Vaziyet Planlarındaki Kentsellik ve Kamusallık

Vaziyet Planlarındaki Kentsellik ve Kamusallık
Ekim 2011’de kaybettiğimiz Mimar Behruz Çinici’nin, eşi Altuğ Çinici ile birlikte 1960’tan beri sürdürdükleri başarılı meslek hayatlarını belgeleyen kapsamlı arşivi, 2014 yılında SALT Araştırma Merkezi koleksiyonuna katıldı. Bu vesileyle yapılan dizi konferanslardan üçüncüsü 24 Ekim 2015’te SALT Galata’da gerçekleşti. Aşağıdaki kısa yazı, Çinici arşivindeki çizim ve belgelerden hareketle bu konferansta yaptığım konuşmadan özetlenmiştir.

Çinicilerin Türkiye modern mimarlık tarihi içindeki önemini anlamak için üslup, biçim, ifade gibi mimari ölçekteki tartışmaları bir kenara bırakıp vaziyet planlarına bakmamızı, orada ilginç süreklilikler, tekrarlayan temalar ve bir kentsellik/kentlilik kurgusu oluşturma çabası bulacağımızı ileri süreceğim. Her fırsatta “kent ölçeği benim için bir kader, tasarımlarımın çıkış noktası” diyen Behruz Bey’in kariyerine damgasını vuran, “gerçekleştirebilmiş olmaktan en fazla gurur duyduğunu” söylediği projelerinin üniversite kampüsü, tatil köyü ve konut yerleşkesi gibi, tekil yapının ötesinde üst ölçekli çalışmalar olması tesadüf olmasa gerekir. Çinicilerin vaziyet planlan; yaşayan ve yaşanılır çevreler tasarlamak için, mimarlık ve kent ölçeklerinin ayrılmaz biçimde ilişkili ve süreklilik içinde düşünülmesi gerektiğini, dahası, mimarlığın her şeyden önce bir kamusal pratik olduğunu bize hatırlatır.

Çinicilerin “kampüs ve tatil köyü ölçeği dönemimiz” dedikleri (ve ODTÜ projesi ile özdeşleşen) 1960’lar ile “kent ölçeği dönemimiz” olarak andıkları (ve Çorum Binevler projesi ile özdeşleşen) 1970’ler, mimarlık ve kent kuramlarında çok önemli kırılmaların yaşandığı bir dönemdi. Bu dönemde, modernist kent planlama prensiplerinin, savaş sonrası toplumların ihtiyaçlarına cevap vermekten çok uzak kaldığı anlaşılmış, Le Corbusier’nin 1920’lerde tahayyül ettiği, otomobili merkezine alan ve ‘zoning’e (yani işlevleri mekânda ayrıştırmaya) dayalı modernist-işlevsel şehir düşüncesinin insan ölçeğini ve yayayı göz ardı ettiği, modernist şemalarla planlanan şehir merkezlerinin organik ve komünal insan ilişkilerinin çözüldüğü siteril ve mekanik yerlere dönüştüğü görülmüş, bunlara baş kaldıran ikinci nesil modernist mimar, plancı ve eleştirmenler (özellikle de Team 10 üyesi mimarlar) yeni arayışlara girmişti.

Çinici Mimarlık’ın kent anlayışını öncelikle bu tarihsel bağlam içinde okumak ve anlamlandırmak gerekir. Team 10 üyesi mimarlar Allison ve Peter Smithson’un modern mimarlık kuramına hediye ettiği ‘insanların birlikteliği’ (humarı associations) kavramı ve kent- mahalle-sokak-ev şeklindeki ölçekler hiyerarşisi (urban reidentificalion grid), Çinicilerin de temel meselesidir. Örneğin Sincan Elvanköy toplu konut projesinde, kent-topluluk, mahalle-komşuluk, konut- aile, mekân birimi-birey şeklinde ifade ettikleri bir mekânsal ve toplumsal organizasyon hiyerarşisi kurgulanmış, özellikle kreş ve okul etrafında, yürüme mesafesine göre tanımlanan komşuluk birimleri esas alınmıştır. Projenin 1/1000 vaziyet planı üzerindeki küçük perspektif vinyetler - çay bahçesi, piknik alanı, kaydıraklarına kadar çizilmiş çocuk oyun alanı vs. - bize planlama ile insan ölçeğinin aynlmaz beraberliğini, vaziyet planı üzerinden aslında bir toplumsal hayat kurgulandığını gösterir (Görsel 1).

