Satürn’ün Yiyemediği Çocuğu Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü

Satürn’ün Yiyemediği Çocuğu Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü
Bu; Kadir Has Üniversitesi’nin 15.kuruluş yıldönümü kutlamalarında,küratörlüğünü Rektör Yardımcısı Prof. Dr.Haşan Bülent Kahraman’ın yaptığı‘Bir Bina, Bir Macera: Fabrika’danÜniversite’ye’ adlı, tarihi Cibali TütünFabrikasının Kadir Has Üniversitesinedönüşümünü konu olan belgesel nitelikliserginin baş yazısıdır.

Walter Benjamin 1936 yılında yayınladığı ve herhalde dünyada en çok okunan, tartışılan, atıf alan makalesinde mekanik olarak çoğaltılabildiği dönemde sanat yapıtının anlamını sorguluyordu. Acaba sanatın tekilliği sona mı eriyordu? Kuşkusuz hayır. Orijinal dediğimiz olgu varlığını sürdürecekti. Ama sanat yapıtına erişim olanakları artıyordu ve bu, ona bağlı olarak yepyeni boyutların gidip yapıta eklenmesine olanak yaratıyordu.

II. Dünya Savaşı sonrasında siyasetten uzak kaldığı bir dönemde daha sonra Kültür Bakanı olacak, Avrupa düşüncesinin en önemli isimlerinden biri, büyük romancı Andre Malraux, çok etkili olan sanat felsefesi kitaplarında önemli bir kavram geliştiriyor ve Hayali Müze kavramını oluşturuyordu. Fotoğrafın bulunduğu ve yaygın olarak kullanıldığı bir dönemde Malraux’ya göre orijinal ölmemişti ama başka bir noktaya kaynııştı.

Fotoğrafın belirleyici olduğu yeni dönemde herkes artık kendi müzesini oluşturabilirdi. Fotoğraf, sanat tarihini tayin etmiş büyük yapıtların o güne kadar saklı kalmış ayrıntılarının görülmesine olanak sağlayabilirdi. Yapıtın dolaşım gücünü artırır, onun yeni yorumlarla beslenmesine yol açardı. Üstelik fotoğraflar bir anlamda geçmişin belleği demek olan müzenin artık her yerde, herkes tarafından ve istendiği şekilde kurulmasına olanak verecekti.


Kadir Has Üniversitesi’nin 15. yılını kutlamak maksadıyla bir sergi hazırlamamız gerekince bu iki önermeden ve saptamadan hareket ettik.

Elimizde şimdi bazı sergileme masalarında görülen orijinaller de mevcuttu. Fakat biz daha farklı bir yolun izlenmesiyle daha farklı bir anlamın yakalanabileceği kanısında vardık.


Burası 15 yıldır bilgi üreten bir kurum. 24 saat kapıları açık. Sadece üniversitenin sınıflarında, laboratuvarlarında üretilmiyor bilgi. Üniversite mensubu günün her saatinde, hangi mekânda olursa olsun o bilgi üretme süreciyle iç içe.

Bilginin üretimi bir açıdan bakılırsa ucuz, kolay, hatta hayli sıradan. Üniversiter, akademik hayatimizi, en ucuzundan kağıda, kalemle,

fotokopiyle, tebeşirle, tahtayla ve diğer ucuz malzemelerle yaşıyoruz. Bazen söz bize yetiyor. Herhangi bir malzeme bile kullanmıyoruz. Düşünmek daha da kolay ve elbette çok düşünüyoruz.

Ve bilgi ürüyor. Durmaksızın ve ardı kesilmeksizin. Asıl mesele bilginin hazırlanmasında, üretim sürecinde, bilgiyi oluşturacak düşüncenin bulunmasında. Gerçek anlamda pahalı ve güç olan ‘şeyler’ ve evreler bunlar.

Kadir Has Üniversitesi’nin 15. yılını kutlamak maksadıyla bir sergi hazırlamamız gerekince bu düşünceden de hareket ettik.

Üretilmesi, tıpkı bilginin üretilmesi gibi çok güç olan bir olgudan, Kadir Has Üniversitesi binasından hareket etmeyi ve onu sergilemeyi düşündük.

Bu bina bir maceraydı. 19. yüzyılın bir sanayi yapısı, bir tütün fabrikası dönüştürülüp üniversite haline getirilmişti. Bazen yapanların bile caynıaya yüz tuttukları kadar zorlu aşamalardan geçilerek yapının bugünkü haline ulaşılmıştı. Gerçekte pahalı ve güç olan, o düşüncenin üretilmesiydi. Ona karar verilmesiydi.

O zaman yapacağımız serginin ‘dili’ ve ‘anlatımı’ bunu kapsasın istedik.

Günlük hayatimizin en sıradan ama vazgeçilmez nesneleri, gereçleri olan fotokopi bize yeterdi. Biz bir serüveni sergileyecektik. Onun arkasındaki büyük tutkuyu, heyecanı, yaratıcılığı. Bunlar günlük hayatımızda bilgiyi üretirken de kullandığımız, bizi harekete geçiren duygulardı.

Yapıyoruz üniversitede; sonra bozuyor atıyoruz. Ama bütün o silme, yıkma, yok etme sırasında da bilgi ürüyor. Örneğin tahtaya, bazı başka yüzeylere yazıyoruz. Sonra siliyoruz, yok oluyor her şey. Fakat buna tam bir yok oluş denemez. Ama başka defterlerde, bellek ve bilinçlerde yaşıyor söylediklerimiz, yazdıklarımız. Başka bir yerden alıp sınıfa taşıyoruz.

