Korku-gerilim sineması deyince son yıllarda Hollywood ya da Uzak Doğu yapımlarının arasından sıyrılan bir ülke var: İspanyol sineması, özellikle 2000’li yıllardan itibaren bu janrdaki başarısı ile ayrı bir ilgiyi hak ediyor. Psikolojideki ünlü, etik olmayan deneylere selam çakan Tesis (1996), çekim tekniği ile Blair Witch'i çağrıştıran Rec (2007), matematik tutkunlarının bayılacağı La Habitacion de Fermat (2007), içerdiği fantastik öğeler kadar dramatik yanları da ağır basan The Orphanage (2007) gibi filmler akla ilk gelen İspanyol korku- gerilim şaheserlerinden. Ancak bu alanda dikkat çeken genç bir senarist/yönetmen var ki, bu türü seviyorsanız ve henüz onun filmleri ile tanışmadıysanız şimdi tam sırası. Henüz kırklı yaşlarının başındaki bu başarılı isim, Oriol Paulo. 2010 yapımı Los Ojos de Julia (Julia’s Eyes), 2012 yapımı El Cuerpo (The Body) ve 2016 yapımı Contratiempo (The Invisible Guest) bu senarist/yönetmenin kaleminden çıkma ve her biri ayrı bir övgüyü hak ediyor.
Paulo, 1975 doğumlu bir senarist/yönetmen. CV’si henüz çok kabarık değil; kariyerinin başlarında daha çok televizyon işleri yapmış. 2010 tarihli Julia’s Eyes ise genç yönetmenin beyazperde kariyerinin resmî olarak başladığı film olarak anılabilir. Henüz yönettiği filmlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen bu yönetmenden neden bahsetme gereği duyduğuma gelince: İnternetteki yorumları okuduğunuzda Oriol Paulo’nun “twist kralı” olarak anıldığını göreceksiniz. Gerçekten de Paulo’nun filmlerinde şaşırtıcı sürprizler büyük yer tutuyor. Üstelik klişe ya da hemen akla gelen ters köşeler değil bunlar. Ne de olsa senelerdir The Others gibi, the Usual Suspects gibi tabiri caizse ters köşenin “kralı”nı görmüş olan bir seyirci topluluğunu hâlâ şaşırtıyor olabilmek büyük maharet istiyor; işte Paulo da sinema dünyasındaki bu mahir sihirbazlardan biri.
Paulo’nun senaristi olduğu ilk sinema filmi olan Julia’s Eyes, belki ters köşeleri en az olan filmi olarak sayılabilir. Öte yandan bu filmin gerilim dozu oldukça yüksek, bu yönden belki klasik korku filmlerine benzetilebilir. Julia’s Eyes’in konusu kısaca şöyle: Kör ikiz kardeşi intihar etmiş halde bulunan Julia, sağlığından endişe eden kocasının tüm isteksizliğine rağmen bu cinayetin peşine düşer. Ancak kardeşi ile aynı hastalıktan muzdarip olması sebebiyle kendisi de yavaş yavaş görme yetisini kaybetmektedir. Julia giderek dipsiz bir karanlığa gömülürken çevresinde güvenebileceği insanlar giderek azalmaktadır; nihayet kendisinin de kardeşi ile benzer bir tuzağa düşürüldüğünü fark etmesi uzun sürmeyecektir... Filmdeki sürpriz, finale yaklaşık yarım saat kala çözülüyor çözülmesine; fakat filmdeki gerilim hiç düşmüyor, son ana kadar diken üstünde, olacakları izlemeye devam ediyorsunuz. Filmin karanlık atmosferini oluşturan yönetmen Guillem Morales ve Belen Rueda başta olmak üzere deneyimli oyuncu kadrosunun başarısı şüphesiz filmin başarısına büyük ölçüde etki eden unsurlar; ancak Oriol Paulo’nun “bir derdi olan” kaleminin başarısını da hafife almamak lazım. “Görmek / görülmek / görünmez olmak” gibi kavramları irdeleyen Paulo, filmdeki gerilimi yavaş yavaş kör olan bir kadının savunmasızlığı üzerine kurmuş: izlerken, küçük dünyasında kısılıp kalan Julia’nın yaşadığı klostrofobik dehşeti seyirci olarak siz de iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Üstelik Julia’nın kör olduğu sahnelerde insanların yüzlerini göremediği gibi boyun-altı ve sırttan çekimlerle bizim de izleyici olarak aynı kaderi paylaşmamız bu empati duygusuna ayrı bir boyut katıyor; sanırım bu noktada yönetmen Morales’e de ayrı bir alkış göndermemiz lâzım.
