Yerleşmelerde farklı dönemlere ait kültürel katmanları bir arada görmek çok doğaldır. Tarihsel süreçte, belirli sosyo-ekonomik özellikteki toplumların ömrü bir nedenle bitse de mevcut yapılar yeniler tarafından kullanılır. Bu hemen hemen dünyanın her yerinde böyledir. Bazen istilalar, fetihlerle gelen yeni iktidarlar, bazen de sosyo-ekonomik-kültürel yapıdaki dramatik değişimler mevcut çevreyi kendi özellikleri doğrultusunca ele alırlar, değiştirirler, yenilerler. Burada belirleyici olan, güncel yaşamı şekillendiren etkenlerin, dünden ve bugünden köklü kopuşlar gerektiren yapılanmalara neden olabilme potansiyeli taşımasıdır. Hangi vesile ile olursa olsun üretim ve tüketim biçimlerindeki farklılaşma her alana yansımış, somut ve somut olmayan tüm olgular bu yansımadan doğrudan etkilenmiştir. Fiziksel çevre bu değişimi tüm belgeleri ile ortaya koyabilen en önemli alandır.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖNCESİNDE İSTANBUL
İstanbul farklı medeniyetlere ait verilere sahip, sadece ülkemiz için değil dünya için de eşsiz kentlerden biridir. Marmaray Projesi kapsamında gerçekleştirilen arkeolojik kazılarla bu kültürel katmanlar gün yüzüne çıkarılmış ve kent hakkında şimdiye kadar bilinenlerin ötesine geçen belgelere rastlanmıştır. Yenikapı kazısında deniz seviyesinin yaklaşık 6.3 metre altında, 8000 bin yıl öncesine ait Geç Neolotik-Erken Kalkolotik gibi tarih öncesi yerleşme katmanlarına ait mimari ve küçük buluntulara; bunun yaklaşık 0.30 metre üstünde ise Demir çağı buluntularına rastlanmıştır. Devamında ise Kolonizasyon dönemi, Byzantion kenti, Roma- Bizans (Doğu Roma) ve Konstantinopolis dönemine ilişkin buluntuların üst üste yer aldığı saptanmıştır (Çelik 2007: 218-225). Sirkeci metro şaftı kazısında, kent zemin kotunun yaklaşık 30 metre altında Roma dönemine ait temel izleri ortaya çıkmıştır.
Bu art arda yapılanma hali yüzyıllar boyunca devam ederken, çok geniş bir alanı kapsayan kent günümüz sınırlarına ulaşmıştır. Ancak 19.yüzyıla kadar, İstanbul denildiğinde anlaşılan, Haliç’in batı yakasındaki yanmada diğer deyişle Tarihi Yanmada/Suriçi olmuştur. Kent, önceleri Bizantion adı ile anılmakta ve Sarayburnu’nda sur ile çevrili küçük bir alanı kapsamaktadır. Bizantion, 2.yüzyılda, Roma döneminde, biraz daha genişletilerek Septimus Severus Suru ile çevrelenmiştir. Roma başkenti olduğu 4.yüzyılda, kent büyütülerek, Gonstantinus tarafından yaptırılan sur ile daha geniş alana yayılmıştır. Son olarak 5.yüzyılda, II.Theodosius’un yaptırdığı, kendi ile anılan kara suru, kenti yüzyıllarca çevreleyerek bugüne getirmiştir. Bizans ve Osmanlı başkenti olarak İstanbul bu son sınırlarla anılmıştır (Kuban 1996: 31,47; Çelik 1996: 11-19; Sodini2Oll: 13-18).
Theodosius kara suru, Marmara ve Haliç deniz sudan ile kuşatılmış olan Tarihi Yanmada, 19.yüzyıla kadar bütün kentsel faaliyetleri içererek belli başlı yapılanma ilkelerim korumuştur. Genel olarak, Sarayburnu’nun yönetim merkezi niteliği taşıdığı; Eminönü ve Haliç’in liman ve ticaret faaliyetlerini barındırdığı; konut alanlarının ise bu iki bölgeden arta kalan alanlarda kümelenmiş olduğu söylenebilir. Bu arada, suriçinde yer alması sakıncalı bulunan bazı faaliyetler ise sur dışında konumlarım ıştır, örneğin Kazlıçeşme daima mezbaha ve debbağlığın, Eyüp, Ayvansaray çömlekçiliğin, Galata’da, Hendek, mumculuk gibi kent için tehlikeli olabilecek üretimin yer aldığı bölgeler olmuştur (Ortaylı 1977: 83-91).
