Yaşamın içinde var olan her şey, bir dünya tarihidir aslında. Bu dünya, merkezine insanın yerleştiği bir olağanüstülükler zinciridir. Efrasiyab'ın Hikâyeleri, İhsan Oktay Anar’ın adı hikâye, kendisi roman olan masallarıdır. Bu eserle, yaşamın gizemine yolu sanattan geçen felsefi sırların büyüsüyle ereriz.
Binbir Gece Masalları formatında çerçeve öyküler dediğimiz türden iç içe öykülerle fantastik bir yolculuğa çıkarız. Bu anlatı, edebi tarz bakımından temel birçok özelliğiyle postmodern roman anlayışına uygundur. Postmodem romanı, her okuyucu her okuyuşta yeniden yaratır. Bu esere de edebi tadı veren bu yeni yaratmalardır. Postmodernlere göre hayat da bir kurgudan ibarettir. Bu anlayışa sahip olan Anar’ın kitapları da kurgunun gerçeğe, gerçeğin kurguya değişip durduğu bir gerçeklik devinimi içinde ilerlemekte. Böyle olunca da görünen dünya, göründüğü gibi olmaktan çıkmakta ve sadece romanın kurgusu içinde bir anlam kazanmaktadır.
Hikâyelerdeki fantastikliğe uzanan, postmodern kılıfi çıkarıp alt katmanlara basamak basamak indiğimizde gerçek dünyanın belki de bize çoğu kez dayanılmaz gelen, bireyin yaşamından, toplumdaki hukuksuzluğa varan sert yüzüyle karşılaşıyoruz; Hikâyenin kahramanı Uzun İhsan’ın gizemine ermek için bu perdeyi aralamaktan vazgeçmiyoruz.
Bu yazıda anlatının derinliklerine aşama arketipinde yolculuk vasıtasıyla inmeye çalışıp, insanın doğasındaki korkunun zaman içinde evrilerek toplundan ele geçirişine uzanacağız.
Cezzar Dede, Ölüm ve Uzun İhsan arasındaki öykü bu anlatıda ana çerçevedir. Ölüm, kara kaplıdan sıradakini, Cezzar Dede‘yi seçer; ama Ölüm Cezzar Dede’ye bir yaşama şansı verir. Bu çok iyi bildiğimiz Binbir Gece Masallan formatıdır. Dede Korkut hikâyelerindeki Deli Dumrul’a verilen şans gibidir. Deli Dumrul Azrad’in elinden yaşayabilme şansım aşkının gücü sayesinde elde eder. Cezzar Dede’de de yaşama şansı, hikâye anlatabildiğin kadar yaşayacaksın şeklinde karşılık bulur. Bu da aşkın ve sanatın yaşamaya hakkı vardır aşk ve sanat insanın en yaşamayı hak eden insanca yanıdır düşüncesini göstermesi bakımından önemlidir.
Cezzar Dede anlatmaya “korku” hikâyeleriyle başlar. İlk hikâye, “Güneşli Günler” Anadolu’nun orta yerindeki bir köyün dışında hapishane gibi bir yatılı okulda geçer. Bu yatılı okulun dışarıdan tasviriyle başlar yazar anlatmaya. “Tepesindeki rüzgârgülünde bir bayrağın dalgalandığı kulesi, perdeleri sımsıkı kapalı küçük, pencereleri, eziklik ve hiçlik duygusu uyandıran abidevi kapısı ile bu bina bir yatılı okuldu.” İOA’nın okulun kapısındaki eğri kartal’dan yola çıkarak anlattığı heykeltıraşın öyküsü, okuyucuyu kapının ardında olacaklar için de hazırlayan bir haberci gibidir. Heykeltıraşın başka bir okulda çarpık zihniyetler yüzünden travma yaşadığı düşünülürse eğitimin tümüne yayılmış baskı ve korku kültürüne dayalı bir sistemin varlığından söz edilir. Yazarın karşı çıkışı köhnemiş eğitim sistemin kendisinedir. Bu küçücük hikâyede eğitim sistemindeki yolunda gitmeyen, baskıcı ve insan ruhuna yaraşmayan uygulamalar adeta öfkeyle dışa vurulur. Bunu, Drakula Hikâyesi’nin çarpıcılığıyla vererek çok daha etkili kılar.
