Gündelik dilimizde ‘kültür’ sözcüğünü oldukça bir yelpazede kullanırız. Genellikle kültür yaşam süresince edinilen bilgi, deneyim ve sahip olunan beğeni düzeyi çerçevesinde anlaşılır. İnsanların ‘kültürlü - kültürsüz’ olarak sınıflandırdığı, güncel eğilimlerden haberi olmayanların küçümsendiği çevrelerde, çoğunluğun gittiği yoldan gitmek, alışılmış kalıp davranışları benimsemek ve ortak beğeni çerçevesinden çıkmamak, sosyal kontrol mekanizmalarının dişlileri arasında kalma kaygısını ortadan kaldırır. Böylece bireyler bulundukları toplum içinde aynılaşma yönünde davranış geliştirmeye ve farklılıkları bastırıp tektipleşmeye gayret ederler.
Kültür geniş anlamıyla insanın doğal niteliklerine eklenen bütün soyut ve somut kazanımları içeren bir kavramdır. Bu yönüyle kültür, her ulusun, her toplumun, her grubun ve nihayet her bireyin kazanımlarına koşut olarak farklılıkları ifade eder. Eğer böyle olmasaydı, kültürden ve kültürlerden, ‘bizim’ ve ‘ötekinin’ kültüründen söz etmek mümkün olmazdı. Dolayısıyla ‘farklılık’ kültürün doğasında vardır. Değişen, bazılarına göre evrilen kültürler, bir taraftan sermayenin, bilginin, teknolojinin küreselleşmesi sonucunda birçok alanda birbirlerine benzer görünüm sergilerken, diğer taraftan yerelleşmenin ve ‘evrensel’ olanın algılanmasından doğan farklılıkların belirginleşmesiyle ayrışma yönünde değişmektedir. Buradan ‘benzeşirken farklılaşıyoruz’ gibi bir sonuç çıkıyor ki, bu, kültür kavramı söz konusu olduğunda yadsınamaz bir gerçekliktir.
Dünyamız, içinde bulunduğumuz dönemde büyüklü küçüklü kültür gruplarının ve onların üyelerinin birbirleriyle iletişim içinde olduğu, iletişim çağını yaşıyor. Resmi ya da gayri resmi, bireysel ya da kitlesel, doğrudan ya da medya dolayındı, iletişimin her türü aslında kültürlerinin belirlediği kalıplar içinde hareket eden ve etkileşim süreçlerini kendi kültür kodlarına göre şekillendiren bireyler, gruplar ve uluslar arasında gerçekleşiyor. İşte bu nedenle, kültürleri ‘kültür’ yapan ve birbirinden ayırarak özgünleştiren, ‘biricik’ kılan farklılıklar yaşamın her alanını etkiler. Bazen bana ‘Kültürlerarası İletişim’i anlatırken “neden farklılıklardan yola çıkıyorsunuz?” diye sorarlar. Asıl sorulmak istenen soru şudur: “Neden benzerlikleri vurgulamıyorsunuz?”
Bu sorunun altında yatan düşünce ise, farklılıkları vurgulamanın kültürleri ve onların üyelerini birbirlerinden ayırmak, ötekileştirmek ve bölmek amacına hizmet edeceğidir. Bu düşüncenin iyi niyetli olduğu kuşku götürmez, insanların aralarındaki farklılıkları vurgulayıp abartarak birbirlerini dışlaması, diğerini kendinden saymaması, kültür gruplarını ayrıştırarak toplumun bölünmesini düşmandan başka kim isteyebilir? Öyleyse neden farklılığı önemsiyorum? Neden ‘farklılığın farkında olmak’ konusu üzerinde duruyor ve akademik yaşamımı ona adıyorum?