Suriçi, her dönemin niteliklerine bağlı olarak biçimlenmiştir. Roma döneminde, saray, senato, hipodrom, çeşitli statüdeki evler, sur kapılarına bağlanan revaklı caddeler, forumlar, zafer taklan, dikili taşlar, şeref sütunlan vb. kentin öğeleri olmuştur. Bu sıralarda Yeni Roma ya da ikinci Roma olarak anılan kente, Hıristiyanlığın kabul edilmesi ile birlikte dini anıtsal yapılar da eklenmiştir. (Kuban 1996: 36-41). Fetih sonrası, nüfusunu kaybetmiş, harabe görünümündeki İstanbul, yeni egemenleri Osmanlıların sosyal, ekonomik, kültürel verileri doğrultusunca yeniden yapılandırılmıştır. Müslümanların yanı sıra farklı etnik ve dini kökenli nüfus kentte iskan ettirilmiş, önemli bazı kiliseler camiye dönüştürülmüş, anıtsal ölçekte cami ve külliyeler inşa edilmiş, cami, mescit, tekke, kilise, sinagog çevresinde kümelenen konut mahalleleri oluşmuştur. Buna karşın yine de Sarayburnu ve çevresi yönetim; Eminönü ve Haliç ticaret ve liman; diğer alanlar konut alanı niteliklerini sürdürmüşlerdir (Ortaylı 1977: 85-90).
Birbirine izleyen dönemlerde, özellikle Roma kenti yapılanması olan ulaşım sistemine ait meydan, ana arter vb. verilerin çoğu, özellikle Fetih sonrasında, giderek çevrelerinde oluşan mahallelerin altında kalmıştır (Çelik 1996: 21-23). Bununla birlikte, örneğin Antik dönemin önemli ana arteri Meşe Caddesi Divanyolu’na dönüşmüştür (Kuban 1996: 209). Osmanlı döneminin ilerleyen yüzyıllarında, Eyüp, Sütlüce, Galata, Tophane, Beşiktaş, Üsküdar, Boğaziçi kıyılan gibi sur dışı mahallelerin önemi artmış, yeni semtler oluşmuştur (Kuban 1996: 209, 269-270). Osmanlı İstanbul’u, kentsel ölçekte büyüme ve bütünleşmeye yönelirken mimarlık Mimar Sinan’ın adı ile birlikte anılan Klasik dönemdeki olgunluğuna ulaşmıştır.
İstanbul’da kent ve yapılı çevre, İ8.yüzyıldan itibaren farklı bir yaklaşımla ele alınmaya başlanmıştır. İlk olarak Lale Devri (1718- 1730) ile bazı batılı etkiler kent dokusunda ve mimaride görünür olmuştur. Lale Devri sonrası bu etkilenme sürmüş, bina morfolojisini köklü bir biçimde belirlemiştir. 19.yüzyıldan itibaren, özellikle Tanzimat dönemi ile birlikte yapı üretim alanında gelenekten farklı uygulamalar başlamış, kentin mekan organizasyonu önemli değişime uğramıştır.
İstanbul kent dokusunun ve Osmanlı mimarisinin Batılı öğelerden etkilenmesi aniden ortaya çıkmış bir olgu değildir. Aksine bu ortam, Osmanlı yönetiminin içine girdiği sorunlara çözüm için yüzünü başka ülkelere çevirmesinin sonuçlarından biridir. Devlet yöneticilerinde “Başka ülkelerde neler oluyor?” sorusuna neden olan ilk sorun, başarısızlıkla sonuçlanan II. "Viyana Kuşatması ve Kutsal ittifak savaşları sonrasında, imparatorluğun Karlofça Antlaşması ile ilk büyük çapta toprak kaybıdır (Kılıçbay 1985: 148). Osmanlı Devleti 16.yüzyıl sonlarından başlayarak sosyal, ekonomik sorunların içine girmiştir. 17.yüzyılın ikinci yansından itibaren etkisini arttıran sorunların çözümü, ilkin bozulmuş olan geleneksel sistemin yeniden canlandırılmasında aranmıştır (Kılıçbay 1985: 148). Ancak bunun yetmeyeceği anlaşıldığında Batı Avrupa ülkelerindeki sistem çözüm olarak kabul edilmiştir.
