Kadir Has’ın Yaşam Öyküsünden Gülümseten Anılar

Kadir Has’ın Yaşam Öyküsünden Gülümseten Anılar
Kadir Has, babası Nuri Has’tan ilk hayat dersini, bir
faytoncunun istediği “bahşiş” üzerinden aldı. Baba,
faytoncudan esirgediği bahşişi, ihtiyaç sahibi fakir-fukaraya
dağıtmış, oğlu ise bu durumu eleştirmişti.

Fabrikatör Nuri Has’ın oğlu Kadir Has, orta öğrenimini,
İstanbul Bebek’teki Özel Boğaziçi Lisesi’nde yaptı. Öğrencilik
yıllarında aristokratlar gibi yaşadı. Bu arada, bir plâtonik
aşka tutuldu. Yanlış yapınca, beş yıllık o aşk, geride bir
tomar mektup bırakarak, sona erdi.

1940’lı yıllarda, II. Dünya Savaşı yaşanırken, Türkiye bu
savaşa bulaşmamasına rağmen, büyük bir yokluk içine
düştü. Devlet de yoksullaşmıştı. Zenginden para toplamak
için Varlık Vergisi konuldu. Baba Nuri Has da, o vergiyi
ödeyecek mükelleflerden birisiydi. Yıllarca tasarruf ettiği
altınlarını, bozdurmak için oğlu Kadir Has’la bir valiz içinde
İstanbul’a gönderdi. Kadir, valiz dolusu altınları otelde unutup,
Beyoğlu’nda eğlenceye daldı...

“Babaaa... Faytoncuya Niye Bahşiş Vermedin?”

Fabrikatör baba, ortanca oğluyla birlikte iş çıkışı bir faytona binerek, villalarına gitmek üzere yola koyuldu.

Fayton, o dönemde ancak varlıklı kişilerin binebileceği bir ulaşım aracıydı. Kayseri asıllı aile, faytona “körük” diyordu. Çünkü, bu aracın, memleketlerindeki adı “körük”tü.

II. Dünya Savaşı, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Türkiye, bu savaşa bulaşmamıştı ama, insanlar, özellikle “üç beyaz” diye adlandırılan zorunlu gıda ve ihtiyaç maddeleri “un, şeker ve pamuklu bezi” temin edebilmek için ellerindeki karneyle kuyruğa giriyordu.

Savaşın soğuk yüzü, ünlü fabrikatörün ailesini pek etkilememişti. Çünkü onlar, ülkenin verimli topraklan Çukurova’da, Adana’da yaşamaktaydı.

***

Baba ve oğul, kısa bir fayton yolculuğundan sonra, Vali Yolu’ndaki villalarının kapısına geldiler. Baba, daha önceden hazırladığı 50 kuruşu faytoncuya uzattıktan sonra, beklemeye koyuldu.

Fabrikatör bekliyor, faytoncu da gözlerini ona dikmiş, hayret ve dehşet dolu bakışlarla, müşterisini seyrediyordu.

Sonra... Şöyle bir diyalog başladı:

-      Ağa, paranın üzerini almasan olmaz mı? Sen koskoca Nuri Ağa’sın. Zenginin şânında, para üstü almak var mı?

Evet, fabrikatörün adı “Nuri Has”tı.

Nuri Ağa, faytoncuya şu cevabı verecekti:

-      Ben, senin paranı kesmiyorum; tarifende ne yazıyorsa, onu veriyorum.

Faytoncu, tavrında hiçbir değişiklik yapmadı, Nuri Ağa’ya. lâf yetiştirmeye başladı:

-      Nuri Ağa, büyük oğlun (Mahmut Has) bize hep 1 lira veriyor, sen ise 10 kuruyun hesabını yapıyorsun.

Fabrikatör Nuri Bey, işi büyütmeden villasına girmek istiyordu ama, hiçbir zaman lâfin altında kalmayı da kendisine yediremezdi:

-      Evlâdım, sana bol bahşiş veren Mahmut, milyoner Nuri Beyin oğlu. Ben ise, kasap Mahmut Ağa’nın oğluyum...

Faytoncu, fabrikatör müşterisinden ders gibi bir cevap aldı ve atlarını kırbaçlayıp, hızla villanın önünden ayrıldı...


Nuri Bey ve oğlu, villanın kapısından içeri adım atmaya hazırlanırken, kendilerini bekleyen bir grupla karşılaştılar. Onlar, hemen her gün aynı saatlerde Nuri Ağa’nın yolunu gözleyen fakir-fukara insanlardı.