Kent tasarımının üç ana öğesini, konutlar, “insanları bir araya getirici” aks {‘Mail’ya da ODTÜ kampüsünda olduğu gibi ‘Aile*) ve ticaretin aktive ettiği “kent omurgası” olarak tanımlayan Behruz Bey’in çizime kendi el yazısıyla ekledikleri ilginçtir: Konutlar “geleneğe bağlı fakat çağdaş bir örgü” olarak; kent omurgası ise “yayalar aksı, halk yolu ve arkadaşlık” sözcükleriyle açıklanmış, mail ile omurganın kesiştiği düğüm noktasına ise kütüphane, meydan, saat kulesi, çok amaçlı salon gibi mekânlardan oluşan kamusal alanlar yerleştirilmiştir {Görsel 2). Çinici vaziyet planlarının neredeyse değişmez öğesi hiç şüphesiz bu akslar ya da ‘omurgalar’dır. Otomobil odaklı modernist ürbanizme karşı, sosyalleşmelerin, insan ilişkilerinin ve günlük karşılaşmaların yaşanacağı yerlerdir bu yaya aksları.

Burada dikkat çekici ayrıntılardan birisi, aksların odak noktalarındaki aktivitelerin çoğunlukla Antik çağa ait referanslarla tanımlanmasıdır: Forum, Agora, Odeon gibi — ki bunlara, yerine göre, Çarşı, Meydan, Hamam gibi Anadolu Selçuklu ve Osmanlı referansları da eklenir. Bir anlamda, Anadolu kentselliğinin ya da kendiliğinin tanımı bu tarih-aşın {tratıs-historical) ya da zaman-ötesi (timeless) arketiplerle yapılır; daha da önemlisi bu arketipler, modern zamanlar için de en denenmiş, en yaşanmış, en anlamlı kent tasarlama araçları olarak modern planlama pratiklerine eklemlenir.

Çinici Mimarlık’ı, İkinci Dünya Savaşı sonrasının revizyonist modernizmi bağlamında anlamlı kılan ikinci konu da, vaziyet planlarında yine net olarak okunan parçalı morfolojilerdir. Bilindiği gibi bu döneme damgasını vuran eleştirel mimarlık kuramlarında, Le Corbusier’nin yeşil parklar içindeki prizmatik yüksek blokları ya da Türkiye’de Şevki Vanlı’nın “Hiltonizm” olarak eleştirdiği “kibrit kutulan” yerine daha organik morfolojiler, parçalı bloklardan oluşan planlar, kümeler {cluster), avlular {patio), hasır dokular {mat buiMings), teras ve sıra ev tipolojilerinde ifade bulan “alçak kat/yüksek yoğunluk” {low rise/high density) arayışları — ve bütün bunlara ilham kaynağı olarak, geleneksel kent dokularına ve verneküler örneklere yönelen yeni bir ilgi vardır. Dahası, Behruz Bey gibi modernist mimarlar için vernekülerden alınacak ders, ona nostaljik bir geleneksellik perspektifinden bakmak değil, onu, modernizmin çıkış noktasını oluşturan rasyonalitenin - yani, seri halinde konut üretimi fikrinin - endüstrileşme öncesi tezahürü olarak okumak, modüler ve tekrarlanan geleneksel formların arkasında yatan prefabrikasyon mantığım görmektir.

Amaçlarının yöresel değerler ile çağdaş teknolojileri uzlaştırmak olduğunu her firsatta tekrarlayan Çinicilerin de, yerinde birleştirilen pre-cast beton elemanlar ve prefabrikasyon teknikleriyle verneküler morfolojileri birleştirmek suretiyle, kanonik modernizmi hem eleştirip hem de onun temel rasyonel üretim prensiplerine bağlı kaldıklarını Burhaniye AR-TUR Tatil Köyü projesi çok güzel gösterir {Görsel 3). Süreklilik içinde parçalı makroform ve seri üretim prensiplerinin topoğrafyadaki tezahürü ise Çinici Mimarlığın, ilk bakışta hemen tanınan ve farklı projelerde benzer biçimde tekrarlanan bir vaziyet planı şemasıdır: V-harfi şeklinde teraslanmış sıra evlerden oluşan kümeler topoğrafyaya yayılarak otururlar {Görsel 4). Bu alçak kat/yüksek yoğunluk tipolojilerinin, 1950’lerden beri hızlı büyümenin baskısı altında kimliksizleşen pek çok kentimiz için blok apartmanlardan çok daha estetik ve duyarlı bir çözüm olabilecekken, sadece tatil köyleriyle sınırlı kalmış ve kentlerde uygulanmamış olması da modern planlama tarihimiz açısından bir talihsizliktir.