Öncelikle ordunun iyileştirilmesi için Batı Avrupa ülkelerindeki yapılanma model olarak alınmıştır. Askerlerin istihkam ve yol için mühendislik, matematik, coğrafya odaklı eğitim, askeri doktor yetiştirilmesi için tıp eğitimi almaları yolunda yapılanmalar gerçekleştirilmiştir. Ancak Batılılaşma bu konularla sınırlı olmaksızın mali, idari, hukuk, eğitim, imar vb. tüm alanları da belirlemiştir (Ortaylı 1985: 137). Bütün bunlar yasal mevzuat ve örgütlenmeler ile birlikte oluşmuştur. Osmanlı Devleti’nin yemden yapılanmasının amaçlandığı, Batılılaşma, asrileşme modernleşme olarak adlandırılan bu dönem bir dizi olgunun yan yana, art arda gelmesi ile biçimlenmiştir.
Gelenekten köklü kopuşlara neden olan Batılılaşma eylemleri yapı üretim alanım da nerede ise tümünden değiştirmiştir.
Öncelikle bezeme programlarında başlayan yeni yaklaşımlar giderek mimari, kent ölçeğinde ortaya çıkmış, aynı zamanda yapılı çevreye ilişkin eğitim, yasal mevzuat, örgütlenme oluşturulmuştur. Bina inşa etme koşullarını tanımlayan Ebniye Nizamnameleri, önceleri arkeolojik kazılara yönelik sonraları tarihsel mirasın korunmasına yönelik Asar- ı Atika Nizamnameleri, yangın sonrası durumları kontrol altına almak için Tunik Nizamnameleri, belediye örgütlenmesi, mimarlık ve mühendislik eğitimi için okullar kurulması vb. eylemler kentin imarının gelenekten farklı biçimlenmesi amacıyla yapılmıştır.
Böylelikle günümüzde kentsel mekânda çok önemli yeri olan ulaşım, haberleşme, eğitim, sağlık, yönetim, sanayi, alışveriş ve eğlence yapılarının ve modern kentsel dokunun ilk örnekleri oluşmuştur. Değişimin toplumsal dinamiklerden kaynaklanmaması, Suriçi’nde geleneksel yaşamın sürmesi vb. nedenlerle bu yeni yapılı çevre çoğunlukla Tarihi Yanmada dışında gerçekleşmiştir. İstanbul’un modem kent dokusuna öncelikle Pera/Beyoğlu’nda yer açılmış, sonraları Haliç, Boğaziçi, Üsküdar, Kadıköy, Bakırköy bu sürece dahil edilmiştir. Kuşkusuz bu, tarihi Yarımada’nın tahribatını önemli ölçüde önlemiştir. Bununla birlikte, Suriçi ahşap konut dokusu, düzgün olmayan sokak ve parsel yapılanması yöneticilerin daima düzeltmek istedikleri konular olmuştur. Kentin ahşap yapısını kagire dönüştürmek, ızgara kent planı oluşturmak ve yollan genişletmek her zaman arzulanmış, yangınlar fırsat bilinerek düzenlemeler yapılmıştır. Amaç, yeni bir kentsel imaj oluşturacaktır. Ancak daha sonraki yıllarda kentin gelişmesini olumsuz etkileyecek sanayi yapılarına da Haliç’in her iki yakasında yine bu dönemde yer verilmiştir.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE İSTANBUL
Bu köklü değişimlerin akabinde İstanbul, yemden değişim ve dönüşüme tabi tutulacaktır. Suriçi, 20. yüzyıl boyunca, çağın aracı olan otomobile göre düzenlenecek, modem kentsel aktiviteleri içeren yapılarla donatılacaktır. Bu yeni yapılı çevre, geleneksel ahşap konutlar, anıtsal yapılar yıkılarak gerçekleştirilecek, inşaat sektöründe betonarme dönemi başlayacaktır. Çok katlı ve büyük kitleli yapılar, geniş yollar kentin yeni siluetini oluşturacaktır.