Nuri Ağa, faytoncunun beklediği bahşişi kapıdaki ihtiyaç sahibi oldukları her halinden belli olan insanlara dağıttıktan sonra, villasına girdi. Bu defa, sorgulama sırası ortanca oğuldaydı:

-      Baba, faytoncunun istediği 10 kuruşu niçin vermedin? Sonra, o parayı neden kapıda bekleşenlere dağıttın? Fakirleri sevindirmiş olabilirsin ama, arabacının da gönlünü kırdın.

Harp-darp görmüş, yokluk yaşamış, varlığa kavuşmuş baba, ortanca oğlu Kadir’e her satın öğütlerle dolu şu cevabı veriyordu:

-      Bak oğlum, sen bu işlerden anlamazsın. Ben, arabacının hakkını kesmedim. Kapıdaki fukaralara gelince; bunların kimi yaşlı, kiminin gözü görmüyor, kiminin de ayağı yer tutmuyor. Arabacının tavrı ile bunların halini birbirine karıştırma. Arabacının hakkını verdim, kapıdaki fakir fukaraya ise Allah rızası için yardım ettim. Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed buyuruyorlar ki; “Zengin, çok mala sahip olana denmez; zengin, kalbi olana denir”...

İsmet Paşa ve Menderes’in terzisine elbise diktiren aristokrat lise öğrencisi

Babasına, “Faytoncuya niçin bahşiş vermedin?” diye soran Kadir Has, İstanbul’da tamamladığı orta öğreniminden sonra Adana’ya henüz dönmüştü. O da, Mahmut ağabeyi gibi yokluk nedir bilmediği için, babasının hesabi tavırlarım hep yadırgıyordu.

Nasıl yadırgamasın ki?..

1936 yılında İstanbul’da başlayan öğrenim hayatı, kelimenin tam anlamıyla ‘aristokrat’ bir yaşamdı.

Bebek’teki tarihi Özel Boğaziçi Lisesi’nde yatılı öğrenciydi. Varlık içinde bir hayat sürüyordu. Öyle ki, Türkiye’nin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ünlü terzisi İzzet Ünver’in müşterileri arasındaydı. İzzet Ünver, 1950’li yıllarda da Başbakan Adnan Menderes’in elbiselerim dikecekti.

30’lu yılların İstanbul gençliği, genellikle “platonik” bir aşk yaşıyordu. Bu aşk türü, genç kuşağı şair yapmıştı.

Boğaziçi Lisesi öğrencisi Kadir Has da, her genç gibi bir platonik aşka kapılmış, tam beş yıl boyunca ‘tutku’ diye tanımladığı aşkım hep uzaktan seyretmişti. İşte o seyir halini de şairin şu dizeleri ile anlatmaya çalışıyordu:

“Baktım,

Baktı,

Bakıştık...”

***

Kadir’in bu hali, dillere düşmüştü. Aşkım, tüm arkadaşları biliyordu. Ama, her başlangıcın bir sonu olduğu gibi, ‘tutku’nun da sonu gelmek üzereydi.

Mezuniyet yaklaşmıştı. Yıllardan beri birbirlerine güç şardarda gönderdikleri mektuplar, bir anda hız kesti. Kadir, “Benden kaynaklanan bir hareket” diye tanımladığı bu gelişmeden sonra, kendini bir anda boşlukta hissetti. Hatasını kabul ediyordu ama, tam o hatayı tamir etmek üzereyken, okul arkadaşlarından birisi yanına yanaşıp, alçak sesle şunları söyledi:

-      Kadir, konuştuğun kız arkadaşınla aranıza bir soğukluk girmiş. Benim, onunla konuşmama izin var mı?..

Kadir, ‘damdan düşer gibi’ diye tanımladığı bu teklif karşısında şaşkına döndü. Delikanlıydı.

Dik başlıydı.

O anda filmin koptuğunu fark etti ve arkadaşına sert bir ifade ile şunları söyledi:

-      Arkadaşım, onunla alâkam bitmiştir. Kendisiyle ilgilenebilirsin. Bak sana şunu söyleyeyim; arkadaşlığımız süresince elim, onun eline değmedi Yani bizimki, tertemiz bir aşktı. Sana, mutluluklar diliyorum...

Kadir, bir valiz dolusu altını otelde bırakıp, Beyoğlu’na, eğlenceye gitti

Baba Nuri Has’ın da ortakları arasında bulunduğu Adana’daki ‘Milli Mensucat Fabrikası’, Türkiye’nin ilk milli sanayi kuruluşlarından birisiydi. Aslında, fabrikanın tarihi, ta 1906’lara dayanıyordu. Fabrikanın kurucu sahipleri, azınlıklardı. ‘Simyonoğlu Mensucat Fabrikası’ adım taşıyan bu tesis, Cumhuriyetim 4. yılında millileştirildi. Fabrikayı, aralarında Nuri Has’ın da olduğu dört ortak satın aldı.