Bu soruların yanıtlan iletişim bilimleri arasında son 30 yılda yerini bulmaya başlayan ‘Kültürlerarası iletişim’ disiplininin kuramsal dayanaktan içinde rahatlıkla bulunabilir. Önce ‘öteki’ kavramım nasıl anladığımızdan başlayalım. Kendimizi ötekine göre tarif eder, tanımlar ve konumlandırırız. Yani ‘öteki’ yoksa ‘biz’ de olmaz. ‘Gurbet’e çıkmayan için ‘memleket’ bir anlam taşımaz. Bizden başka bir grup yoksa biz de grup değiliz demektir. Fenerbahçeliler, Beşiktaşlılar, Trabzosporlular, Sivassporlular, Bursasporlular, Gençlerbirlikçiler ve Ankaragüçlüler ancak birlikte varlıklarını sürdürebilirler. Sizinkinden başka takım olmasa, takımınız kime karşı oynayacak ve siz kimi kime karşı destekleyeceksiniz? O halde ‘biz’in varlığı ‘onlar’a, ‘ben’in varlığı da ‘öteki’ne bağlıdır. Bununla birlikte ‘öteki’ kavramından türetilen ‘ötekileştirme’, ötekini dışlama, ilişkileri kesip düşman olarak kabul etme anlamına geliyor. Ötekinin varlığını kabul etmekle ötekini düşman haline getirmek arasındaki fark, iletişim sürecinin önemli bileşenlerinden olan ‘niyet’te yatar. Niyetiniz, amacınız iletişimi daha etkin kılmak ise, etkileşimde bulunduğunuz birey ya da bireylerin farklılığım fark eder, anlar ve kabul eder, iletişim sürecindeki rolünüzü buna göre oynarsınız. Böylece, tekrarları
artırarak yanlış anlamaların önüne geçer, iletişimin etkinlik düzeyini yükseltirsiniz. Niyetiniz, amacınız karşıdakinin farklılığını vurgulayıp, onunla etkin iletişim kurmanın ne kadar zor ya da olanaksız olduğunu göstermekse, onu dışlar, ona yabancılaşır ve onu kendinize düşman sayarsınız. Her iki durumda da benzerliklerin önemli bir rolü olmaz. Arkadaşlar arasında tartışmaların önemli bir kısmı, bir tarafın diğerini ‘kendinden’ ya da ‘kendine çok yakın sayması’ nedeniyle, onun bireysel farklılığına saygı göstermemesi yüzünden çıkar. ‘Adam yerine konmak’ deyimi bu durumda tam yerine oturur. Toplumda ‘sayılmak’, diğerlerinden farklı bir yere konmanın sonucu; yani farklılığın vurgulanması, diğerlerinde olmayan niteliklerin öne çıkarılması değil midir? Kültürün diğer üyeleri de kendilerini o ‘farklı’ya göre konumlandırmaz mı toplum içinde?
Barış Manço “Hemşerim Memleket Nire?”adlı şarkısının nakaratında1 neden karşıdakinin nereli olduğu öğrenilmeye çalışılıyor? Soran kişi diğerinin memleketine bakarak kültürel kimliği hakkında kestirimde bulunacak ve kendini ona göre konumlandıracak da ondan. Demek ki, iletişim sürecinin daha başında taraflar farklılığı kabul edip ona göre kendi konumlarını belirliyorlar.
İletişim sürecinde tarafların ‘kimlik’leri bu nedenle önemlidir. Kimlik, taraflar arasında gerçekleşen müzakereyle varılan uzlaşma sonucunda belirlenir. Bu müzakere, iletişim süreci içinde kesintisiz süren içsel bir tartışmadır ve tarafların kimlikleri sürekli olarak yeniden belirlenir. Önyargıların ve kalıp düşüncelerin bu süreçte oynadığı önemli rolü de gözden kaçırmamak gerekir. Bu, sürekli ‘içsel müzakere’nin işlevi, insanların ‘öteki’ ile ilgili kaygılarını azaltmaktır. Çünkü insan bilinmeyenden korkar, çekinir ve onunla ilgili kaygılar geliştirir. Taraflar ‘müzakere’ sonunda birbirlerini bilişsel olarak belirli bir yere oturtup iletişim sürecini ona göre yönetirler.
Söze “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sorusuyla başlayanların sorunu da bu zaten. Çünkü onlar, kendilerine yönelik iletişim davranışını uygun görmemektedir. Ya kimlik müzakeresi tamamlanmamış ya da taraflardan biri kendine biçilen kimlikten hoşnut değildir. Başka deyişle, ‘kim olduğunu’ göstermeye çalışan birey, kendini diğerlerinden farklı görmekte ve bunun kabul edilmesini istemektedir. Muhatabı ise aynı fikirde değildir henüz. Henüz diyorum, çünkü belli mi olur, gerçekten kendi kültürel ölçütlerine göre ‘önemli bir kimse’dir ve diğeri kısa zamanda öğrenecektir onun kim olduğunu.
