Sinemada Ebeveyn Çocuk İlişkileri

Sinemada Ebeveyn Çocuk İlişkileri

Festivallerin, tüm eğlence ve keyiflerine ilave bir faydaları daha var: Kısa bir sürede yoğun bir şekilde film izlemek, çağımızın ruhunu yansıtan izleklerle karşılaşmayı sağlayabiliyor kimi zaman. Bu bazen sinemacıların benimsediği bir teknik, bazen de alakasız görünen filmlerin paylaştığı ortak temalar şeklinde tezahür edebiliyor.

Geçtiğimiz kasım ayında Slovenya Ljubljana’daki uluslararası film festivaline Sinema Yazarları Jürisi’nde yer alarak katılma fırsatı buldum. Yarışmada yer alan 11 filmin ortak yönü, yönetmenlerinin ilk veya ikinci uzun metraj kurmaca filmleri olmalarıydı. Ancak buna ilaveten, çocuklar ve ebeveynleri arasındaki ilişki, pek çok filmin temelini oluşturuyordu ve gözardı edilemeyecek kadar hakim bir tema olarak beliriyordu. Özellikle ön plana çıkan ise, dört film arasında görülen ilginç bir paralellikti. Bu filmlerden ikisi oğlanlar, ikisi kızlar hakkındaydı. Oğlanların filmleri, kurulmaya ya da güçlendirilmeye çalışılan baba-oğul bağlarını gözler önüne sererken, kızların filmlerinde ise baba korkutucu ve mümkünse fazla bulaşılmayacak bir figürdü.

Festivalde Slovenya’yı temsil eden Vlado Skafar’ın Oca (Baba) ve Meksika’dan Pedro Gonzalez-Rubio’nun Alamar (Denize) adlı filmleri, boşanmış babaların oğullarıyla birlikte vakit geçirip sağlam bir iletişim kurmaya gayret ettikleri küçük hikayeleri anlatıyorlardı. Arka planda ise Slovenya’nın ekonomik krizi ve Meksika’da doğa ile iç içe yaşayan balıkçıların hayatları vardı, ancak temelde insanların mutlu, umutlu ve hayat dolu oldukları filmlerdi bunlar. İkisi de güçlü bir atmosfere ve baba-oğullar arasındaki sıcak ilişkileri, onları rahatsız etmeden yakalamaya çalışır, izlenimi veren uzun çekimlere sahipti.

Kızların öyküleri ise çok daha zorlayıcıydı. Sinema Yazarları Jürisi’nin ödülünü alan The Unloved (Sevilmeyenler), İngiltere ve Hollywood’da haklı bir üne kavuşmuş oyuncu Samantha Morton’un ilk yönetmenlik denemesiydi. Film, İngiltere’de aileleri tarafından terk edilen çocuklan, 11 yaşındaki Lucy üzerinden anlatıyor. Babası tarafından dövülen Lucy, kendisi gibi çocukların kendilerini bulmaya ve hayatlarını kurmaya çalıştıkları bir bakımevine yerleştiriliyor.

Ne annesi, ne de babası tarafından sevilen küçük kızın kaldığı bakımevi, çalışanların iyi niyetine rağmen karmaşanın hükmettiği bir ortam; bu açıdan da İngiliz sosyal sisteminin de bir nevi alegorisi haline geliyor. Debra Granik’in yönettiği Winter’s Bone (Kışın Kemiği) ise ABD’nin tam merkezinde yer alan Ozark Bölgesi’nde dünyanın geri kalanından adeta kopmuş bir şekilde yaşayan insanların öyküsünü anlatıyor. 17 yaşındaki Ree Dolly, bir yandan küçük kardeşlerine ve akli dengesi bozuk annesine bakan, bir yandan da kayıp babasını arayan son derece güçlü bir karakter. Bu filmdeki baba figürü dayakçı olarak görülmese de, ailesinin evini kefalet senedi karşılığı taahhüt edip ortadan kaybolan birinin, daha önce de neler yapmış olabileceği seyircinin zihninde bir soru işareti oluşturuyor. Bu iki filmin de yönetmenlerinin kadın olması, ve Morton’un filminin öyküsünü kendi çocukluğunda yaşadığı olaylara dayandırması ise filmleri daha da etkileyici kılıyor.

Yarışmadaki diğer filmler arasında da çocuk temasına sıklıkla rastlanabiliyordu. Hector Galvez’in yönettiği Paraiso (Cennet), Peru’da kendilerine daha iyi bir yaşam yaratmaya çalışan ergenlik çağındaki beş arkadaşın; Kolombiyalı Ciro Guerra’nın Los Viajes del Viento (Rüzgarın Yolculukları) adlı filmi ise ülkeyi boydan boya kat eden bir şarkıcının ve onu bir baba gibi görerek peşine takılan gencin öyküsünü anlatıyordu. Meksika’dan Rigoberto Perezcano’nun daha önce başka festivallerde ödüller almış olan filmi Norteado (Kuzeysiz) ise çocuk karakter içermiyor, ancak sınırı geçerek ABD’ye ulaşmaya çalışan ana karakter Andres’in kimi zaman çıkarıp resimlerine baktığı oğlu ve kızı, onun yaptığı en büyük fedakarlık olarak filmin önemli bir unsurunu oluşturuyor. Ancak tüm bu filmler arasında ebeveyn-çocuk ilişkisine bakışıyla en ön plana çıkanı, aynı zamanda festivalin büyük ödülünü de kazanan Yunanistan yapımı, Yorgos Lathimos’un Kynodontas (Köpek Dişi) adlı filmiydi. Geçtiğimiz nisan ayında İstanbul Film Festivali’nde gösterildiğinde de büyük bir ilgiyle karşılanan filmdeki ailede ebeveynler, herşeyden izole edilmiş evlerinde üç çocuklarını dış dünyanın ‘yozlaştırıcı’ etkilerinden korumaya çalışıyorlar —bu onların hayatlarım kendi elleriyle mahvetmek anlamına gelse bile.

...çocuklar ve ebeveynleri arasındaki ilişki, pek çok filmin temelini oluşturuyordu ve gözardı edilemeyecek kadar hakim bir tema olarak beliriyordu... Oğlanların filmleri; kurulmaya ya da güçlendirilmeye çalışılan baba-oğul bağlarını gözler önüne sererken, kızların filmlerinde ise baba korkutucu ve mümkünse fazla bulaşılmayacak bir figürdü.