Çinici Mimarlık’ı içinde yorumladığımız İkinci Dünya Savaşı sonrasının revizyonist modernizm tartışmalarında en önemli kırılma hattı ise insan odaklı mimarlık ile toplum mühendisliği arasındaki ince çizgidir. Modernist işlevsel şehri eleştirerek insan birlikteliklerini, sosyal ve kültürel faktörleri tasarıma katmak üzere yola çıkan pek çok revizyonist projenin aynı zamanda birer toplum mühendisliği projesi olduğu yadsınamaz. Nitekim, bunlara tepki gecikmemiş, modernist meslek ideolojisini sorgulayan - mimar ya da plancının bütün yaşamı tasarlayıcı ve regüle edici rolünü eleştiren — en önemli söylemler de 1960’larda ortaya çıkmıştır. Daha 1961’de modernist kent plancılarını kıyasıya eleştiren Jane Jacobs’u başkaları izlemiş, en ince ayrıntısına kadar tümüyle tasarlanmış şehirler ve Le Gorbusier’nin Ville Radieuse’ü gibi teknokratik ütopyalar yerine, bitmemişlik, ucu açıklık, dönüşebihrlik (adaptability), belirsizlik (indeterminacy), esneklik {flexibility), kullanıcıların tasarım sürecine katılımı {participatory design) ve enformel süreçler (gecekondu gibi) mimarların gündemine girmiştir. însan-odaklı mimarlık yapmak için belki biraz daha “az mimarlık yapmak”, mimarın tasarladığı çevrelerin sonradan dönüşümlere uğrayacağım baştan varsaymak gerekecektir.

Türkiye’de de mimarlık mesleğinin süratle politize olduğu, mimarlığın ve yapılı çevrenin içinde üretildiği sosyal, ekonomik ve politik süreçler ve kapitalist ilişkiler değişmeden gerçekten insan- odaklı mimarlık yapılamayacağı düşüncesinin Mimarlar Odası’nca benimsendiği bu yıllarda, Çinici Mimarlık’ın durduğu yer ilginçtir. Mimarlık ve planlamanın toplumsal meselelerden ayrılamayacağına onlar da inanırlar; fakat mesleğin teknokratik otoritesinden, mimarlık ve planlamanın toplumu dönüştürücü potansiyeline olan inançtan ve mücadelenin politik örgütlenme ile değil de tasarım aracılığıyla yapılması düşüncesinden vazgeçmezler. Behruz Bey için toplum mühendisliği hiç gocunmadan üstlenilmiş yüce bir misyon, Türkiye’nin yaşadığı toplumsal, kültürel ve demografik değişimleri iyi yönetebilmek için bir gerekliliktir. Dahası çevresel ve toplumsal sorunlar “ancak devlet otoritesi ile çözümlenebilir”. Birkaç yazısında altım çizdiği gibi, kökeni antik Grek’e dayanan ‘polis’ kavramı, devletin ve kentin birlikteliği demektir. Bunun laboratuvarı olarak gördüğü ve “ütopya” ya da “mucize” gibi sözcüklerle tanımladığı Çorum Binevler projesi, (erken Cumhuriyetin modernite projesini çağrıştıran bir deyişle) “yeni Anadolu insanını yaratmayı” amaçlar. Sadece meydanları, omurgaları, konut bölgelerini tasarlamak değil, planlanan bölgede sermayenin örgütlenmesi, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi, modern tuğla ve porselen fabrikalarının kurulması, eğitim, kültür ve turizm yatırımlarının sağlanması için düşünce üretmek de projenin bir parçasıdır.

Çinici Mimarlık, bu yönüyle, Şehircilik/Planlama disiplini (Urban Planning) ile Kentsel Tasarım (Urban Design) disiplininin ortasında durur. Aralarındaki çekişme bugün bile devam eden bu iki disiplini uzlaştırmak mimarın görevidir. Bir yandan plancı, sosyolog gibi uzman ekiplerle, bilimsel, sosyolojik ve demografik araştırmalarla ve anketlerle çalışarak teknokratik rasyonaliteyi ve modernist uzmanlık (expertise) söylemini yeniden üretirler. Öte yandan, kendi çalışmalarının ağırlığını oluşturan ve “kent mimarlığının ölçeği” dedikleri semt ölçeğinde (1/1000 ve 1/500) insanların nasıl yaşayacağı, ne gibi aktivitelerle sosyalleşeceği, nasıl “kentli olacakları” mekânların bütün ayrıntısıyla kurgulanır.