Kentin büyüme değil küçülme sorunlarına çözüm bulmayı hedefleyen, 1936-1949 yıllan arasında uygulanan Prost Ham ile 19. yüzyıl kent dokusunda önemli değişimler öngörülmüştür. Prost planı doğrultusunca Tarihi Yanmada dışında, Taksim’deki kışla yıkılarak, Gezi Parkı’na dönüştürülmüş, Taksim ŞişFye bağlanmış, Taksim-Maçka-Dolmabahçe arasında: alan Maçka Parkı olarak düzenlenmiş, Açık Hava Tiyatrosu, Lütfi Kırdar Spor ve Sergi Sarayı gibi bazı kamusal binalar inşa edilmiştir. Tarihi Yarımada’da ise Eminönü Meydanı genişletilmiş, Azapkapı’dan bir köprü ile varılan Unkapanı bir bulvarla Yenikapı’ya bağlanmış, İstanbul Üniversitesi, Belediye Binası vb. kamu yapılan inşa edilmiştir (Bilsel 2010: 108-111; Bilgin 1995: 92,93). Bu planla getirilen önerilerin bazıları İstanbul’un sonraki belediye başkanlarınca uygulanacaktır. Siyasi erkin müdahalesi biçiminde başlayan 1950’li yılların operasyonlarında, bulvar açma, planlamanın ana yönlendiricisi olmaya devam etmiştir. Beşiktaş’ı Zincirlikuyu’ya bağlayan Barbaros Bulvarı, Unkapanı ile Yenikapı’yı birleştiren Atatürk Bulvarı, Aksaray’dan batıya doğru açılan Vatan ve Millet Bulvarları, Millet Caddesi’nin Sur dışındaki devamı olan Londra Asfaltı, Sarayburnu’ndan başlayarak sahil boyunca Yeşilköy’e uzanan Kennedy Sahil Yolu dönemin önemli müdahaleleridir.
1970’li yıllarda 1. Köprü ve çevre yollan kentin büyümesini bir anlamda kent merkezinden uzaklaş tına ve kenti doğu-batı yönünde genişleten bir yola sokmuştur. 1980’li yıllarda İstanbul yine köklü operasyonlarla karşı karşıyadır. Bir taraftan TEM Otoyolu ve 2. Boğaz Köprüsü Doğu- Batı doğrultusundaki kentin Kuzey’e doğru genişlemesinde bir kademe oluştururken, diğer taraftan Boğaz ve Haliç kıyısında otoyollar açılmıştır. Galata Köprüsü değiştirilmiş, Perşembe Pazarı’nda, Haliç’te yapılan yıkımlarla 1950’lerde Sirkeci’ye kadar getirilen Kennedy Sahil yolu Haliç kıyılarından dolaştırılmıştır. Boğaz köylerini denizden kopararak inşa edilen otoyol ile Taksim’den Unkapanı’na akışı rahatlatmayı öngören Tarlabaşı Bulvarı dönemin uygulamaları olmuştur (Bilgin 1995: 92,93).
İstanbul 2O.yüzyılda, otomotive bağlı bir mekânsal biçimlenmenin içine çekilmiştir, önceleri yapay bir gereksinimle ortaya çıkan bu durum otomobilin gerçekten iktidar olması ile bulvar operasyonları, büyük otel, plaza, alışveriş merkezi inşaatları artarak sürmüştür. Yeni ekonomik politikaların kentlerin rekabetini arttırdığı günümüzde, kent merkezleri üst gelir grubuna yönelik konut, ofis ve turizm işlevleri ile yeniden ele alınmakta (Bkz. Enlil 2000), merkezi yönetim tarafından alman kararlarla köklü müdahalelere maruz bırakılmaktadır, özellikle büyük ölçekli ulaşım, yatırım projeleri ve hızı ve derinliği geçmişle karşılaştırılamayacak boyutta uygulamalarla İstanbul yemden inşa edilmek istenmektedir.
