Nelson Rolihlahla Mandela

Nelson Rolihlahla Mandela

Apartheicta; yani ırk ayrımına karşı mücadelede sadece kendi ülkesi Güney Afrika’da değil, tüm Afrika kıtasında ve hatta bütün dünyada bir “totem” haline gelen “İnsan Hakları savunucusuydu...

20. yüzyıl’da tam bir “garabet”; hatta bir “trajedi” olarak kalan Apartheid\ tarihe gömen savaşçıydı, aynı zamanda...

Güney Afrika’daki siyahilerin kişisel haklarını savunan ilk siyahi avukat ve ırkçı beyaz yönetime karşı koyan bir savaşçıydı...

Ülkesindeki ilk serbest seçimlerde kendisini zamanında hapse atan devletin başına Devlet Başkanı seçildiği zaman bile, siyah-beyaz herkesi, tüm halkını kucaklıyordu... İntikam alma duygusunu unutacak kadar “bilge” biriydi o...

Asıl adı, Nelson değil, ‘Rolihlahla’ydı...

Rolihlahla, Güney Afrika’da “Zulu”lar gibi bir diğer büyük kabile olan “Xhosa”ları (Koza, diye okunur) dilinde “sorun çıkaran” anlamına geliyordu...

Kabilede çobanlık da yapan bu köylü çocuğu, ilkokuldayken; yıllar sonra tüm dünyanın tanıyacağı adıyla da taraştı. İlkokul öğretmem Miss Mdingane kendisine “Nelson” adını vermişti...

O artık, avukat olma amacıyla tahsiline devam eden Nelson Mandela’ydı...

Yıllar sonra, gençliğinde “Dalibhunga” (diyalog, köprü kuran, anlamında) olarak çağrılan Nelson Mandela için kendi halkı, nihayet son yıllarda, kendisine en uygun lakabı bulmuştu: “Tata”; yani “Baba”; “Ulusun Babası”...

Yine Xhosa dilinden gelen bu isim ashnda belki de onu en iyi şekilde tarif ediyordu. Çünkü, sadece Güney Afrika’daki değil tüm Afrika Kıtası’ndaki siyahilerin “baba”sıydı o... Onun sayesinde özgür olmuşlar; onun sayesinde insan gibi yaşamaya başlamışlardı...

İçinde bulunduğumuz bilgi çağında, “kusursuz” kahramanların devri kapanırken Mandela, herkesin kusurlu olduğu yerde bir yıldız gibi panldamayı başaran son büyük kahramandı...

Hapislerde geçirdiği 27 uzun yıl boyunca tek bir kare fotoğrafı çekilemeyen; kısacık bir görüntüsü bile alınamayan Nelson Rolihlahla Mandela, tüm dünyada ırk ayrımıyla savaşın adeta sembolü haline gelmiş bir isimdi...

20. yüzyıl’ın kuşkusuz en ünlü mahkumuydu o...

İşin benimle ilgili olan, bir de kişisel tarih açısı var...

Bir gazeteci; bir televizyoncu olarak, bugüne kadar özel söyleşi yaptığım liderler arasında, yaşanmışlığıyla, hayata bakışıyla, bilgeliğiyle ve filozofluğuyla beni en çok etkileyen insan o idi...

O, aynı zamanda, meslekteki ilk büyük “balığım”dı...

Yani, ilk büyük “başarım”...

Yıllar önce, 32. Gün ekibinde “çömez” bir muhabir iken kimseler beni dinlememiş; yalnızca rahmetli Mehmet Ali Birand bana inanmış ve haber için Güney Afrika’ya gitmeme destek olmuştu. Kolay değil. Bütün dünya basını o günlerde (1990) serbest bırakılan bu “efsane”yi konuşuyordu...

Nelson Mandela, daha hapisteyken, o yıllarda iş başındaki Devlet Başkanı Frederick de Klerk’le mektuplaşıyor ve ırk ayrımının (Apartheid) kaldırılması gerektiğini savunuyordu. Buna göre, Güney Afrika’da azınlıkta olan beyazlar Apartheid’da ısrar ettikçe, bu ülkenin gelişmesine ve güçlenip büyümesine imkân yoktu. Çünkü üretilen önemli malların satışı sadece beyaz azınlıkla sınırlı kalıyor ve ülkede çoğunluğu oluşturan siyahiler tarafından tüketilemiyordu. Irk ayrımı yüzünden yabancı ülkeler de Güney Afrika’ya ambargo uyguluyor ve burada üretilen mallar, elde kalıyor; satılarmyordu. Bu kısır döngünün kırılabilmesi ve dış pazarların açılabilmesi için ırk ayrımcılığının kaldırılması gerekiyordu. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin bu tarihsel dönemeçte yapması gereken tek şey “Apartheid”ı kaldırmaktı; yoksa, bu işin başka çaresi yoktu...

Frederick de Klerk, bu argümana inandı. Zaten inanmaktan başka çaresi de kalmamıştı. Ya sıradan liderler gibi unutulacak; ya da tarihe geçecekti...

Nihayet, 20. yüzyılın bu en ünlü mahkumu son olarak kaldığı Victor Verster Hapisanesi’nden serbest bırakılırken siyahlarla beyazlar ülkenin ortak geleceği için görüşmelere başlamışlardı bile...