Sonra fotokopiyle çoğaltıyoruz. Fotokopi bugün orijinalin yerini almış bir kavram. Hatta onu da aşmış bulunuyoruz gerçekte. Bugünün dünyasında orijinal kavramının üstünden tartışılacağı asıl ve ana kavram fotokopiden ziyade sanal ortam. Onu da kullanabilirdik bu sergide. Muhtemelen bir sonrakinde kullanacağız da. Şimdilik bizi geçmişe bağlayan bütün bir hattın sökülüp yeniden kurulmasında o kadar basit bir malzemenin, fotokopinin, neleri türetebileceğim göstermek istedik.

Üstelik bir bilmece, iç içe geçmiş halkalar gibi de oluşturduk sergiyi.

Bu sergiyi o düşünceler ışığında kurduk. Yapılmış olan yapılmıştır. Bu bir binadır. Şimdi o, yapımı macera olan binanın içindeyiz. Bu şimdiye tekabül ediyor. ‘Şimdi’nin içinde/üstünde durup geçmişe bakıyoruz. Bu bir mekân problemi. Geçmişi bugüne mekânla taşıyoruz. Fakat mekân olarak o geçmiş zaten elimizde, daha doğrusu ayaklarımızın altında, onların üstüne bastığı zeminde ve başımızın üstünde duran çatıda, bizi kuşatan duvarlarda. Biz, şimdi, görselliğin en basit üretilme aracını kullanarak onu bir de bilincimize aktarıyoruz ve o aktarım bizi bugünden geçmişe götürüyor.

Böylece o geçmişi fotokopiler aracılığıyla çoğaltıp mekândan soyutladık; mekâna gömerek mekândan soyutluyoruz geçmişi. Orada yeniden kurgulayıp yaşattık. Bu bize orijinal olanla ödeşme ‘imkanı veriyor; ödeşme anlamında bir hesaplaşma. Orijinal olanın mülkiyetine geçmiş ve onda saklı kalmış olanı şimdi alıp kamusallaştırıyoruz. Belleklere ve bilinçlere taşıyoruz.

Bu sergide klasik sergilemenin hiçbir kuralına uymadık. Dokunulmaz, erişilmez, üstün olan hiçbir şeyin bulunmadığı bir sergi bu. Her şey yerinden sökülebilir, yırtılabilir, kaybolabilir. Aynısını yerine koyabiliriz ama böyle bir kaygımız da yok. Elimizde başka görüntüler var, onlardan birini seçer getirir, boş kalmış yere yerleştiririz, isteyene, beğendiği, sevdiği, edinmek dilediği bir görüntü varsa derhal çoğaltıp verebiliriz. Simetrinin hayatımızdaki hakimiyetine de son vermek istedik bu sergide. Olabildiği kadar. Her şey boy hizasında, her şey okunabilir, görülebilir.

Ama hiçbir şey tam değil. Hatırlayış gibi delik deşik, bölük pörçük:imlemeler, göndermeler, anıştırmalar. Kitaplardan, mektuplardan alınan bölümlerin tümü sadece bir saptama. Ötesi kendilerine ait kaynaklarda yer alıyor.

Sergi salonundan çıkınca belleğin bir başka taşıyıcısı olan müzeye giriliyor. Binanın kendisi de bir bellek. Kaçınılmaz olarak. Üstelik değişiyor. Zamanında başka bir amaçla kullanılan, sonradan konferans salonuna dönüştürülen mekân şimdi kütüphane. Bina yaşıyor. Biz de bu serginin en basit araçlardan üretilmiş bir kurgu olarak yaşamasını istedik.

Ama orijinaller de var bu sergide. Onları anlamlarım üreten bir ‘dokunulmazlık’ zırhına sardık. Fakat orijinalin, soyut görselliğiyle saklı tuttuğunu duvardaki resimler, içinde gezindiğimiz, bulunduğumuz mekân zaten somutlaştırıyor. Cam sadece içinde olduğumuzda da bir mekâna ne kadar nüfuz edebileceğimizi bize sorgulatan bir ‘tabaka’. Masaların içinde, camın alfandaki orijinalle duvardaki görüntüler ve mekânın soyutluğu zaten mekân dediğimiz varlığın çoğulluğunu bize duyuruyor.

Hiçbir mekânı açıklayan hiçbir kayıt koymadık. Bir bilmece bu bina da, bu sergi de. Herkes kendi tanıdığını bulacak, tanımadığına aşina olacak. O nedenle sergiyi mekânların ortasında bir mekânda gerçekleştiriyoruz. Hayatın, bilimin ve üniversitenin ortasında, pencerelerden ofisler görünüyor, kimileri çalışıyor. Mekânın hayata ve zamana uzanışı!

Mekân, zamanın elinden çalınmış, kurtarılmış, zamana ihanet eden zamandır. Mekân, Satürn’ün yiyemediği çocuğudur.

Kadir Has Üniversitesi mekan olarak da, işlev olarak da daha yüzlerce yıl saklayacak bu gerçeği.

Ama serginin bir tabakası daha var: Bütün bu yapıyı, bu yapıtı oluşturan iradenin sahibi Kadir Has. Onu bu sergiyle birlikte bir kere daha ama sadece bu yapıyla olan ilişkisi içinde anıyoruz: pencereden bakıyor Kadir Bey ve dışarıda bir yapı yükseliyor. O yapı kuşatıyor, işte, şimdi, Kadir Has’ı..