Madrid: Öğlen Uykusu Kadar Tatlı Kent

Madrid: Öğlen Uykusu Kadar Tatlı Kent
Uçak Madrid havaalanına inerken aklımdan bu kente daha önceki gelişlerimi geçiriyordum, İlki galiba 1990 veya 9l’di. Burada yaşayan, şimdi hayatta olmayan çok aziz bir dostum vardı; genç yaşındaki ölümü yürek burkucu olan Mehmet Baydur, karısı çok değerli Büyükelçi Sina Baydur ve henüz çok küçük olan oğulları Yunus.

Geleceğimi haber verdiğimde küçük evlerinde binbir zahmete katlanmış, beni konuk etmişlerdi. Mehmet’le geceleri sabahlara kadar konuşmuş, Ankara’da yarım bıraktığımız sohbetleri gene de

tamamlayamamıştık. Bana ilk kez çok sevdiğim Jean Genet’nin artık internetten kolaylıkla ulaşılan bir BBC röportajım izletmişti. Madrid sokaklarında uzun yürüyüşler yapmıştık. Evinde güzel yemekler yemiştik.

Sonra ikinci kez ‘turist’ olarak gitmiştim. Çok hastaydım. Kış aylarıydı. Bir bayram tatilini değerlendiriyordum. Asıl maksadım Barselona’ya geçmekti. Ama Madrid’de, çok güzel bir meydana bakan bir otel odasında birkaç gün kalmış, saraya bakan nefis bir kafe keşfetmiş, zamanımı orada geçirmiştim.

'AKLIMDAN KOVBOY FİLMLERİ GEÇMEZDİ

Aklımdan o günler, o zamanlar geçiyordu. Oysa uçağın küçük penceresinden gördüğüm manzara çok ilginçti. Pistin hemen ötesinde tabakalı ve damarlı bir malzemeyle yükselen tepeler, neredeyse bana çocukluğumun kovboy filmlerindeki peyzajları anımsatıyordu. Oysa Madrid’i bin türlü şeyle özdeşleştirebilirdim de, aklımdan kovboy filmleri geçmezdi.

Madrid benim için Hemingway demekti-öncelikle. Hayatimin birçok noktasında, gezdiğim birçok yerde onun izini buldum. Bu büyük yazar Ispanya iç savaşı sırasında bu kente gelmiş, Ritz otebnde kalmış, maceracı ruhunun kanayan yaralarım boğa güreşi görüntüleri ve heyecanlarıyla tımar etmek istemiş, sonra yepyeni maceralara doğru savrulup gitmişti. Ama geride çok güzel bir kitap kalmıştı: Öğleden Sonra Ölüm. Madrid, kuşku yok, Latin tutkusunun, kırmızı rengin, ölümün, kavurucu yaz sıcağının kentiydi.

Ama ben daha sonraki yıllarda Madrid’i hem 20. yüzyılın Andre Malraux’dan sonra en büyük tanıklarından ve vicdanlarından biri olan Jorge Semprun’le yeniden keşfetmiştim. Semprun bir komünistti ve İspanya Komünist Partisi’nin en yüksek noktalarına kadar yükselmişti. Soylu bir aileden geliyordu. İç savaş sırasında babası bu küçük çocuğu getirip Fransa’da İspanyol cemaate emanet etmiş ve gitmişti. Semprun dilini yanm yamalak konuştuğu, daha ilk günlerde gördüğü bir hakaretle büsbütün unuttuğu bu kentte, o muhteşem kitabı Hoşçakal Güzel Aydınlık’ta anlattığı zamanı geçirmiş; nihayet şehri, cinselliği ve dili birlikte keşfetmişti.

İspanya’ya artık bir yeraltı devrimcisi olarak kaçak girip çıkıyordu. Almanlar tarafından yakalanıp 2. Dünya Savaşı sırasında Buchenwald toplama kampına atılıp orada bir buçuk yıl kalmış olan ve o günlerini 20. yüzyılın en güzel yapıtlarından biri olan Yazmak ya da Yaşamak’ta. anlatan Semprun’ün ‘illegal’ (yasa dışı) adı Federico Sanchez’di. Sımr geçişlerinin heyecanım Yves Montand ve Ingrid Thulin’in oynadığı o canım filmde, Savaş Bitti’nin senaryosunda anlatmıştı.

Federico Sanchez yurttaşlığından çıkarıldığı İspanya’ya nihayet Gonzales hükümetinin Kültür Bakam olarak dönecek ve birtakım açık kalmış, zaman içinde kapanan çemberler demek olan hayattan intikamını, doğduğu binanın tam karşısındaki Bakanlık binasına yerleşerek alacaktı. O günlerin anlatısı da Federico Sanchez’den Selam Var olacaktı.

'SOKAKLARI SIMSIKI SARAN SESSİZLİK

Buydu benim Madridim daha çok. Ve Madrid emperyal bir kent. Büyük yapılar, 19. yüzyılın biçimlendirdiği genel doku, aristokrasinin soylu ilişkileri, büyük bulvarlar var Madrid’de. Işık var, güneş var. Ama 4 milyonluk bir kentin huzuru da var. Bulvarların hemen yanındaki sokakları sımsıkı saran, size ayak seslerinizi duyuran sessizlikler var. Olağanüstü güzellikte kafeler var.