‘Farklılık’ aynı zamanda iletişimi mümkün kılan şeydir. Zaten iletişimin, yani bir taraftan diğerine birşeylerin akışının/iletiminin sağlanması için ‘fark’ vazgeçilmez koşuldur. Bileşik kaplar gibi, eşitlik/aynılık durumunun gerçekleşip akışın durması iletişim bilimleri açısından mümkün değildir. Yani iletişim hiçbir zaman kesilmez, durmaz. Cansız varlıklar bile onlara atfedilen değer nedeniyle bir anlam taşır ve aktarırlar. Dolayısıyla iletişim sürecin yaşamımı adadığım Kültürlerarası İletişim disiplini bu yanlış anlamaların nedenlerini araştırmaya ve çözüm yolları önermeye çalışıyor.
Kültürlerarası iletişim araştırmaları yukarıdan anılan nedenlerle kültürler arasındaki farklılıktan saptamaya, betimlemeye ve anlamaya yönelik çalışmalardır. Çünkü, disiplinin oluşmasını güdüleyen ‘iletişim sorunları’nın temel nedeni kültürel farklılıklardır. Onları anlamadan, iletişim sürecinde oynadıktan rolü saptamadan ortaya çıkan yanlış anlamalar hakkında fikir yürütmek olanaksızdır. Bu araştırmalar ve akademik çalışmaların amacı farklılıktan ortadan kaldırmak değildir. Böyle bir girişim yel değirmenine savaş açmaktan başka birşey olmazdı. Kültürel değişim durmayacağına göre, mevcut farklılığı giderseniz bile değişim sürdükçe yeni farklar çıkacaktır ortaya. Kültürlerarası iletişim sorunlarına çözüm yolu katılıp katılmamak isteğe bağlı bir durum değildir ve enformasyon her yöne sürekli olarak akar.
Konuya niteliksel düşünce açısından yaklaşırsak daha kolay anlaşılır. Niteliksel düşüncede ‘hiçbirşey başka bir şeyle tamamen eşit ya da aynı olamaz’ ifadesi temel önermelerden biridir. Yani bir ile birin toplamı iki etmez. Çünkü birinci bir ikinci birden önce yazılmıştır ve bu nedenle niteliksel olarak ikinci birden farklıdır. Bu ifade iki birin değeri hakkında bir hüküm içermemekte, sadece nitelik farkına vurgu yapmaktadır. Zaten iletişimde de anlamı yaratan niteliktir. Söylenen bir sözün içeriğinden çok nerede, nasıl hangi ses tonuyla ve hangi bağlamda, kim tarafından kime söylendiğidir o sözün anlamını yaratan. Bu ifadede yer alan bütün kavramlar her kültürde farklı şekilde tarif edilir, anlaşılır ve kullanılır. Kime nasıl hitap edeceğimiz, hangi ses tonunun nerede ne anlama geleceği, vurgulamalar, sözlü ve sözsüz iletişim kodlan her kültürde farklıdır. Dolayısıyla her kültürün üyeleri dünyayı başka gözle görür, algılar ve anlamlandım-. Bu anlamlandırmalar arasındaki fark arttıkça kültürlerarası iletişimde de ‘yanlış anlamalar’ çoğalır.
Bu kültürde “biz kediye kedi deriz”. Diğer kültürde de “biz kediye kedi deriz” der. Ama bu kültürlerde, hangi bağlamda kullandığınıza bağlı olarak ‘kedi’ başka anlamlara gelir. Anayasa havada uçarken ki ‘kedi’ ile ‘füze kedisi’ aynı anlama mı geliyor? İşte benim akademik olarak genellikle hoşgörüden söz edilir. Kim kimi hoş görecek? Ya da kim hoşgörülür? Ortada bir hata, yanlış yok ki, hoşgörelim! Sadece farklı kültürlerin üyeleri aynı gerçekliği kendi algı süzgeçlerinin izin verdiği şekilde algılayıp referans çerçevelerine göre değerlendiriyor ve kültürlerinin belirlediği iletişim davranışlarıyla dışa vuruyorlar. Hepsi bu kadar. Bunda hata ya da yanlış nerede? “Neden yanlış algılıyorsun?”, “Beni anlamıyorsun”, “Böyle anlaşılacağım aklıma bile gelmezdi” ve benzeri ifadeler yukarıda açıklamaya çalıştığım iletişim durumlarıyla karşılaşıldığında sıkça kullanılır.