Milli Mensucat Fabrikası, 1940’h yıllarda Türkiye’nin en gözde sanayi kuruluşlarından birisi oldu. Fabrika çalışıyordu ama, II. Dünya Savaşı nedeniyle ülke ekonomisi yerinde sayıyordu. Halk, fakirleşmiş, vergi toplayamayan devlet de aynı duruma düşmüştü.

Devlet, yeni kaynaklar peşindeydi. Bunun için ‘Varlık Vergisi’ adı altında yeni bir vergi koydu. Görünüşte, söz konusu vergi, gayrimüslimler için konulmuştu. Oysa, müslim-gayrimüslim ayrımı yapılmaksızın, kazanan her kişi ve kurumdan vergi alınacaktı.

Milli Mensucat Fabrikası’nın ortaklarına da, o günün rakamlarıyla her ortak için 300 bin TL Varlık Vergisi konuldu. Vergisini ödemeyenin mak-mülkü varsa satılacak, o da yoksa, Erzurum’un Aşkale ilçesine gönderilip, taş ocaklarında çalıştırılacaktı.

***

Nuri Has, yaşamı boyunca tedbiri elden bırakmamış, tasarrufunu altın olarak değerlendirmişti. Bir gün, evine işçileri çağırdı. Ellerinde kazma ve küreklerle gelen işçiler, Nuri Has’ın mutfağındaki beton zemini kırmaya başladı. Kadir Has, ustaların başında onları seyrediyor, ama bu kırım işinin neden yapıldığım bilmiyordu.

“Bileğe kuvvet...” diyen işçiler, beton zemini kırdıktan sonra, toprağa gömülü akümülatör kutularına ulaştılar. Kutular, topraktan çıkarıldı. Mutfaktan odaya taşındı. Kadir, akümülatör kutularının içinde ne olduğunu merak ediyordu. Baba Nuri Has, işçileri tekrar mutfağa gönderdikten sonra, kutulan açtı. Kadir, şaşkın bakışlarla kutunun içindekileri seyretmeye koyuldu. Kutulardaki çil çil Reşat altınları ışıldıyor, adeta çevreyi aydınlatıyordu.

Nuri Has, vergisini zamanında ödeyecekti. Miktar, çok fazlaydı. Ama kaynağım bulmuştu. Yıllardan beri tasarruf ettiği altınlardan bir kısmım paraya çevirmesi gerekiyordu. Bu görevi, ortanca oğlu Kadir’e verdi. Kadir, altınları bir valize doldurup, Bağdat Ekspresi’nin yataklı vagonu ile Adana’dan İstanbul’a hareket etti.

Valiz çok ağırdı. Kadir, yıllar sonra o seyahati anlatırken, “Kolum, adeta sünmüştü” diyordu.

32 saatlik bir yolculuktan sonra, Haydarpaşa’ya ulaştı. Valizi, kompartımanda güçlükle kaldırıp, pencereden aşağı doğru sarkıttı. Pencerenin altında bekleyen hamal, valizin ucunu yakaladı. Ancak, valiz hiç denge tutmuyordu. Çünkü, torbalar içindeki Reşat altınları, valizin boş alanlarına doğru sürekli kayıyordu.

***

Kadir, güç-belâ yerinden kaldırdığı içi servet dolu valizi alıp, Haydarpaşa’dan Şehir Hadan vapuruyla Sirkeci’ye ulaştı. İstanbul’a geldikçe sürekli kaldıkları Ozipek Palas Oteli’ne yerleşti. Valizi açtı. Torbaların içinde yatan altınları kontrol etti ve onları  gardıroba yerleştirdi. Torbaların önüne de kirli çamaşırlar koydu. Sözüm ona, altın torbalarını kamufle etmişti.

Tüm yorgunluğunu unuttu. Acele kıyafet değiştirip, soluğu, Beyoğlu’nda, tam iki yıl önce bıraktığı eğlence dünyasında aldı. Çok mutluydu. Kendinden geçmişti. Rüya âleminde yaşar gibiydi.

Bir an, kendine geldi. Sirkeci’deki otel odasında bıraktığı altınları düşündü. Şok yaşadı. “Ne yapıyorum ben!..” diyerek, kendisini sorguladı. Hesabı ödedi, hiç vakit kaybetmeden yıldırım hızıyla Sirkeci’ye hareket etti.

Özipek Palas Oteli’ne ulaştı. Gece yansı otel müşterileri istirahate çekilmişti. Kadir, koşar adım merdivenleri tırmandı, önce odasının kapısını, ardından da gardırobun kapağım açtı, eliyle altın torbalanın yokladı.

...Ve derin bir nefes aldı.