Gastronomi bakımından kim söyleyebilir Avrupa’nın en önemli kentlerinden biri olmadığım? Bu İspanyolların yaşantısından kaynaklanan bir sonuç-biraz da. Sabah 10’a doğru işe gidiyorlar. 12 gibi kutsal kahvaltı molalarını verip bir bira içiyorlar. Saat 3 gibi öğlen yemeği molası. Güya sonra işlerine dönüyorlar ama 5’e kadar devam etmiş, güzel şaraplarla desteklenmiş bir yemekten sonra işe dönmelerini beklemek biraz ‘haksızlık’ olacağı için onlar da öyle yapıyor, işi oluruna bırakıyorlar. Yazın durum daha da ‘çekici’. Uzun bir siesta var. Herhalde diyorum ardından işe dönenleri oraya çeken çok güçlü bir ‘şey’ var.

Bir de müzeler kenti Madrid. Prado gibi, Thyssen gibi Avrupa’nın en iyi müzeleri orada.

Nasıl olmasın? İspanyol resmi, dünya sanat tarihinin en önemli birikimleri arasında kabul ediliyor. 19. yüzyıl Fransız resminin İspanyol resmi olmazsa gerçekleşemeyeceğini söyleyenler var. Bu bir gerçek ve nedeni bir hayli karmaşık.

Napolyon, İspanya seferine hazırlanırken, Paris o ülkenin görsel sanat birikimini izleyebilmek için kıvranıyor. Louvre’un yöneticisi almak istiyorsa da elde edemiyor İspanyol resmi örneklerini. Sonunda generallerinin başaramadığını, atına adayıp Madrid kapısına dayanan Napolyon iki üç gün içinde sağlıyor ve giriyor kente. Ertesi gün gelip kendisine katılan kişi o Louvre’un müdürü. Yüzlerce parça eseri yüklenip Paris’e taşıyor.

O arada Napolyon yatımdaki generaline de onlarca parça armağan ediyor. Bu yapıtlar hem hazretin büyük evinde duvarlara asılıyor ve Fransız ressamları onları görmek için kapısını aşındırıyor hem de Louvre yeni bir çekim noktasına dönüşüyor. O görsel dünyadan etkilenmeyen kimse yok. Olmadığı gibi Fransızlardan resim öğrenmek için Paris’e gelen Amerikalı ressamlar da hem doğrudan hem dolayh olarak İspanyol resmi etkisiyle üretiyor yapıtlarım.

'SUSTUĞUNDA MODERN SANAT BAŞLIYORDU

Otelim Thyssen’in karşısındaydı ve yeniden, çok hızlı da olsa, gezerken ve aklımdaki birkaç yapıta yeniden bakarken, bu resmin büyük gücü karşısında bir kere daha etkileniyordum. Zurbaran’dır en sevdiğim ama ben asıl Goya’nın ‘kapris’lerinin, desenlerinin tutkunuyumdur. Malraux haklıydı, o sustuğu zaman modern sanat başlıyordu.

Madrid’e bu kez Arco Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı için gittim. 20 yıl önce şehrin içinde, ortasında olan fuar zamanla kent dışına taşındı. Uzun bir yoldan ulaşılıyor şimdi fuar alanına. Neyse ki trafik İstanbul’daki ölçülerde değil.

Bu yıl Hollanda’nın konuk olduğu fuarın benim açımdan önemi, gelecek yıl Türkiye’nin misafir ülke olmasıydı. Galeriler çok ilginç şeyler sergilemiyordu. Avrupa’daki ekonomik kriz satışları etkilemişti. Gene de Latince yani İspanyolca konuşan uzak ülkelerden gelen sanatçıları ve yapıdan görmek ilginçti. Ne var ki, küreselleşmenin ve sanat piyasalarının etkisi altındaki bir dünya yerelliği gitgide yitiriyor. Onlar da kendi sanatçıları kadar sanat dünyasının ünlü sanatçılarının ardında. Gene de her sanat fuarı bir antoloji. İnsan onun içinden kendi seçkisini yapma şansına sahip.

'SOKAKLAR PATLAMIŞ, TAPASLAR İNSAN ALMIYOR

Bazı kentler bir ülkedir. Kendilerinden daha büyük, daha zengin, daha geniştir. İkinci günün sonunda beni uçağa götürecek arabayı beklerken otelden çıkıp hemen arkasındaki bohem sokaklara dalıyorum. Bir önceki gece bir caz bar gösterilmiş bana, ama rahatsızlığım nedeniyle ve çalışmam gerektiği için gidememişim. Onu da içeren mahalleye yöneliyorum, sokaklar patlamış, tapas barlar insan almıyor. Herkes elindeki içkilerle ve sigaralarla kapıların önünde. Vitrinlerde türlü yiyecekler. Ben de birisine giriyorum.

Yarım saatim var. Bir şeyler söylüyorum. Yanımdaki iPhone’uma yerleşik Kindle’da yeryüzünde en sevdiğim romanlar arasında saydığım Don Kişot var. Onu açıp okumaya başlıyorum. Yanıma uzun siyah saçlı, uzun boylu genç bir kız geliyor. Bir bira söylüyor. Yan gözle bakıyor elimdeki elektronik metne. Diğerleri gibi o da tek kelime olsun İngilizce konuşmuyor.

Gösteriyorum, bir sonraki sayfada yer alan Daumier’nin canım Don Kişot illüstrasyonunu. Gözleri ışıyor. Bir dakika deyip işaret parmağıyla çantasını açıyor, bir anahtarlık çıkarıyor, büyük bir madalyon gibi ve üstünde Daumier’nin aynı illüstrasyonu var.

Bardağımı kaldırıyorum, bir yudum içip otele dönmek, havaalanına gitmek için ayrılıyorum bardan. Uçak havalanınca da ‘yeniden buluşuncaya kadar’ diyorum, altımda boylu boyunca uzanan Madrid’e...