DEĞİŞİM ve KORUMA KAYGISI
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, geç 19.yüzyıl, erken 20. yüzyıldaki yapılı çevre değişimlerinde, koruma kaygısı henüz söz konusu değildir. Halbuki bu sırada 1869,1874,1884,1906 Asar-ı Atika, 1889 Müze-i Hümayun, 1912 Muhafaza-ı Abidat nizamnameleri çıkarılmış, 1917’de ise Muhafaza-ı Asar-ı Atika Encümeni Dairesi kurulmuştur (Bkz. Madran 2002). Ancak bu mevzuatta, daha ziyade eski eser tanımı yapılmakta, kazılar ve yıkımlar karşısında müzelerde koruma, belgeleme ele alınmaktadır. Batı Avrupa’da yüzyıllara dayanan deneyimlerle, 19. ve 20.yüzyıllarda kabul edilen sözleşme, tüzük ve kartalar etkisinde oluşturulan bu yasal çerçeve ne yazık ki uygulamaya yansıyamamıştır.
Erken Cumhuriyet döneminde 1930 Belediyeler Yasası, 1933 Tarihli Belediye Yapı ve Yollan Kanunu’nda koruma konusu yer almakla, 1931 ’de Eski Yapıların Korunması Komisyonu kurulmuş olmakla birlikte, uygulamalarda yine koruma kaygısı yeterince önemsenmemiştir (Bkz. Madran 2002). Ancak hızlı ve sağlıksız kentleşmenin kültürel miras üzerindeki tahribatı anlaşıldığında, 1951 yılında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu (GEEAYK) kurulmuştur. Bu kurul, koruma ölçütleri belirlemiş, önemli kararlar almıştır. Venedik Tüzüğü’nün (1964) benimsenmesi, 1975 Avrupa Mimari Miras çalışmaları ile 1973 yılı sonrası Türkiye’de, koruma anlayışım çağdaş niteliğe kavuşturma çalışmaları başlamıştır. Önce 1973’te 1710 sayılı Eski Eserler Yasası daha sonra 1983’de 2863 sayılı Kültür ve Tabiat varlıklarım Koruma Kanunu çıkarılmıştır.
Bu son kanun, çeşitli değişikliklerle günümüzde de geçerli olan koruma mevzuatıdır. Bu mevzuat ile korunması gerekli kültür varlıklarına ait karar yetkisi yasa kapsamında kurulan Koruma Yüksel Kurulu ve koruma bölge kurullarındadır. Mevzuat, örgütlenme ve yasa kapsamında oluşturulan ilkeler, yönetmelikler, ülkemizde koruma konusundaki en yetkin yapılanmadır. Çeşitli eklerle güncelleştirilen yasa bağlamında önemli kararlar alınmış olmakla birlikte, koruma bilincinin yeterince benimsenmemiş olması uygulamaların çoğunu başarılı kılamamıştır. Bununla birlikte kültürel mirasın korunmasında 2863 sayılı kanun ile önemli aşama kaydedildiğini söylemek gerekir.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarım Koruma Kanunu’nun diğer tüm imar kanunları üstünde yetkiye sahip olması önemli bir özelliği idi. Ancak bu özellik, 2005 yılında yürürlüğe giren bir başka kanuna 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun’a devredilmiştir. Çünkü 21.yüzyılda, İstanbul için öngörülen değişimlerin büyük bir bölümünün tarihi kent merkezlerinde yapılandırılması arzusu karşısında mevcut yasa ve örgütlenmesi kolaylaştırıcı olamayacak bir strüktüre sahipti. Buna karşı 5366 sayılı kanun ile değişimin sorunsuz, engelsiz olabilmesinin yolu açılmıştır. Bu yeni mevzuat ve örgütlenmesi, değişimin biçimini ve aktörlerini de tanımlamaktadır. Kanun, başlığında da belirtildiği gibi ‘Yenileme” odaklı bir anlayışı amaçlamaktadır. Nitekim, bu kanun çerçevesinde çalışacak kurulun adı da ‘Yenileme Kurulu”dur.