Nelson Mandela’yla o günlerde görüşmek çok zor; hatta, imkânsızdı. Hapisten çıkınca karısı Winnie Mandela ile Johannesburg yakınlarında Soweto’daki küçük evlerinde yaşamaya başlamışlardı. Tabii dört tarafı yüksek duvarlarlarla çevrili, korumaların kuş uçurtmadığı evin etrafı bir gazeteci-kameraman ve foto muhabiri ordusuyla doluydu. Bu efsanevi adamla özel bir söyleşi yapmak için partisi ANC’deki (African National Gongress; yani Afrika Ulusal Kongresi) yetkililere başvurduğumda bu işin imkânsız olduğunu anladım. Sırada 200 kadar gazeteci bekliyordu. ABC, CBS, NBC, BBC, RAİ gibi dev kanallar; The New York Times, Wall Street Journal, Financial Times, The Independent ya da The Economist gibi devler dururken kim takar Türkiye televizyonlarım ya da 32. Gün Programı’m!

O evin dışında 3 gün 2 gece boyunca adeta nöbet tuttum. Bu süre boyunca toplam olarak 3 mektup yazıp içeri yolladım. Mandela’nın neden bir Türk gazetecisiyle konuşması gerektiğini anlatmaya; daha doğrusu ikna etmeye çalıştım. Tabii, olmadı...

Sonunda, tamamen bir tesadüf eseri oradan kiraladığım siyahi kameramanım Dinky’nin Mandela’nın küçük kızı Zindzi ile (Zenani) çocukluk arkadaşı olduğunu öğrendim. Dinky aracılığıyla Zindzi Mandela’yı bir akşam yemeğe davet ettim. Zindzi kabul etti...

Bu yemekte Zindzi’yi “ikna” ettim. Ertesi gün Zindzi ve annesi Winnie Mandela sayesinde Nelson Mandela ile 32. Gün için söyleşi yapıyordum...

Çok değil; 4 yıl sonra, aym Mandela ülkesindeki ilk serbest genel seçimlerde ülkesinin Uk siyahi Cumhurbaşkanı seçilmişti. Bu kez Güney Afrika’nın yönetim merkezi Pretoria’da bir basın toplantısında karşısına çıktığımda kendisiyle görüşmeyi bekleyen 150 gazeteci vardı. Ama, o bu defa beni hatırladı ve uzun boyumdan ötürü olsa gerek, “Grand Türk”, diye selamlayıp, halimi hatrımı sordu...

Ertesi gün, yaşayan efsane Nelson Mandela ile bu kez Pretoria’daki Başkanhk Sarayı’nda söyleşideydik...

O yıl, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in elinden kendisine verilecek olan “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü”nü neden reddettiğini de sordum kendisine. O an Türkiye’yi ne kadar az ve ne kadar uzaktan tanıdığını da anlamış oldum. Türkiye hakkındaki tek bilgisi ANC; Afrika Ulusal Kongresindeki Jill Marcus gibi üyelerin kendisine aktarmış olduğu “kulaktan dolma” bilgilerle sınırlıydı. Apartheid yıllarında Avrupa ülkelerine; özellikle, Ingiltere’ye sürgüne giden bu insanlar kafelerde ve restarantlarda çalışırken 12 Eylül Askeri Darbesi yüzünden Türkiye’den kaçan; Türk vatandaşlığından çıkarılan solcularla veya PKK sempatizanı Kürtler’le karşılaşmışlardı. Bu insanların kendileri gibi “sürgün” de olan Türkler’den dinledikleri Türkiye, ordunun adeta her 20 yılda bir askeri darbe yaptığı, Kürtler’in “asker postalları” altında inledikleri “faşist” bir ülkeydi...

O yüzden, daha sonra Mandela sayesinde Güney Afrika’nın ilk kadın Merkez Bankası Başkam olan (ANC’den) Jill Marcus, sözde “Faşist Türkiye Cumhuriyeti”nin verdiği bu ödülü reddetmesini istemişti Mandela’dan... Mandela da dava arkadaşı Jill’in tavsiyesine uymuş; istediğini yapmıştı...

İşin ilginci, Güney Afrika’daki Türk Büyükelçiliği de aym günlerde (Mart 1994) daha yeni kuruluyordu. Cumhurbaşkanı Demirel de, gayet normal olarak, bu ödülün Mandela’ya verildiğini ilan etmeden önce Güney Afrika’ya bir heyet gönderip Türkiye ve Atatürk hakkında bir brifing vermeyi biç düşünmemişti...

Mandela, neyin ne olduğunu bir de benden dinleyince yaptığı hatayı anlamıştı: “Sizin aracılığınızla iletmek istiyorum. Türk halkı beni yanlış anlamasın. Türkiye Cumhurbaşkanı bu ödülü vermeye hâlâ hazırsa, ben de derhal gelip almaya hazırım.” dedi...

Ne yazık ki, bir kere reddedilen Türkiye, bu ödülü bir daha Mandela’ya vermedi. Zaten, Süleyman Demirci’den sonra ortada “Atatürk Barış Ödülü”, diye birşey de kalmadı...

Tarih oldu...