Yine Belen Rueda’nın yer aldığı, Paulo’nun senaristi olduğu ikinci (yönetmeni olduğu ilk) sinema filmi olan The Body’de ise gece yarısı morgdan kaybolan bir cesedin öyküsü karşılıyor bizi. Üstelik morgda görevli olan bekçi bir şeylerden fazlaca korkup kaçarken bir araba kazasına kurban gitmiş! Bekçi ne görmüş olabilir? O sabah kalp krizinden ölmüş olan zengin iş kadınının cesedi nereye gitti? Film, bu sorularla açılıyor ve yine temponun hiç düşmediği bir yapıma dönüşüyor. Deneyimli dedektif Jaime Pena (Jose Coronado), ilk anda genç kocanın dominant ve zengin karısını öldürüp genç metresiyle mutlu mesut yaşamak istediği fikrine kapılıyor; eh, onun yerinde kim olsa öyle düşünürdü. Çünkü ne de olsa gerçek hayatta her birimiz Occam’ın usturasına göre davranırız; bir problemin çözümü büyük ihtimalle en aşikâr olandır. Ancak film ilerledikçe ve hem ölen kadınla kocasının, hem de dedektifin geçmişinden haberdar olmaya başladıkça işlerin hiç de bu kadar basit olmadığını anlamaya başlıyoruz. Hatta bir noktada olayda fantastik öğeler mi var (intikamını almaya çalışan bir hayalet?) sorusu aklımızı kurcalamaya başlıyor. Cevabı elbette vermeyeceğim, ancak filmin Old Boy’la yarışır bir intikam hikâyesi olduğunu ve finali ile en “benim!” diyen bulmaca çözerini bile şoke edebileceğini belirtmeden geçmeyeyim.
Son olarak The Invisible Guest, yine Jose Coronado’nun önemli bir rolü üstlendiği, başrolde ise Selçuk İnan - Barış Arduç’un İspanya şubesi Mario Casas’ın rol aldığı bir yapım. Filmin konusu şöyle: Kilitli bir otel odasında metresinin kanlar içindeki cesedi ile birlikte bulunan genç ve başarılı işadamı Adrian Doria (Mario Gasas), her şeyini kaybetme tehlikesiyle yüz yüzedir. Kurt avukatı, işadamının savunmasını nasıl yapacağını belirlemek üzere başarılı “tanık hazırlama uzmanı” (Türkçede bu mesleğin karşılığı nedir acaba?) Virginia Goodman’ı Doria’ya gönderir. Doria olayları Goodman’a anlatırken o gün otel odasında yaşananlar kadar geçmişteki bir sırrın da kapısı aralanmaya başlar... The Body’dekine benzer olarak bu filmde de yine bir intikam hikâyesi mevcut; ancak bu kez Paulo filmini, bir olayı herkesin kendi perspektifinden anlatması ile gerçeklerin nasıl da şekil değiştirebileceğini, hatta saptırılabileceğini göstermek üzere kurmuş. Gerçekten de filmin başında kurban olarak gördüğünüz kişi acımasız bir katile, bir cani ise kurbana dönüşebiliyor; önemli olan duruma hangi pencereden baktığınız. Doğru bakış açısının hangisi olduğu ise yine son ana kadar ustalıkla gizleniyor. Ve yine, The Body'de olduğu gibi “hiçbir şey göründüğü gibi olmuyor...”
Üç filmi bir arada ele alırsak Paulo’nun giderek klasik kan dozu yüksek/vahşi gerilimden psikolojik gerilime doğru meylettiğini görüyoruz: Senaryolarındaki zekâ oyunları ve psikolojik çözümlemeler de kronolojik olarak artıyor. Özellikle The Invisible Guest, her ayrıntının ustalıkla yerleştirilmesi ve filmin amacına hizmet etmesi yönüyle yıldız gibi parlıyor. Hatta filmin sonunda gerçekte yaşananların ne olduğunu çözmek de çok kolay değil; yine izleyici yorumlarından doğru ve yalanları birbirinden ayırt edemeyen oldukça önemli bir kesim olduğunu not düşelim. Bu da yine senaristin filmlerindeki zekâ elementini giderek artırmasından kaynaklanıyor. Her ne kadar gidişatı bu yönde olsa da Paulo bir sonraki filminde yine psikolojik gerilimi mi ön plana alacak bilinmez, ancak genç yönetmen/senarist, “twist-kralı” ünvanından kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor. Bu özellik de izleyicilerin Paluo’nun filmlerini hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya çalışarak, dikkatle seyretmesini sağlıyor ki, yine dikkat dağıtan uyarıcıların oldukça arttığı bu devirde böyle filmlere imza atmak bence büyük başarı. Klişelere battığımız sinema dünyasında bu orijinallik ve zekâ seviyesini korumaya devam ettikçe şahsen ben kendisinin takipçisi olacağım; ve böyle giderse ismini daha uzun yıllar duyacağımızdan da eminim.