Kitaptan Size Kalan, Sizde Kalanların Çetelesini Tutmak Arabanızın Camından Manzara Görüyorsanız Saf; Camdaki Çamurları Görüyorsanız Düşüncelisiniz

Kitaptan Size Kalan, Sizde Kalanların Çetelesini Tutmak Arabanızın Camından Manzara Görüyorsanız Saf; Camdaki Çamurları Görüyorsanız Düşüncelisiniz

Leyla Erbil, son romanı ‘Kalan’da, roman kahramanı Lahzen ile geçmişte olanları çağrışım ve bağlantılarla sırasıyla hatırlatma yolunu seçiyor’. Kalan’ı bitirdiğinizde, sizde kalanların çetelesini tutarken buluyorsunuz kendinizi.

‘Kalan’, zamanın sadece şimdiki andan oluşmadığını anlatan, belleğin ve geçmişin önemini hatırlatan bir roman. Kalan’da zamanın hangi yönüne vurgu yapmak istediniz?

-  ‘Kalan’da vurgulanan zaman insanın, yazarın ya da Lahzen’in zihnidir. Düşüncenin sınırsızlığıyla bağlantılı, geri çekilişlerle ve atılımlarla, çağrışımlarla ilerleyen bir “zaman kavramı” yaratılmak istendi.

‘Kalan’ı, belleksizlik ve tarihi yok sayanlara karşı bir itiraz olarak da düşünebilir miyiz?

-  Evet, düşünmeliyiz. Dünyada kendinden başkasına öncelik tanımayan narsistik ilkellerin kafalarına karşı bir metin de sayılabilir.

Romanda, bir kadın-yazarın (Lahzen) belleği, düşünceleri bilinç akışı biçiminde kurgulanmış. Ve bu kadın-yazarın belleği ilaçlarla durdurulmaya çalışılmış. Belleğin durmasını istemenin temelinde, geçmişi daha güçlü bir şekilde hatırlama isteği mi yatıyor?

-  Geçmişi daha güçlü hatırlamak için ilaç kullanılacağım sanmam. Tersine, içinde yaşanılan sisteme uyum sağlamayan, baş kaldıran, teslim olmayana aile içinde işkence uygulanmasının bir başka yöntemi ilaç! Bu sakinleştiricilere burada parmak basmak isteyişim, topluma karşı pasif direnenin bile ailede hoş karşılanmadığıdır. Sistemde faşist eğilimler aile içinde en masum olaylarda bile görülür.

ROSA OLMASAYDI, LAHZEN BAŞKA BİRİ OLURDU

Lahzen’in en sevdiği ve hafızasında en çok yer eden arkadaşı, kalemsiz kaldığı bir anda kendi kalemini ikiye bölen sınıf arkadaşı Rosa. Lahzen, Rosa ile ilk gençlik yıllarında böyle bir bağ kurmamış olsaydı, romanda ne değişirdi?

-  Çok şey değişirdi herhalde. Lahzen, bu erdemle karşılaşarak insanlık algısını geliştirmeye başladı. Öyle yalnız bırakılsaydı belki kendisi de bencil, dostluk ve dayanışma duygusu taşımayan biri olabilirdi.

Romanınız bir şiir-metin şeklinde kurgulanmış. Şiirden cayamadığınız için böyle bir metin oluşturduğunuzu söylüyorsunuz. Şiir, anlatım dili oluştururken neyi tetikliyor?

-  Milliyet Kitap’ta Necmiye Alpay bu dili, (licentia poetica) ‘şiirsel serbestlik’ olarak tanımladı ve ‘serbestlik’, ‘özgürlük’ sözcükleri üzerine geniş açıklamalarda bulundu. Yazısı, ilginç yorumlan kadar öğreticiydi. Şiirsellik bilinç dışının, imgelerin tadım derinleştiricilik görevini üstlendi bu metinde ve giderek haz verici oldu. Kalan, kendini böyle bir dille, biçemle var etti diyelim.

Kentin silüetini değiştiren alışveriş merkezlerinin tam olarak narsizme eşlik ettiğini söylüyorsunuz. Alışveriş merkezlerini, ‘tarihin girmediği modern kaleler’ olarak nitelendirebilir miyiz?

-  İnsanları göçe zorlayan ekonomik koşullan yaratıp daha da yaşanmaz kılıyorlar kenti. Fransızlar asıl Paris’e dokunmayıp Pari 2’yü kurarak eskiye olan saygılarını kanıtladılar örneğin. Uygarlık böyle bir şey. C.J. Jung’ın “çalılık ruhu” dediği ruhları taşıyan insanlarla mı bir aradayız ne? Alışveriş merkezleri tarihin girdiği girmediği değil, kapitalizmin insanlığın burnuna kelepçe geçirdiği yerlerdir.

“Gerçi insanın hakikatinin bulunabileceğini sanmasam da pek, onu aramaya çıktığımı itiraf etmeliyim size sevgili okurlar...” ‘Kalan’da hakikat konusuna da değiniyorsunuz. Hakikati bulmak için hakikatle olan ilişkimizi nasıl kurgulamalıyız?

-  Lahzen hakikatin bulunmayacağına işaret ederek gene de onun peşine düşüyor. Kitapta Lahzen, “nasıl bir şeyse kendim, belki de uzaklaştıkça bilebildiğim...” demiş. Cem Mumcu da bu konuya değinirken şöyle diyor: “(...) Hakikat ‘başka’dır. Biraz delidir___

Hakikat yazarının derinlere daldırdığı biraz bıçaktır. Ucu kanlıdır, irinlidir. Ancak ‘başka’ ile aramp bulunabilir hakikatin ‘başka’lığı çünkü”__ (Agos Kitap, Aralık 2011)

Ve bir yazar, otobiyografik çalışmalardan bu yüzden mi bir adım geride durmalıdır?

