Bir gece ansızın uyandım. Kendime düşünme fırsatı bile vermeden giyinip sokağa attım kendimi. Hava biraz soğuk gibiydi. Yürümeye başladım. Ne yalan söyleyeyim, bu hoşuma gitti. Geride bıraktığım hiçbir şey yokmuş gibi yürüyordum, o yarı aydınlık ucu bucağı görünmeyen sokaklarda.
Gökyüzünü kendime öylesine yakın hissediyordum ki dokunsam parmaklarımda gezeceği hissi içimde oluşuyordu. Yürüdükçe gökyüzündeki rengin tonunda gerçekleşen değişimi hissedebiliyordum. Önce koyu griydi, martıların rengini hatırlatan grimsi bir hava vardı ki bu yürüyüşün bazı şeyleri unutabilmem için güzel bir başlangıç olabileceği düşüncesi her dakika içimde bir dem daha artıyordu. Yoksa geçmiş diye bir şey yok, o içimde hiçbir zaman olmamış, ben mi uyduruyordum onu? Bildiğim tek şey vardı: Varsa da yoksa da kendimi ona yakın hissetmemdi. Sanki çok uzun yıllar onunla birlikte yaşamış, birlikte düşler görmüştüm. Hayatımı o düşün renkleriyle boyayıp kendime farklı bir dünya tasarlamıştım, eksik olarak gördüğüm ya da zanları da içinde barındıran her şeyi bu düşün dışında tutarak.
Kendimi iyi hissetmiyorum. Bu sorunu derinlerde, öncelerde aramaya çalışıyorum bir şekilde. Geriye dönüş toprağında kalan gizli, değerli bir parçayı aramak kadar zor ve yorucu bir iş aslında. Bazen yanlış yer kazılır, rahatsız edilmemesi gereken başka anılar ortaya çıkar. Bu da başka bir sorun oluşturur benim için. Tekrar tekrar kazmak gerekir ki doğru şey bulunabilsin. İşte buydu tüm yaptığım, eskiye gidip kendimi bulma çabası. Çünkü şimdiki bende ben kalmadığını fark ettikten sonra yaşadım geçmişe dönük hikâyemi. Onun olmadığı zamanlara doğru ilerledim, ilerleyebildiğim kadar. O zaman belki bulabilirdim kendimi, bilincimi, kendime ait olan her şeyi.
Bir bedel ödediğimin çoktandır farkındayım -belki de daha fazlası-. Geçmiş hayatımdaki insana verdiğim acıların aynısını şimdi ben çekiyorum. Yaptıklarım ve yapacaklarıma karşılık bir bedel bu, şimdi de ruhu beni bırakmıyor, köşe bucak kaçıyorum ondan. O yüzyıllarca vermiş olduğum acının bedelini ödemekten kaçıyorum, kaçarken de aklımda hep aynı şey, nasıl kurtulacağımın yollarını arıyorum.
Bu köşeye sıkışmışlık hissinden nasıl olur da kaçabilir, bu labirentten nasıl çıkabilirim? O benim için duygu gemime aldığım fazla yük gibiydi bu saatten sonra. Tutkuyla bağlı olduğum o insana tüm bunları anlatamam, bir imgeden ibaret artık. Belki de bu yüzyıl içinde geçmişi aramam gerekiyor. Fakat her şeyden önce uyumalıyım. Uyumak, olanları bir kez daha düşünmek için verilen bir fırsat gibi, yola çıkmadan önce yapılan son hazırlık gibi. Bunların ötesinde uyumak, aşklardan, sevinçlerden, belki de tüm yaşananlardan daha güzel... Cezbedici bir özelliği var.
Sabahın 5:30'unda uyandım. Gün yeni yeni ağarmaya başlıyor, havadaki sis yavaş yavaş dağılıyor ama yağmur çiseleyerek yağmaya devam ediyordu. Bunun bir rüya olduğunu düşünüyorum çünkü uyanmadan önce bir sürü rüyanın içinde farklı yerlerde farklı şeyler yapmakla meşguldüm. Ayrıca bu saatte uyanmak zor, hem de kendi kendime. Kısa bir süre sonra fark ediyorum ki aklımda olan ne varsa sanki uyandığımı fark edip tekrar geliyorlar. Saatlerce yatakta bunu düşündüm ancak üzerime çöken bu düşünce yığını kalkıp bir şeyler yapmam için beni engelliyordu. Bunu dağıtmanın tek bir yolu vardı ki geçmişe ait o şeyi bulup oradan çıkarmak.
Ve saatler sonra kütüphanenin yolunu tutarak -çünkü bana yol gösterecek kaynaklar sadece orada- o zamana ait hatırlayıp bilmem gereken ne varsa onları bulmak için gerekli şeyleri ve anıları arıyorum. Kitaplar içinden o döneme ait bulduğum ne hatıra varsa hepsini çıkarıyorum. Hayal gördüğümü sandığım o anlardaki görüntülerden kendime bir yol belirlemeye çalışıyorum. Artık o döneme ait yanımda yol gösterici birçok kitap var. Sayfaları aralarken içindeki küçük notları da göz önüne alıyorum. Bildiğimi sandığım aslında bilmediğim, gözden kaçırdığım küçük ipuçlarıyla dolu kitaplar. Onca zamandır aradığım ve bilmek istediğim şeylerin birçoğunu küçük notlar tamamlıyordu; telefon numaraları, adresler, sokak isimleri, tebessümler, kaçamak bakışlar, tende kalan izler, şarkının nakaratında düşünülmeyi bekleyen cümleler, sokak lambalarının kaldırımlara yazdığı okunması zor yazılar...