Söze “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sorusuyla başlayanların sorunu da bu zaten. Çünkü onlar, kendilerine yönelik iletişim davranışını uygun görmemektedir. Ya kimlik müzakeresi tamamlanmamış ya da taraflardan biri kendine biçilen kimlikten hoşnut değildir.
"biz kediye kedi deriz”.
Diğer kültürde de “biz kediye kedi deriz” der. Ama bu kültürlerde, hangi bağlamda kullandığınıza bağlı olarak ‘kedi’ başka anlamlara gelir. Anayasa havada uçarken ki ‘kedi’ ile ‘füze kedisi’ aynı anlama mı geliyor?
Her kişilerarası etkileşimin aslında kültürlerarası olduğu unutulmamalıdır. “Beş parmağın beşi bir olmaz” deyiminde ifadesini bulan farklılık düşüncesi kültürel alanda da geçerlidir. iletişim bilimleri çerçevesinden bakıldığında kardeşler arasında bile kültürel farklılıklar mevcuttur. Kardeşler arasında da iletişim her zaman özlenen etkinlikte gerçekleşmez. Yanlış anlamalar, iletişim sorunları nedeniyle kırılmalar, darılmalar sık karşılaşılan durumlardır aile içinde. Buna karşın kardeşimizi, annemizi, babamızı ötekileştirmiyoruz. Ya da aile bireylerini ömür boyu hoşgörüyle ‘idare etmeye’ çalışmıyoruz. Onun farklılığını kabul edip iletişim sürecinde bu farklılığı gözardı etmeden davranıyoruz. Farklılıklarımız nedeniyle, yakınlarımız bizim göremediklerimizi görüyorlar bazen. Bizim anlamlandıramadığımız durum ve davranışları onlar çözüyor. Bu yüzden birilerine danışıyoruz. Farklı görüşler, fikirler alıyoruz. Yeni fikirler için farklı bilgileri farklı kaynaklardan topluyoruz. Araştırıyoruz, öğreniyoruz. Bütün bunlar ufkumuzu genişletiyor, algı süzgecimizi geliştiriyor, referans çerçevemizi genişletiyor, çeşitlendiriyor. Daha çok şeyi anlamlandırmaya, anlamaya başlıyoruz. Başka deyişle birbirimizden öğreniyoruz; ama bizimle aynı olandan değil, bizden farklı olandan.
Ülkemiz bu açıdan çok şanslı gerçekten. Tarih boyunca çeşitli uygarlıkların yatağı olmuş, birçok kavmin göçüp konduğu bu topraklarda geçmişte olduğu gibi günümüzde de çok sayıda kültür bir arada yaşıyor. Kültürel değişme ve kültürler arasındaki etkileşim süreçleri durmuyor ve siyasal sınırlanınız içindeki kültürlerin oluşturduğu ulusal kültürümüzün hiçbir bileşeni sabit kalmıyor. Buna koşut olarak kültürel farklılıklar da değişerek var olmaya devam ediyor. Mevcut kuramsal bilgiler ışığında farklılıkların bize başka algılama, anlamlandırma ve bakış açılan kazandırdığını, bizi ‘monokültür’ sevdalılarından daha avantajlı kıldığım görüyoruz. Uyum yeteneğimiz, azim ve çalışkanlığımız, hoşgörü ve konukseverliğimiz, farklıyla bir arada yaşama becerimiz, ayrımcılık yapmamamız, zayıftan yana, dost ve arkadaş canlısı olmamız, fedakarlığımız gibi birçok hasletimiz farklılıklarla bir arada yaşamayı bildiğimizi göstermiyor mu? Tek gözümüz olsaydı herşeyi iki boyutlu görür, mesafeleri algılayamazdık. İki gözümüzle çevremizi üç boyutlu görüyor, aralarındaki uzaklığı kestirebiliyoruz. Kültürel zenginlik de böyle bir şey işte...
Biriyle algılayamadığım diğerinin penceresinden bakarak görürsün. Nasıl bir gözün diğerine ihtiyacı varsa bu kültürlerin de birbirlerine ihtiyacı var. Bugün olduğu gibi yarın da dünyayı daha iyi anlamak için, bir boyuta diğerini eklemek, el ele, omuz omuza farklılıklarımızla birlikte yaşamak için....