Türkiye'nin Yükseköğretimde Kalite Arayışı Emekliyor

Türkiye'nin Yükseköğretimde Kalite Arayışı Emekliyor

Nitelikli öğrenci ve öğretim elemanına sahip olmak, çağa uygun eğitim yapmak ve mezunlarının istihdam edilebilirliğini artırmak için üniversitelerin temel aracı kalitenin artırılmasıdır. Alana kalite güvencesi getirmek ve işbirlikleri geliştirmek amacıyla kurulan Yükseköğretim Kurumları Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Komisyonu bu yönde atılan önemli bir adım olmakla birlikte, kalite konusunda Türkiye’deki çalışmaların henüz emekleme döneminde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Yükseköğretimde kalıcı kalitenin ölçütü; üniversitelerin eğitim-öğretim, araştırma ve topluma hizmet alanlarındaki başarılarıdır. Bunlardan birinin zayıf kalması üniversitenin işlevini tam olarak yerine getiremediğini gösterir. Bu çerçevede atılacak adımların bütün olarak düşünülmesi ve kaliteye ulaşma için tüm alanlarda başarı gösterilmesi gerekir. Bu yolda insan kaynakları yönetiminden fiziksel altyapı ve donanıma, kurum kültüründen mevzuata uzanan çok sayıda değişkenin olduğu da unutulmamalıdır.

Başarının ölçümü ise sadece ülke içinde yapılacak denetimlerle değil, aynı zamanda uluslararası denetimlerle gerçekleştirilmelidir. Uluslararasılaşmış yükseköğretim alanında standartların yalnızca ulusal değil, uluslararası nitelikte de belirlenmesi ve ölçülmesi kalite artışını beraberinde getirecektir.

KALİTEYE ÖZERKLİKLE ULAŞILIR

Genel olarak, Türkiye’deki üniversitelerin kaliteye ulaşmasını etkileyen hususların başında özerklik konusunda yaşanan sorunlar gelmektedir. Merkezi yapılanmayla yönetilen yükseköğretim kurumlarının kaliteye ulaşma için izleyecekleri strateji konusunda karar veremiyor olmaları veya stratejinin uygulanmasında üst otoriteye bağımlı olmaları önemli bir engeldir.

Nitekim, Avrupa Üniversiteler Birliği’nin Avrupa’daki üniversitelerin özerkliğini örgütsel, finansal, kadro/işe alma ve akademik açılardan değerlendirdiği 2011 raporunda Türkiye tüm alanlarda son sıralardadır (28 ülke arasında sırasıyla örgütsel 27, finansal 23, kadro/işe alma 21 ve akademik açıdan 25. sırada).

Türkiye’de yükseköğretim kalitesini olumsuz etkileyen çok sayıda sorunun arkasında mevcut sistemin temelini oluşturan 1981 tarihli 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun artık çok eskimiş ve artan üniversite sayısını kaldıramayan merkeziyetçi ve tek tip üniversite modelim esas alan yapısı vardır.

Sistem, hem yükseköğretim kurumlarında kalite denetlemesi hem de uluslararası standartlarda kaliteli bir yükseköğretim sistemine sahip olma stratejisinin belirlenmesi görevini YÖK’e vermiştir. Üniversitelere kalite konusunda söz hakkı bırakmayan sistem, üniversitelerdeki iç yapılanmayı da rektörlükler üzerine bina ederek, merkeziyetçi ve katı şekilde planlanmıştır.

Hem YÖK hem de rektörlüklerin merkeziyetçilikten uzaklaştırılarak, koordinasyon ve planlamadan sorumlu hale getirilmeleri ve karar vermede dikeyden ziyade esnek ve yatay yapılanmalara gidilmesi kalite yönünde atılacak adımları kolaylaştıracaktır.