Bence öyle. İnsanın kendini tanıması mümkün mü? “Tanı tam önce kendini tanı”, diyordu Sokrates! Düşünsenize, ne kadar uzun zamandır insanla uğraşıyor yazarlar!


 

Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un son kitabı‘Saf ve Düşünceli Romancı’ geçtiğimiz aylardayayımlandı. Kitap, yazarın Harvard Üniversitesi’ndeverdiği ders notlarından oluşuyor. Dünyaca tanınmışyazarların ders verdiği Norton Dersleri’nde Pamuk,romancılığın ve yazı yazma sanatının sırlarınıPamukça açıklıyor.

Bir yazar adayı için ‘yazmaya nasıl başlarım’ sorusu en çok kafayorduğu soruların başında gelir. Özellikle, başka yazarların nasılyazmaya başladığı ile roman kahramanlarının gerçek hayattan olupolmadığı, roman sanatının diğer sanatlardan nasıl etkilendiği,romancının eserinde ne kadar kendini anlattığı ve romana ‘gerçeklik’hissini neyin verdiği, yazar adaylarının aklım kurcalayan diğer sorulardır.

ARABANIZIN CAMINDAN MANZARA GÖRÜYORSANIZ SAF; CAMDAKİ ÇAMURLARI GÖRÜYORSANIZ DÜŞÜNCELİSİNİZ

Yazar adayları bu soruların yanıtlarında kendi gerçekliklerini bulurlar ve yer almak istedikleri yazın dünyasında var olup olamayacaklarını bu soruların cevaplarını başka yazarlardan okuyarak anlarlar.

Orhan Pamuk gibi Türk edebiyatının ‘son büyük romancısı’ olarak adlandırılan bir yazarın ders notlarım içeren ‘Saf ve Düşünceli Romancı’, işte bu sorulan 35 yıllık yazarlık serüvenindeki kimi ‘saf’ kimi zaman da ‘düşünceli’ bir yazar ve okur kimliğiyle açıklıyor.

RUH HEM SAF HEM DÜŞÜNCELİ OLMALI

Pamuk’un, ‘saf’ ve ‘düşünceli’ kavranılan üzerine düşünmeye başlaması, okumalarında önemli bir yer tutan Schiller’in ‘Saf ve Duygusal Şiir Üzerine’ makalesinden sonra olmuş ve kitabına isim verirken bu makaleden ilham almış. Yazar, bir romancının ruhunun hem saf hem de düşünceli olması gerektiğine inanıyor.

Saf ve düşünceli okur ve romancı tanımını da şu örnekle anlatıyor: “Saf romancı ve saf okur, araba manzarada ilerlerken, pencereden gördüğü memleketi tanıdığına, insanları anladığına içtenlikle inanan biri gibidir. (...) Düşünceli romancı ise, arabanın penceresinden gözüken manzaranın sınırlı olduğunu, zaten ön camın çamurlu olduğunu söyler çoğunlukla ya da Beckett tarzı bir suskunluğa sürüklenir ya da benim gibi ve günümüz pek çok edebi romancısı gibi, arabanın direksiyonunu, düğmelerini, çamurlu camım, viteslerini de manzaranın bir parçası olarak resim eder ki, gördüklerimizin, romanın görüş açısıyla sınırlı olduğunu hiç unutmayalım.”

ROMANLAR İKİNCİ HAYATLARDIR

Roman türünün merkezine doğru bir yolculuk yapmamızı sağlayan bu yazılar bizim romanla ilgili her türlü detayı görmemizi ve ‘büyük manzara’ içinde gezinmemizi sağlıyor: “Roman yazmak, dünyada, hayatta bulamadığımız bir merkezi kurmak, onu manzaranın içine -seslendiğimiz okurla hayali bir satranç oynayarak- gizlemektir. Roman okumak da aynı işlemi tersinden yapmaktır. Arada okurla yazarın üzerinde anlaştığı tek şey, romanın metnidir; bir çeşit eğlenceli satranç tahtası! Her okur onu kafasında kendi dilediği gibi resimler ve merkezini dilediğini yerde arar.”

Yazarın dikkat çekmek istediği bir başka nokta ise, okurların bir romanı okurken yazarım ne kadar unuttuğuyla ilintili: “Hiç bir romanda yazan sürekli unutmak mümkün değildir; çünkü anlatının duyumsal ayrıntılarını hep kendi hayat tecrübemizle kıyaslar ve o bilgiyle kafamızda resimleriz.” Yazan unutmadan roman okumanın mümkün olmadığım düşünen Pamuk, kendi yaşantımızla romandaki olayları karşılaştırmanın da çok doğal olduğunu söylüyor.

Kitap; yazarlığın ne olduğunu ve romancılığın nasıl zorlu bir işçilik gerektirdiğim Türk ve dünya edebiyatından örneklerle anlatan, ders notlarından oluşan bir kaynak kitap. Bu özelliğiyle de hem Orhan Pamuk’u tanımamızı, hem de kitap okurken ya da yazı yazarken zihnin dolambaçlı yollarında fark etmeden takıldığımız taşlan görmemizi sağlıyor. Orhan Pamuk’un dediği gibi romanlar ikinci hayatlardır; belki de bu yüzden ancak roman okurken kendimizi tamamlanmış hissederiz.