Abidevi kapı, geçen kişilerde eziklik ve hiçlik duygusu uyandırır. Bu da eğitimden beklentinin çok çok uzağında bir duygudur. Baskı ve korku kapıda başlar. “Bu bina bir yatılı okuldu.” Yatılı okulda okumaya gönderilmiş çocuk hüzün, acı, itilmişlik duygusu, güvensizlik gibi duygular içindedir. Yatılı okullar kucaklayıcı ve çocuğun ruhunu sağaltıcı oldukları zaman bu yaralar sarılabilir; oysa bu hikâyede olduğu gibi öğrencinin hiçe sayıldığı bir yatılı okul, hayatı nefrete dönüşen bir yer haline gelir. Eğitim sistemimizdeki düzeltilmesi gereken aksaklıklardan biri de budur.
Okulun ay ışığı altındaki siluetinden kurtlar, köpekler bile rahatsız olurlar, gönüllerini hoş etmeyen duygular yüzünden sabaha kadar ulurlardı. Burada kurtlar ve köpeklerin bile okulun içindeki durumu dışarıdan sezerek rahatsız olmaları önemli bir ayrıntıdır. Kurt ve köpek bir arketip olarak karşımıza çıkar, insanın ruhsal varlığı bilinç ve bilinçaltından oluşur. Bilinç ve bilinçaltı kişisel olduğu kadar insanlığın ortak yaşamıdır. Jung, ortak bilinçaltının yapışım oluşturan öğeleri “arketipler” (ilk örnek/ana model) olarak nitelendirir.
Arketipler insan ruhunun karanlık ve bilinmeyen bir parçası olan ortak bilinçaltında yatan ve bize çok derinlerden seslenen ruhsal davranış biçimleridir. Bir yer ve durumun imgesi olan arketipler, kendilerini bu imge ve resimler aracılığıyla bilince yansıtırlar. Jung’a göre bu bilinç ortak bilinçaltıdır bu anlamda da arketipler evrenseldir. Ortak bilinçaltının öğeleri olan arketipler evrensel oldukları için farklı toplumlarda ortak olarak görülebilir. Oppenheim, masallarda görülen simgeselliğin, psikanalistlerin hastalarının rüyalarında çözümledikleri anlam ile tümüyle örtüştüğüne dikkat çeker.
Oppenheim, halkın masallardaki rüyaları tıpkı psikanalizin yorumladığı gibi yorumladığını dile getirir ve bu bağlamda rüyanın bireysel bir süreç, masalın da kolektif bir süreç olduğunu belirtir. Lenin, “Her halk masalında gerçekliğe ilişkin öğeler vardır.” der. Thedor W.Adorno, masallarda her insan için bir ilksel imge olduğunu söyler. Bu ilksel imgeler arketiplerdir. IOA’nm bu eserinde arketiplerin önemli bir yer teşkil ettiğini görüyoruz.
Dünya ve Türk destanlarında kurdun ortak bir arketip olarak milletin yaşadığı ortak sıkıntılarda ve onların çözümünde ortak bilinçaltının bir ürünü olarak ortaya çıkması da bundandır. Hikâyedeki Kurt arketipi de yazarın şahsi hikâyesinde okulla ilgili onda derin izler bırakmış yaşanmışlıklar olarak düşünülebilir. Hikâyenin sonundaki şu sözler dikkat çekicidir. ‘Bu okuldan mezun olup yaşı elliyi bulanlar, o karardık okuldaki tek ışığın, Alyanak’ın yaptığı bir tablo olan “Güneşti Günler” olduğunu daima hatırlayacaklardı. Tablonun adı da geleceğe dair umudun daima var olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
“Ellili yaşlar” lOA’mn yaşlan, c.g. jung “insan, insan olmak hususunda bir anlatıya giriştiğinde hep kendini anlatacaktır irdeleyeceği hep kendisi olacaktır.” der.
