’ durması büyük ihtimaldir. “Kapasite İran’a bombanın sağlayacağı, caydırıcılığı, prestiji, siyasal kaldıracı, bölgesel ağırlığı ve dış güvenlik politika stratejik şemsiyesini getirmeye yeterlidir” değerlendirmesi gerçekten çok uzak değildir. Üstelik siyasal maliyet ve sonuçlara katlanmasına gerek bırakmadan. Ruhani’nin bu resmin alternatifini yaratması iç siyasal dengeler açısından çok zor olmanın ötesinde, kendi siyasi kariyeri, dengeleri ve ittifakları açısından gerekli midir, tartışılır. Üstelik, mevcut küresel enerji denklemi, uluslararası arz talep dengeleri ve bunların sonucunda oluşan cari hidrokarbon fiyatları düşünüldüğünde bu tartışmanın boyutları iyice karmaşıklaşacaktır.