'Ol' Emrinden 'Sil' Emrine

'Ol' Emrinden 'Sil' Emrine

Önümdeki bilgisayara bakarak düşünüyorum. Nedir bu ekran ve elimin altındaki bu aygıt? Doğallığın dışında bir alanda mıyım bilgisayarla uğraşırken, yoksa bilgisayar gerçekliği kuşatıp beni doğallıkla başka bir ortamda mı iç içe geçiriyor? Aynı anda düşünmekle ilgili bir ‘edim’ içindeyim. Düşündüklerimi bilgisayara geçiriyorum ama, o da bazı şeyleri yapıyor. Örneğin sözcüklerin doğru yazılıp yazılmadığını denetliyor, bazı gramer kurallarını uyguluyor. Benim yerime düşünüyor mu, yoksa bilgisayar? Benim düşüncemin sınırlarıyla bilgisayarın düşünme kapasitesi örtüşüyor mu? Kısacası bilgisayarın gerçeği nerede?

Şimdi yazımı yazdığım bilgisayarın bir anlamda herhangi bir kağıttan farkı yok. Yine de varlıksal (ontolojik) olarak ele alınırsa farklı. Karşımdaki ekranda bir görüntü var. Yazım bir nesne değil, bir görüntü. Bütün sorun da o. Önümde duran bir kağıt olsaydı, onunla ‘nesnel’ bir ilişki kurabilirdim. Örneğin çekip onu yırtabilirdim. Oysa bu defa aynı şeyi yapamıyorum. Sadece bazı düğmelere bastığım zaman o görüntü kaybolacak.

Bilgisayarın düzlemi doğrudan gerçekliğe denk düşmüyor. Onun alanını ‘sanallık’ diye tanımlıyoruz. Nedeni çok açık. Gerçek dediğimiz olgu, belki Antik Yunan’dan başlayarak, belki Aydınlanma Dönemi’nde biçimlenmiş algılardan hareket ederek, Newton Fiziği’ne bağlı olarak elle tutulan, nesneler dünyasıyla ilintili. Karşımızda duran, doğal olan, doğada yer kaplayan, boyutlu nesnelerdir gerçekliğin başlangıç noktası. Gerisini, daha önceki dönemlerde muhayyel (imaginary) şeyler olarak nitelendiriyorduk. Zihnimizde gezdirdiğimiz, tasavvur ettiğimiz bu şeylerin en geniş tanımlamayla adı ‘düşünce’ idi.

Çok karmaşık bir kavramdı düşünce. Kendiliğinden oluşmayan, gerçekliğe uzanmayan, onunla bir iletişim kurmayan, etkileşmeyen bir düşünce olmaz mıydı, olurdu ama, o soyutlama düzeyinde, içe kapalı, her şeyden bağımsızmış gibi duran düşünce bile son kertede doğaya ve onun nesnellik düzeyine temas ediyordu. Bir anlamda düşünce doğadaki nesnelerin algılanması, zihinselleştirilmesi, adlandırılması, aralarındaki nedensellik ilişkisinin kurulmasıyla belirleniyordu. Düşüncenin gidimli oluşu da sözünü ettiğim nedensellikle sıkı sıkıya ilişkiliydi ve o da yine doğada hiçbir şeyin nedensiz olamayacağına dönük bir anlayışın sonucuydu.

Muhakeme bu olgunun bir diğer adıydı. O arada kütlenin korunumu yasası türünden yaklaşımlar, yani sıradan, basit bir deyişle ifade edersek; hiçbir şeyin vardan yok olamayacağı, yoktan var olamayacağı türü anlayışlar da bizim muhakemelerimizi derinden etkileyen sistematik yöntem bilimleri meydana getiriyordu. Doğa; kısacası, düşüncenin, tıpkı sanatın olduğu gibi, başlangıç noktasıydı.

Gerçeklik dediğimiz olgu, soyut düşüncede yaratılan bazı tasavvurların yemden doğaya dönmesiyle de ilgilidir. Bilim, doğanın sadece taklidine dayanmaz. Onun modellenmesine ve irdelenip anlaşılmasına, olgular ve nesneler arasındaki ilişkililiğin ortaya çıkarılmasına da dönüktür. Mühendislik bunun bir derece öteye götürülmesidir. Doğanın hem yansılanmasıdır hem de onun irdelenmesinden çıkan ‘yasaların’ kullanılarak, doğa içinde ayakta duracak, onun şiddetine direnecek yapıların meydana getirilmesidir. Tüm bu söylediklerim sanatın soyutluğunu da kapsar. Son kertede elemanlar arasında düzanlam dediğimiz doğrudanlık ilişkisinin ortadan kalkmasıdır soyut sanat. Fakat onu anlamak için de yine anlamlı sözcükler kullanmak, onu ‘okumak’, onun ‘gerçekliğini’, özünde benzetmelere dayalı olan sözcükler aracılığıyla inşa etmek