ÜÇ DERECELİ REKTÖR ATAMASI

Türkiye’de devlet üniversitelerinde rektörlerin üç dereceli bir seçim/atama süreciyle belirlenmeleri de sorunun bir başka boyutudur. Üniversite düzeyinde yapılan seçimler ile atamalarda YÖK ve Cumhurbaşkanı’na verilen geniş yetkiler konuyu siyasallaştırmakta, kalite değerlendirmesini arka plana atmaktadır. Seçim ve atamaları takiben başarı değerlendirmesi yapılmaması veya bu değerlendirmenin yetersiz oluşu da önemli bir sorundur.

Rektör olarak atananların yetkilerini üst otoriteye bağlı olarak kullanmaları; program geliştirme, öğretim üyesi alma, öğrenci sayıları, yatırım yapma gibi özgürlüklerinin kısıtlanmasını beraberinde getirmektedir. Burada esas, her alanın merkezden kontrolünden ziyade, temel konulardaki başarının hesap verebilirlik açısından ölçülmesi olmalıdır.

Devlet üniversiteleriyle kıyaslandığında kısmen daha rahat olduğu düşünülen vakıf üniversitelerinin dahi benzer kısıtlamaları yaşadıkları düşünülürse, Türkiye yükseköğretim sektörünün uluslararası düzeyde rekabet şansının düşük olduğu ortaya çıkar. Bütçeleri merkezi olarak belirlenen, kâr amacı gütmeden çalışmaları beklenen, borçlanamayan ya da varlıklarını gelir elde etmek için kiralama veya satma yoluna gidemeyen üniversitelerin, rekabet için gerekli olan araştırma altyapısı yatırımlarını gerçekleştirmeleri zordur.

Kalite arayışındaki kurumların fark yaratabilecekleri alanların başında kaliteli öğretim üyesi istihdamı gelir. Kaliteli öğretim üyesinin öğrenci ve araştırmada kaliteyi getireceği açıktır. Fakat geçerli mevzuat üniversitelerin akademik personel istihdamındaki yetkilerini kısıtlayarak, rekabeti olumsuz etkilemektedir.

Vakıf üniversitelerinde kısmen aşılan bu sorunun devlet üniversitelerinde devam etmesi, aynı alanda ve statüde yoğun çaba sarf eden/etmeyen kişileri aynı sınıflandırma içerisine sokarak kalite yönündeki çabaların önüne geçmektedir.

AKADEMİK PERFORMANS DEĞERLENDİRİLMELİ

Akademik performans değerlendirmelerinin yapılmıyor ya da sınırlı yapılıyor olması, başarı ya da başarısızlığı tespit edilenlere yönelik bir ödüllendirme/cezalandırma mekanizmasının olmayışı, akademik personel kontenjanları ile seçim ve atamalarının her aşamada üst otoriteye bağlı olması kaliteye ulaşma yönündeki adımları güçleştirmektedir.

Akademik atanma/yükseltilme kriterlerinin üniversiteler arasında farklılık göstermesi ve rekabeti teşvik etmeyecek düzeyde düşük atanma/yükseltilme kriterlerinin mevcudiyeti öğretim üyesi kalitesindeki artışı yavaşlatmasının yanı sıra, üniversitelerin araştırma etkilerini de zayıflatmaktadır. Bu kriterlerlerin düşüklüğü sıklıkla kalitenin sorgulanmasını beraberinde getirmektedir.

Doktora ve doçentlik sınav sistemlerindeki çarpıklıklar da eklendiğinde, sorun daha da büyümektedir. Rekabeti teşvik edici ve saydam atanma-yükseltilme ölçütlerinin belirlenmesi ile aynı koşulların doktora ve doçentlik jürileri için de benimsenmesi, yükseköğretimde kalitenin yerleştirilmesi ve devamlılığı için önemlidir.

Denetleme, değerlendirme, şeffaflık ve hesap verebilirlik üniversitelerin kalite arayışında ön şartlardır. Stratejik planlarına uygun yönetilen, paydaşlarına hesap verebilen, kaynaklarını etkin kullanan, finansal olarak sürdürülebilir ve özerk bir üniversite yönetim sistemi Türk yükseköğretiminin en önemli ihtiyaçları arasındadır.