Bütün bunların vaziyet planındaki ilginç bir ifadesi, biraz daha geç bir projede, 1987 Taksim Meydanı Yarışması projesinde görülebilir (Görsel 5). Burada, İstanbul gibi bir metropolün en merkezî noktası da, tatil köylerinde ya da toplu konut projelerinde gördüğümüz Çiniciler’e has vaziyet planı araçlarıyla tasarlanmıştır: kültür aksı, kent omurgası, “düğüm noktaları’nda amfitiyatrolar, Cumhuriyet Anıtı’nın altında Ata Müzesi, Selçuklu portallerinden esinlenmiş kent kapılan, kent balkonları ve bunlara ek olarak 1940’larda yıkılan Topçu Kışlası’nın olmayan kapısı yerine yerleştirilmiştir. Bu çizimde ayrıca, kapı ve balkon gibi konuta dair elemanların kent ölçeğine projeksiyonu da ilginçtir: “ev küçük bir şehirdir, şehir de büyük bir ev” diyen bir başka Team 10 üyesini, Aldo Van Eyck’ı hatırlatır.

Uğur Tanyeli, Çinici mimarlığında bir “fazlalık”tan söz edip “Çinici’nin her yapısı biraz sadeleşmeyi bekler” der. Taksim Meydanı projesi, Behruz Bey’in bu fazla-tasarlama (over-design) eğilimini çok iyi yansıtır: mimar her santimetrekareyi en ince ayrıntısına kadar tasarlamış, insanların kent mekânındaki davranış biçimlerini belirleyecek kentsel mobilyayı (çeşme, kuşluk, çardak, şadırvan, arkadlı yol vb.) büyük bir titizlikle yerleştirmiş, vaziyet planıyla adeta bir çeşit kendilik koreografisi yaratmıştır. 1960’lann belirsizlik, esneklik, enformelik, bitmemiştik söylemlerinin aksine, Çinici mimarlığında daha az tasarlamak, tasarlanan çevrelerin hiç düşünülmemiş çok farklı şekillerde kullanılabileceğini ya da kullanıcı veya yöneticiler tarafından değiştirileceğini peşinen kabullenmek durumu pek yoktur. Vaziyet planı bir kentseltik/kentlilik yaratma aracıdır, ama bu mekânları kullanacağı varsayılan kenttiler nezih, kültürlü ve eğitimlidirler; mimarın vaziyet planında kodladığı tarihsel referansları (odeonları, agoraları, arastaları, taç kapılan) okuyabilecek, anlamlandırabilecek ve takdir edebilecek kültürel birikime sahiptirler. Bu varsayımın 1950’ler sonrası Türkiye’sinin toplumsal gerçeklikleriyle ve hızlı kentleşme pratikleriyle pek de örtüşmediğini Behruz Bey de yıllar ilerledikçe görmüş olmalıdır.

Tarihe ve geleneksele yaptıkları atıflarla ‘post-modern’, planlama disiplinine ve toplum mühendisliğine olan inançları ile de ‘tavizsiz modern’ olarak okuduğum Çinicilerin bu ikircikli (ambivalmt) konumunun değeri, son yılların gelişmeleri göz önüne alındığında daha da belirgindir. Sadece Çorum Binevler projesinin toplumcu ve hümanist yaklaşımı ile bugünkü TOKİ konut projelerini karşılaştırmak, ya da, meselâ Taksim Meydanı projesindeki soyut kent kapısı çağrışımları ile Ankara’nın son derece somut, ‘pastiş’ kent kapılan arasındaki zihniyet, bilgi ve görgü farkını düşünmek bile yeterince açıklayıcı olacaktır.

Yakınlarda yazdığı bir yazıda Behruz Bey, “Yapılı çevrenin kalitesi, içinde yaşayanlara, kentliye ve onun ilgisine bağlıdır...” demiş, “sevgi ve saygınlık artık yok” diye hayıflanmıştır. Ben de vaziyet planlan üzerinden pek çok şey düşünmemi sağlayan bu yazıyı, zamansız kaybettiğimiz bu hümanist İstanbul beyefendisini saygıyla anarak bitirmek isterim.