zorundayız. Dilin yapısı bu bakımdan belirleyicidir. Dil de temelinde bir düzanlama dayalıdır. Herkesin ifade edildiği, kullanıldığı zaman aynı şeyi anlaması bir sözcükten, onun düzanlamıdır. Sanat yapıtım, bilimi, başka bir dilde türetilmiş metni anlamak, okumak, onu düzanlamsal ilişkilere tercüme etmektir. Kısacası, anlamın ötesinde bir şey varsa da o henüz kavramsallaştırmadığımız, tanımlayamadığımız, adını koyamadığımız bir olgudur. Ve tersi eğer bir şeyden söz ediliyorsa o mutlaka doğadaki yerini alacaktır. Bu gerçeklikler dünyasındaki yerini bulacaktır, anlamına da gelir.

Bilgisayar dünyası bu belirttiğimiz zincirin içinde yer alıyor mu? Doğrusu zor bir soru. Bir yanıyla “evet”, bir yanıyla “hayır” cevabı verilebilir bu soruya. Bilgisayar; bir işlemci, bir ‘yüzey’ (tabula) olarak kabul edilirse, biz oraya zihnimizi yansıtıyoruz. Şimdi yazımı yazdığım bilgisayarın bir anlamda herhangi bir kağıttan farkı yok. Yine de varlıksa! (ontolojik) olarak ele alınırsa farklı. Karşımdaki ekranda bir görüntü var. Yazım bir nesne değil, bir görüntü. Bütün sorun da o. Önümde duran bir kağıt olsaydı, onunla ‘nesnel’ bir ilişki kurabilirdim. Örneğin çekip onu yutabilirdim. Oysa bu defa aynı şeyi yapamıyorum. Sadece bazı düğmelere bastığım zaman o görüntü kaybolacak.

Oysa yazı bir görüntü değildir. Yazı da bir ‘şey’dir. Beğenmediğim şeyi siliyorum, ekrandan. Yok oluşun en son hali: geriye hiçbir iz kalmıyor. Oysa kağıda, taşa, parşömene yazdıklarımızı karalıyoruz. Bir iz, bir im olarak orada kalmayı sürdürüyorlar. Antik Yunan’da bu edimi başka amaçlarla da kullanıyorlardı. Yazıyı yazdıktan sonra siliyor, üstüne başka bir metin yazıyorlardı: palimpsest. Üst üste binmiş o metinlerden bugün de yararlanılıyor. Oysa bilgisayarın silme eylemi buna izin vermiyor. Bir görüntü tek bir tuşla sonsuzca çoğalabiliyor ve hiç olmamışçasına bir boşluğa çözülüyor.

Görüntü bir gerçek/lik değildir. Görüntü, Platon’dan beri biliyoruz, bir yansımadır; gerçeğin çok dolaylı bir yansımasıdır. Bu, bütün bir görsel kuramın en önemli parametresidir. Göründüğü kadar da kaybolmakla ilişkilidir görsellik. Şimdi ‘sanallık’ dediğimiz de odur. Varlığını yokluğuna borçlu olan tek şeydir, sanallık ve görüntü. Dolayısıyla bu niteliğiyle görsellik bir gerçekliğe karşılık gelmez. Sinema bu kabul üstüne kuruludur. ‘Hayal dünyası’dır, sinema; çok güzel bir deyişle, ‘hayal tacirliğidir’.

Peki, bütün bunlardan sonra yeniden o noktaya dönelim: Bilgisayar bu çerçeve içinde nereye oturuyor?

Bir ‘internetkrasi’den söz edebiliriz bugün. Mekanın ortadan kaldırıldığı bir boyut bu. Yine özneler var ama onların mekanı yok. Mekan sanal bir ortam, bir uzay, bir boşluk. Asıl sorun galiba burada gizli: mekanın yitimi. Sanallık dediğimiz şey, görüntüyle ilgili olduğu kadar onunla da, yani mekansızlıkla da ilintili. Oysa doğa, son kertede ayağımızın altındaki topraktır, üstüne bastığımız zemindir. Kağıt budur, örneğin. Bir zemindir, bir mekandır.