Son yıllarda Kadir Has Üniversitesi’nin üç devlet üniversitesiyle birlikte yürütmekte olduğu, Tam Maliyetleme Projesi’nin hayata geçirilmesi ve yükseköğretim sistemine yaygınlaştırılması önemlidir. Üzerinde çalışılan modelde üniversite çapında eğitim-öğretim, araştırma ve diğer faaliyetler için gelir-giderlerin gerçekçi, ölçülebilir ve şeffaf raporlanması ve faaliyetlerin sürdürülebilir temeller üzerine bina edilmesi öngörülmektedir.

YÜKSEKÖĞRETİMDE REKABET KÜRESELLEŞMİŞTİR

Rekabetin küreselleştiği günümüzde üniversitelerin yeni, öncü ve farklı programlarla kendilerini benzerlerinden ayrıştırması önem kazanmıştır. Türkiye’de programların YÖK onayına tabi olmaları belirli bir standardı tutturmak açısından önemli olmakla birlikte, denetimi kolaylaştırmak için tüm yükseköğretim kurumlarının benzer yapılanmalar, programlar ve müfredatlar çerçevesinde tek tip uygulamaya tabi tutulması sorunludur.

Sorunun temelinde sürecin hiçbir yerinde kalite denetiminin olmayışı yatmaktadır. Mevcut programların kalitesinin sürekli ölçülmesi ve kriterleri yerine getirmeyenlere yaptırımların uygulanması kalitenin yerleşmesi açısından önemlidir. Bu konuda vakıf üniversiteleri her yıl merkezi denetimden geçerken, devlet üniversitelerinin hemen hiç denetlenmemesi ciddi rekabet ve kalite sorunlarım beraberinde getirmektedir.

Uluslararasılaşan rekabet ortamı, artık üniversitelerin sadece ulusal değil, uluslararası alanda da başarılı olmalarını gerektirmektedir. Yabancı öğretim üyesi ve öğrenci çekmek ya da öğretim üyeleri ve öğrencilerinin uluslararası alanda kabul görmesini sağlamak için çaba sarf eden üniversitelerin bu kapsamda kalite standartları yüksek programlar, müfredatlar, altyapı, sosyal imkanlar gibi unsurları bünyelerine kazandırması gerekir.

Türkiye’deki üniversitelerin mevcut dezavantajı göz önüne alınırsa, kalitenin artırılmasında Bologna Süreci ve uluslararası akreditasyon uygulamalarının önemi ortaya çıkar. Her ne kadar 2010’da oluşturulan Türkiye Yükseköğretim Yeterlilikler Çerçevesi ardından tespit edilen alan ve program yeterliliklerinin tüm üniversitelerde Aralık 2012’ye kadar hayata geçirilmesi öngörülmüşse de, bugüne kadar ancak sınırlı sayıda üniversite Bologna süreciyle uyumlu olduklarını belgelendirebilmişlerdir.

Üniversitelerin Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Kurulları’nca yürütülen iç değerlendirmeleri karşılaştırmalı olarak ele alacak ve temel başarı kriterlerine göre sonuçlandıracak bağımsız bir yapılanma olmadığından, bu kurullar genel olarak baştan savma ve yıllar içerisinde kendisini tekrarlayan raporlar üretmenin ötesine geçememektedir.

DIŞ DEĞERLENDİRME GÖNÜLLÜLÜĞE KALMIŞ

Kalite güvencesinin en önemli ayağı olan dış değerlendirme ise, gönüllü olarak uluslararası değerlendirmelere başvuran az sayıda üniversite dışında, neredeyse yok gibidir. Yakın zamana kadar mühendislik alanı ile sınırlı kalan programların akreditasyonunu bile bugüne kadar ulusal/uluslararası kuruluşlardan ancak 20 üniversitede 120 civarında program sağlayabilmiştir.