Yazar, okuldaki öğrencileri anlatırken yine onların yanında yer alır ve köhne eğitim sistemine karşı tavrını belli eder. Eğitimde, öğrenciye kendi varlığına sahiplenme ve kendine güven duygusu aşılanmalı ve öğrenci yüceltilmelidir. Osho’ya göre eğitim seni bilgili yapmaz; bu çok ilkel bir eğitim fikridir. Bunu ilkel olarak adlandırıyorum çünkü bunun kökleri korkudadır. Eğer iyi eğitim göremezsem hayatta kalamam düşüncesinde kökleşmiştir. Bunu ilkel olarak adlandırıyorum çünkü derinde çok şiddet barındırır. O sana rekabet etmeyi öğretir, o seni hırslı yapar. O seni herkesin birbirinin boğazını kestiği, herkesin birbirine düşman olduğu rekabetçi dünyaya hazırlamaktan başka bir şey değildir. Eğitim, öğrencinin yeteneklerini eğitimcilerin destekleyerek ortaya çıkardığı yerdir. Oysa; yatılı okulda keyfiyet içinde yaşayan müdürler vardır, bu okulda hizmet etmek için değil kendi rahatlıklarının keyfini sürdürmek için kendi saltanatlarıdır esas olan. Var olan hiyerarşik düzenlerini öğrenciyi sindirerek ve korkutarak sürdürürler. Saltanat sürme ediminde, bililerini, kendi keyfi için, kendi hizmetine sunmak ve onları kendine tabii kılmak için korkutmak vardır.
Eğitim, öğrenciye emek harcamayı gerektiren bir süreçtir, yani merkez öğrenci olmalıdır; oysa bu epizottaki ilk olayda heykeltıraş belgelenerek kovulmuştur. Bu muhtemelen siyasi düşüncesinden dolayı sakıncalı görülerek tarihimizde sıkça gördüğümüz, birçok donanımlı, genç insanın harcandığı, sistem dışına atıldığı ve hayatlarının cehenneme çevrildiği bir belgelenmedir. Bu anlatıdaki heykeltıraş belgelenip kovulmakla kalmamış, çok önemli bir melekesini, sanatı için çok önemli olan denge melekesini de yitirmiştir. Toplumda düşünce özgürlüğünün olmayışından, mesleki anlamda yetersiz insanların, kilit noktalarda karar mercilerinde olması yüzünden sanat da darbe almaktadır. Hukuksuzluğun zincirleme sürmesine sebep olan bir durumdur. Bu düşünceyi eserde gizli bir unsur olarak arka planda sezeriz.
Okulun içerisi dışarıdan anlaşıldığı gibi bela bir yerdir. Öyküdeki diğer sanatçı okulda yeteneğiyle yüceltilecekken tam tersine kifayetsizliğinden dolayı kıskançlık ve kötülükle dolu müdür tarafından yok edilmiş masum bir çocuk olan resme yetenekti Alyanak’tır. Sanatçının tümüyle usaresinin alınarak yok edildiğini ve sanatçıyı yok etme çabasını, sanatçının hırpalandığım, kanının sömürüldüğünü yok edildiğini tüm çarpıcılığıyla bu Drakula Hikâyesi’nin versiyonu olan ama içeriği çok sağlam olduğu için ödünçleme bir şekilmiş izlenimi vermeyen okuyucuyu rahatsız etmeyen bu hikâyede görürüz.
Osho, “Eğitim seni kendin olmaya hazırlamalı. Şu an o seni taklitçi olmaya hazırlıyor; o sana nasıl başkaları gibi olunacağım öğretiyor.” der; oysa eğitim adı altında öğrenciler, yetersiz ve psikolojik yönden sorunlu insanların etinde ziyan edilirler. Sanatçı olma yetenekleri öldürülür. Yazarın eserin tümünde işlediği bir sanat ve sanatçı sorunsalını görüyoruz. Yazar, “Sanatı hayatın uzağına değil tam merkezine oturtarak mutlu oluruz.” düşüncesini işliyor. Geleceğin sanatçısı olabilecek çocukların çektikleri acılan dile getirmektedir. Eğitim sistemindeki yanlışların psikolojik sorunları olan insanlar ortaya çıkardığım ve onların da geleceği karartarak nasıl zararlı tehlikeli varlıklar haline getirdiğini söylemektedir, sonuçta eğitim korkuya dayanmadan, sevgiyle, güler yüzle yapılmalıdır. Büyüklenmenin korku ve dehşet saçarak kendini büyük göstererek, korku salarak itaat etmeyi sağlamak olduğunu bunun da eğitim gören insanın doğasına uymayacağım söyler. Bu konuda sorunu kaynağına işaret etmekten de geri durmaz “sorumlu devlettir.” Belki buna ‘sorunlu da devlettir’i ilave etmek gerekir.
“Döv Beni Adam Olayım.”