Çok zor bir soru. Bütün işlerimizi, neredeyse, yaptığınız bilgisayarın bir sanallık düzlemi olduğunu biliyoruz ama, bunu algımızda somutlaştıramıyoruz. Üzerine yüklediğimiz bilgileri bizim için saklayan, yeni bilgileri kendi kendine üretebilme kapasitesine sahip olan bu ‘makineler’, Time Dergisi’nin belirttiğine göre insan zekasını aşmış durumda. Bir noktadan sonra kendi kendine yeten aygıtlar, bilgisayarlar, ama işte bir noktadan sonra. Ondan öncesinde bilgisayar kendisine verilen programlarla iş yapan enstrümanlar. Gerçekliklerinin sınırım biz belirliyoruz. Sonuna kadar mı, sorusunun yanıtı elbette olumsuz. Kısa bir süre sonra girdilerimizin sonucunda tasavvur edemediğimiz bilgi ilişkilerini kuracak ve çıkarsamaları yapacak. Bazen yenilse bile, örneğin satranç bakımından, bu durum sonuna kadar geçerli.

Bütün bunlara rağmen ortada bir soru duruyor; boşlukta bir soru: sanallığa bağlı bir enstrümanın ürettiği gerçeklik nedir? Şimdilik yanıtı yok bu sorunun. Baudrillard’ın simülasyonu veya ‘simülakr’ı bu soruyu karşılamakta yetersiz. Onun çok ötesinde bir noktadayız. Bir ‘internetkrasi’den söz edebiliriz bugün. Mekanın ortadan kaldırıldığı bir boyut bu. Yine özneler var ama onların mekanı yok. Mekan sanal bir ortam, bir uzay, bir boşluk. Asıl sorun galiba burada gizli: mekanın yitimi. Sanallık dediğimiz şey, görüntüyle ilgili olduğu kadar onunla da, yani mekansızlıkla da ilintili. Oysa doğa, son kertede ayağımızın altındaki topraktır, üstüne bastığımız zemindir. Kağıt budur, örneğin. Bir zemindir, bir mekandır.

Şimdi ise bir mekansızlıkta, bir boşlukta üretiyoruz gerçeği. Yitim gerçekte değildir, çünkü, gerçek her haliyle bir olgusallığa tekabül eder, yitim mekandadır. Yiten mekandır. Bu bizi insanın tarihinde hiç yaşamadığımız bir noktaya getiriyor. Hem somutlukla içli dışlı olmuş insan şimdi ilk kez soyutun içinde arıyor varlığını. Olmayan bir evrenden olan bir evrene dönük çıkarsamalar yapıyor. Gerçeğin yitimini mekanın yitimi üstünden yaşıyorsa da, bunu bir yitim olarak değil bir kazanım olarak görmek gerek. İnsan, zihinsel evrenini genişletiyor. Dolayısıyla nesnenin anlamı değişecek bundan sonra. Yazı ya da kitap bildiğimizin dışında bir olguya dönüşecek. Nesnenin varlığı aynı zamanda bir tekillikti. Kitap tek bir şeydi, taş tek bir şeydi. Oysa şimdi bir çoğulluk söz konusu. Başka türlü bir kitap var. Başka türlü bir yazı olacak. Belki de hiçbirisi olmayacak bunların. Sorun dönüp gelip geçicilikle bütünleşecek. Yani bilgisayarın gerçeklikle kurduğu ilişkinin çetrefilliği bu ilişkinin yoklukla kayıtlı olmasından kaynaklanıyor. Sanallık deyip içinden çıktığımız sorun budur: Yokluk.

Bu bana başka bir şeyi düşündürüyor. Dediğim gibi, yokluk, bilgisayar dünyasında daha önemli bir olgu. Bilgisayar işlevini silmekle (delete) gerçekliyor. Oysa insan bilinci dünyayı Tanrı’nın ‘ol’ emriyle başlatmıştı. Şimdi ise ‘sil’le devam ediyoruz. Yok eden yine yalnızca Tanrı’ydı. En büyük gücü Tanrı’nın öldürmekte, yok etmekteydi. Buna mukabil insan ancak yaratarak Tanrılaşabilirdi: Oysa şimdi bilgisayarın gücü yok edişinde. Bir düğmeye basarak her şeyi ortadan kaldırmak mümkün. Daha önce hiç yaşamadığımız şey buydu: Yok edişin bu kertede güçlü olması. Sanallık bir yokluk, mekansızlık bir yokluk, gerçekle kurulan ilişki bir yokluk, bilgisayar söz konusu olunca. Bir de sil tuşunun yok edici komutu...