Yeni kanun doğrultusunca, Tarihi Yarımada’da Neslişah ve Hatice Sultan Mahalleleri, Süleymaniye, Yedikule-Yenikapı Sahil Şeridi III. Etap (Yalı, Kasap İlyas, Çakırağa, Kürkçübaşı Mahalleleri, Kürkçübaşi Mahallesi (Bulgur Palas Bölgesi) ve Davutpaşa Mahallesi, Fener- Balat Semtleri Sahil Kesimi, Küçük Mustafa Paşa ve Haraççı Kara Mehmet Mahalleleri, Beyazıtağa, Ereğli Mahallesi, Samatya Ayvansaray Fatih Belediyesi tarafından 2005-2006 yıllarında yenileme alanı olarak ilan edilmiştir (Bkz.:www.fatihbel.tr). Yasa gereği bu alanlarda 5366 saydı kanun kapsamında ve Yenileme Kurulu gözetiminde yeni bir yapılı çevre oluşturulmaktadır. Yenileme alanlarına ilişkin resmi proje tanımlarında yer alan ifadelerden, hemen hepsinde, yeni kentsel mekanlar yaratmak, yeni binalar inşa etmek, yeni binaları bazı durumlarda geleneksel olanın cephesel bir kopyası olarak tasarlamak, korunması gereken yapılan mümkün olduğunca yıkıp yeniden yapmak, ancak cephelerim bir dekor olarak tutmak, boş parsellerde önerilecek tasarımlan belli ofisler eli ile gerçekleştirerek tip projeler ortaya çıkarmak yaklaşımlarının benimsendiği anlaşılmaktadır. Buna karşılık alanların mevcut toprak üstü ve toprakaltı kültürel mirası, tarihsel topografyası önemsenmemektedir.
DEĞERLENDİRME
Koruma olgusu, insanlığın oluşturduğu kültürel mirası, doğanın, zamanın ve yeni üretim biçimleri paralelinde gerçekleşen hızlı dönüşümlerin yıkıcı etkilerine karşı bir önlem olarak ortaya çıkmıştır. Korumanın, asıl olarak geçmişe ve şimdiki zamana ait olanın geleceğe aktarılması amacı ile gerçekleştirilen bir dizi uygulama olduğu fikri temel hareket noktası olmuştur. Burada önemli olan ‘Sürdürülebilirlik’ çerçevesinde davranabilmektir. Sürdürülebilirlik günümüz dünyasının gereksinimlerini, gelecek kuşakların dün ve bugün üzerindeki haklarından ödün vermeden gerçekleştirmektir.
Bugün, İstanbul için öngörülen değişimler, bir bölümü sit alanı, bir bölümü Dünya Miras Alanı olan, Tarihi Yarımada’da kentsel bellekte yerine koyulamayacak bir tahribata neden olmaktadır ve olacaktır. Yenileme projeleri, tek tek uygulamaya geçmektedir. Neslişah ve Hatice Sultan, Süleymaniye, Ayvansaray mahallelerinde tamamı yeni inşaat yapmaya odaklı hedeflere uygun olarak geleneksel konutlar, parsel yapılanması, sokak örgüsü ortadan kaldırılmaktadır. Yerine tarihte hiçbir zaman orada olmamış çoğu geçmişin kopyası binalar inşa edilmektedir. Bu yeni yapılaşma, tarihte olduğu gibi düne ve bugüne ait olana eklemlenebilme onun bir parçası olabilme becerisini içermemektedir. Aksine var olanı önemli oranda tahrip ederek hatta yok ederek kendini yaratmaktadır. Sadece korunması gerekli yapılı çevrenin değil aynı zamanda bu çevrenin kullanıcısının/bireyinin değişimini öngörmektedir. Başka bir deyişle Yenileme Projeleri’nin üst düzeyde ‘Soylulaştırma5 eğilimi içerdiği görülmektedir. Soylulaştırma ise korunması gerekli kentsel doku ya da yapıların mevcut özelliklerini reddetme kapasitesi taşır. Başka bir deyişle mevcudun köhne, harap, yoksul, marjinal özellikleri soylulaştırma ile ortadan kaldırılmak istenir. Halbuki günümüz kuşağına miras olarak kalmış olan, tarihsel süreçte kendi olağan akışı içinde birbirine eklenen değişim ve dönüşümlerin tümüdür. Diğer taraftan yenileme projeleri, bugüne ait olması gereken ve gelecek kuşakların kültürel miras olarak değerlendirebileceği bir niteliği de vaad etmemektedir. Ne yazık ki gelecek nesiller, anlamım yitirmiş, etkisi resim ya da minyatür niteliğinde olan siluetler, sokaklar, binalarla tarihsel olanı ayırt etme çabası içinde olacaklardır.
KAYNAKLAR
• www.fatihbel.tr
• www.tbmm.gov.tr