Cehaletle savaşma araçlarının, tokat, cetvel, değnek gibi silahlar oluşu da ironiktir. Hocanın elindeki cetvel metrik taksimatlıdır ve üzerinde “döv beni adam olayım” yazar. Bu ayrıntı da cetvelin derslerde ölçüm için kullanılan bir araç olarak kullanılmadığım göstermesi bakımından önemlidir. Hayatta her şey yerli yerinde olmalıdır, cetvel ölçüm aleti değil dayak aracıdır. Eğitim yapılması gereken bu yerde eğitim adına her şey yok edilmiştir, burada eğitim yoktur, korku ve baskı vardır. Yetişkinlerin disiplin diye baktıkları bu katı kuralların körpe masum dimağlarda yarattığı vurucu ve yıkıcı etkiyi çocuğun ruhuyla hissederiz; yazarın etkili olduğu önemli bir noktadır bu. Köhnemiş eğitim sisteminin çocuklarda yarattığı yıkımı adeta çocuğun bakışlarıyla görür, çocuk ruhuyla hissederiz.
Hikâyedeki Kont bir metafordur, otoriteyi ve yerleşik düzeni korumaya çalışan düzeni temsil eder. Kont’u korkutan ışık onun için ölüm demektir. Yakın arkadaşı olan resim hocasını okula ışık sorumlusu yapar. Resim hocasının görevi resim dersi vermekten öte Kont’u ışıktan koruyacak tedbirler almaktadır. Tüm yönetim, Kont’un iktidarına hizmet eder, eğitime değil. Bu resim hocası hayatın, canlılığın ve coşkunun rengi olan çingene pembesinden nefret eder ve kullanılmasını yasaklar. Yasağa uymayan bir öğrenciye tokat atınca da öğrenci hocaya bir Osmanlı tokadı akşetmiştir ve hoca sağır olmuştur ve lakabı “Sağır” olarak kalmıştır. Otoriteye başkaldıran çok ağır cezalandırılır; çünkü otorite ancak korkuyla var olabilir.
Baş eğmeyen yola gelmeyen çocuğu yola getirmek için korkuya başvururuz; çünkü korku bilinmeyendir hayal gücünün sınırsızlıklarına teslim olmuştur. Korku bir güç olarak boyun eğmeyen çocuğa dilediğinizi yaptırmanın bir yoludur. Çocukluğumuzdan itibaren korkutularak terbiye ediliriz ve bunun zararları üzerinde hiç düşünmeden biz de çocuğumuz olduğunda onu korkutarak terbiye etmeye çalışırız, çünkü korkuttuğumuzda çocuğun üzerinde egemenliğimizi kurmuş oluruz. Pek tabii ki bu çocuklukla da kalmaz. Sürgit devam eder.
Bugün bilimsel gelişmelerin artık insanoğlunun yararına olmasının ötesine geçtiğini insana zarar verdiğini görüyoruz; aynı şekilde psikoloji bilimindeki gelişmeler de tüketimi artırmanın emrine verilerek her türlü ürünün pazarlanmasında kullanılabildiği gibi siyaset mühendisliği alanında da var gücüyle kullanılmaktadır. Korku da bunlardan en etkili kullanılanıdır; çünkü insanın doğasında korku hazırdır. Geriye bunu birtakım menfaatler için kullanmak kalır.
Otoritenin bu sınırsız gücü kazanmasındaki en etkili silahı korku salmaktır. Hayatım kaybetmekten korkmanın dışında, işkenceye uğramaktan korkmak hatta sahip olduğu evini ya da işini kaybetmekten korkmak bile insanları kötü gidişat karşısında sessiz kalmak zorunda bırakır. İnsanların sahip olduğu korkular ve hayatlarım olduğu gibi devam ettirme isteği, yönetimin keyfiliğinin ve baskıcılığının devamlılığını sağlar. Tüketime yönelik insan yaratıp insanı nesneye kul ederek insanı ele geçirilir. Korku duygusuna aşağılanma, suçluluk duygusu eşlik eder. Hükümetler, insanların korkularım kullanarak onları istedikleri şekilde yönetmeye devam ederler. İnsanların korkulan, hükümetlere sahip olabilecekleri en büyük gücü verir, onları mutlak iktidar sahibi yapar; ancak korkular geride bırakıldığında totaliter rejimin ortadan kaldırılabileceğine,
insanlar eğer korkularından kurtulur ve ne kadar küçük olursa olsun bir kurtuluş umuduna sarılırlarsa yönetimin onları sindiremeyeceğini vurgular.