Hedeflenmesi gereken yükseköğretimin tüm alanlarında değerlendirme ve akreditasyon kuruluşlarının oluşturulması ve tüm programların bu süreçten geçmesinin sağlanmasıdır. Uluslararası standartların yakalanması yönünde katkı sağlayan bu uygulamanın yaygınlaştırılması, eğitim-öğretimdeki farklılıkların giderilmesi, kalite ve şeffaflığın artması, kurumlararası karşılaştırma ve denetimlerin rahatlıkla yapılabilmesi gibi kazanımları beraberinde getirecektir.

Öğrenciyi alıp şekillendiren, ek değerlerle anlamlandıran ve sonunda bütüncül bir ürün olarak topluma geri veren üniversitelerde girdi-çıktı dengesinin sağlanması topluma sunulan katkı ve eğitim- öğretimdeki başarının temel göstergesidir. Kaliteli öğrencileri çekmek için rekabet eden kurumların, mezuniyette sadece bu öğrencileri getirdiği nokta değil, üniversiteye giren tüm öğrencilerin gelişimine katkıları ölçülmelidir.

Bunun yolu da üniversitelerin kalitesinin programlara giriş puanlarıyla değil, mezunlarının iş piyasasında istihdam edilebilirlikleriyle değerlendirilmesidir. Bilim ve teknolojide yaşanan gelişmelere ayak uydurabilen, yeniliğe açık, sorgulayan, düşünen ve üreten bireyler yetiştirmek, bu bireylerin üniversite sonrasında iş piyasası ve toplumda iyi yerlere gelmelerini sağlamak hem eğitim-öğretimin başarısını hem de topluma sunulan hizmetin kalitesini gösterecektir.

SUNULAN KOŞULLAR YETERSİZ

Son olarak, sadece öğrencilere değil öğretim üyeleri ve idari personele sunulan imkân ve koşulların yetersizliği de kalitenin oluşması ve yerleşmesinde önemlidir. Öğretim üyelerinin ders programlarının yoğunluğu, idari iş yükleri, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısının fazlalığı başarının temel göstergelerinden olan araştırma çıktısının azalmasına neden olmaktadır.

Kaynaklara ulaşmada yaşanan fiziksel yetersizliklerin yanı sıra, araştırma kapasitesinin geliştirilmesinde önemli rol oynayacak genç araştırmacılara sağlanan koşulların kısıtlılığı da araştırma kapasitesini azaltmakta, nitelikli iş gücü istihdamını zorlaştırmaktadır.

Genel olarak önemi yadsınan idari personelin niteliği de aslında üniversitelerin kalitesinde önemli bir göstergedir. Kaliteli kurumların oluşturulmasında temel işlevi olan idari personelin bilinçlendirilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve gelişim programlarıyla yetiştirilmeleri, bu kişilerin üniversiteye aidiyetlerini güçlendireceği gibi, kalite oluşturma ve sürdürme konusunda da desteklerini sağlayacaktır.

Bu sorunların çözümüne yönelik atılacak her adımın üniversitelerin temelini oluşturan eğitim-öğretim, araştırma ve topluma hizmet ayaklarında iyileşme sağlayacağı kuşkusuzdur. Tüm alanlardaki başarı kaliteyle yakından ilintili ve birbiriyle etkileşim içinde olduğundan, bir alanda sağlanacak ilerleme diğerlerini de olumlu etkileyecektir.

Burada önemli olan, kalite yönünde belirlenecek stratejiler ile atılacak adımların ulusal değil, uluslararası bazda düşünülmesi gerektiğidir. Ayrıca, tepeden inme politikalar yerine tabanı kapsayan, herkesin söz sahibi olduğu stratejiler üretmek süreci kolaylaştıracağı gibi, kalitenin daha hızla yerleşmesine de katkı yapacaktır.