İnsanoğlu korkularından arınamadığı sürece baskıcı yönetimler tarafından ele geçirilmiş olarak yaşamaya mahkûmdurlar. Hukuksuzluklara başladığı ve bittiği yer de burasıdır.
Sağır’ın, bakışlarındaki anlam ve derinlik, gerçekten de sanatçı ruhlu olduğunu, resim sanatının onun için çok şey ifade ettiğini gösteriyordu. Ancak sanat yoluyla ideal güzelliğe aşina olması, sanki çirkinlikleri başka insanlardan çok daha kolay teşhis etmesine yol açmış gibiydi. Güzellikle oynayıp onun zevkim çıkaracak kadar değil, ancak onun tanıyıp teşhis edebilecek kadar yetenekli olduğu için, çirkinlik ile bunun getirdiği ıstırap, nefret ve aşağılama Sağır’ın hayatının temeli olmuştu. Çirkinliği gördüğü dünyanın tersine, güzelliği ancak, hayran olduğu dahi ressamlara tablolarında buluyor, oysa bu sanatçılara, kendisinin çirkinlik bulduğu dünyada güzelliği gördüklerini kafası pek almıyordu. Bu haliyle o, Tanrının insanlara öğrettiği iyiyi tanıyan, fakat iyiliğin tadını çıkarmak yerine başkalarını kötülükle itham eden bir ahlakçı gibiydi.” Sağır’ın sanatçılığı, görünüştedir. “Sağır’ın, bakışlarındaki anlam ve derinlik, gerçekten de sanatçı ruhlu olduğunu, resim sanatının onun için çok şey ifade ettiğini gösteriyordu .” İfadesiyle yine sanatçı görünümlü fakat sanatçı olmayan, dış görünüşüyle, şekilciliğin yapaylığım, doğallıktan uzak oluşun iticiliğini vurgulamaktadır. Sanatçının hayat karşısındaki gerçek duruşu ve davranışı doğal olmalıdır. Bunu zıddının getirdiği komik duruma düşme ve çevreye zarar verme gibi sonuçların çeşitli hikâyelerde işlendiğini görüyoruz. Yazar onun sanatçılığım eksik ve yetersiz bulur, çünkü o çirkinliği seçmiş sanatı hayatla özdeşleştirememiş yaşamın içindeki güzellikleri bulamamış çirkini seçmiştir. Sanatçı olarak güzel ve çirkini ayırt eder ama hayattaki tercihini çirkinlikten yana kullanır.
Güzelliği hayatta bulup hayata yansıtamaz, bu da çirkinliği seçmesi anlamına gelir. Hayatta Tanrının yansıması olan güzellikleri aramak yerine ahlakçı kesilerek, başkalarını kötülükle itham eden bir ahlakçı gibi oluşu da yazarın eserde işlediği sanatçı ve sanat felsefesi ile ilgilidir.
Yazar burada “dünyada her şey zıddıyla kaimdir. Güzelliği anlayabilmek için çirkinlik vardır yeryüzünde” tasavvuf görüşünü sunar ve Sağır’ın çirkinliği seçişinde tanrıdan uzaklaşma vardır. Gerçek sanatçı, yaşamın içine güzelliği yerleştirir ve dünyaya bu güzelliğin penceresinden bakar. Güzellik yoluyla Tanrıya ulaşılır.
“Sağır, güzelliğe aşıktı ama vasıl olamamıştı. Güzellikle oynayıp onun zevkim çıkaracak kadar değil, ancak onun tanıyıp teşhis edebilecek kadar yetenekli olduğu için “Kavuşunca aşk , kavuşamayınca meşk olduğu galiba doğruydu.” Bu öyküde de iOA’nın dayanamayıp, “Kavuşunca aşk, kavuşamayınca meşk olduğu galiba doğruydu.” sözüyle de sanattan yana duruşunu, eserin içinde kendini belli edişini, açık seçik görürüz.
Yatılı bir okulun karanlık ve loş koridorlarında dehşet içinde kalırız. Bu iç acıtıcı durumun abartı olmadığım masal değil ayniyle vaki olduğunu kendi gözlemlerimizden de anlıyor ve yazara hak veriyoruz.