Kitabı karıştırdıkça olaylar daha da gerçekçi bir hal alıyordu, sayfaların içinde gezinen insanların bana bir şeyler fısıldaması beni biraz daha rahatlatıyordu -belki bana yol gösterebilirler-. Okudukça beliriyordu çağrışımlar gerçekçi bir hal alıyordu.
Kitaba biraz daha yaklaşıp baktığım zaman oradaki birisi beni o ana çağırıyordu, yüzünü tam seçemiyorum ama bana sürekli doğru sayfayı açtığımı ve aradığım şeylerin orada olduğunu ısrarla söylüyordu. Kimdi bu acaba ve nereden biliyordu ne aradığımı ki beni o ana çağırıyordu? Bildiği önemli bir şeyler vardı, belki de onca zamandır aradığım şeyi şimdi bulacaktım. Fakat korkuyordum, bir kitabın içine girme fikri bana hem korkutucu hem de heyecan verici geliyordu. Girmeliydim.
Yaz tazeliğini koruyordu. Her şey yaşadığım şekildeydi. O kuşlar o zaman da uçuyordu, o bulut yine oradaydı, toprak hala çimen kokuyordu, şimdiki gibi. Filmlerde olduğu gibi siyah beyaz soluk bir manzarayla karşılaşacağımı zannettim ama öyle olmadı. Her şeyi eskisi gibi görmek içimdeki korkuyu biraz olsun azaltmıştı. O yabancının kim olduğunu hala bilmiyordum. Görebileceğim bir mesafede fakat uzaktaydı. Bir anda yanımda beliriverdi. işte bu korkutucuydu, gerçekte böyle olmuyordu çünkü. Kendimce kitaptaki ya da geçmişte kalan şeylerin şimdiki gibi olduğunu düşünmeye başladığım anda tabularım yıkılmıştı. Ona bunun nasıl mümkün olduğunu sordum, aslında cevabı basitti: Bunun
kitap içinde sıkışmış bir andan ibaret olduğu için bu şekilde başka şeylerin de olacağını söyledi, tıpkı hayallerde ya da rüyalarda olduğu gibi. Bu konuda ona hak verdim, belki de burada her ne kadar kendimi gerçek gibi hissetsem de belki de ben de burada bir hayaldim, geçmiştim ya da onun gibi bir şey. Bunu düşünmek için vaktim olacaktı, olanları olacakları görerek buna karar verecektim. Daha önemli bir şey vardı, beni neden buraya çağırdı ona sormak. Fakat daha bunu sormadan "gidelim" dedi, sanki ne soracağımı anlamış gibi. Buna şaşırmadım, olanlara giderek alışıyordum.
Oradan ayrıldık, neresi olduğunu tam olarak bilmediğim ya da hatırlayamadığım. Bir anda nehrin kenarında kurulu iskeleye gittik o yabancının yanıma geldiği gibi, bir anda. Nehre en yakın masanın renkli sandalyelerine oturduk balıkları görebiliyor, uzaktan gelen denizin sesini sessizlikte rahatça duyabiliyordum. Bu işin eğlenceli olacağını düşünmeye başladım fakat bu uzun sürmedi. Çünkü zaman geçtikçe o yabancının kim olduğunu hatırlamaya başladım. Bu uzun zamandır kaçtığım o kişinin ta kendisiydi! Ben ondan kaçtım hem de aylarca. Aklıma geldiğinde aklımdan kaçtım, duygulardan kaçtım, başka yerlere, başka sokaklara, başka yerlere... Onca zamandır kaçarak kendisini unutmaya çalıştığım kişi tam da karşımda oturmuş bana bakıyordu. Neden diye başlayan sorumu soramadan anlatmaya başladı. Huşu içinde ona bakıyor, ne anlatacağını merakla bekliyordum. Tozlu masaya bir şeyler çizmeye başladı. Ne yaptığını anlamadım ilk başta, ondan tüm bu olanların bir açıklamasını beklerken o masaya bir şeyler çizmeye devam ediyordu. Çizmeye devam ettikçe daha anlaşılabilir bir şekil ortaya çıkıyordu. Yanımızdan akıp giden nehri, hemen arkamızda kalan tahtadan yapılmış küçük kulübeyi, oturduğumuz sandalyeleri, nehrin diğer tarafında bulunan kavak ağaçlarını ve beni çizdi. Kendisi hariç etrafımda gördüğüm her şeyin aynısı masanın üzerinde ufak çizgilerle betimlenmişti. Ve bir anda masaya üfleyerek çizdiği her şeyi bir anda toz bulutu halinde gözümün önüne geldi. O tozdan parçalar tıpkı bu sayfalarda olduğu gibi hareket etmeye başladı. Geçmişteki o günü yani içinde bulunduğum bu anı canlandırmaya başladı -duymaya başladığım müzik, o gün de bu çalıyordu-. Sadece izliyordum, her şey geçmişte olduğu gibiydi. Hatırlayamadıklarımı da gördüm, gözden kaçan ya da umursamadığım küçük ayrıntılar. O günü sonuna kadar izledim toz bulutunun içinde.
Yavaş yavaş dağılıyordu toz bulutu. Ne olduğunu sordum, eliyle yukarıyı gösterdi. Yağmur çiseliyordu. Evet, o gün de böyle olmuştu. Güneşli bir günden sonra ansızın yağmaya başlayan yağmur. Dudaklarıma ve saçlarıma düşen yağmuru hissedebiliyordum. Çok gerçekçiydi, en az benim kadar.
Sanki daha öncesinde beraber birçok defa bir şeyler yapmış olmanın verdiği rahatlıkla benimle konuşuyordu. Tüm bu olanların nedenini sorgularken, bu sırada ne düşündüğümü soruyor, şarkıda "Artık beni duymadığını bilmiyorum" diyor, yağmur hala çiseliyordu. Bir damla düştü.
Kendime ait bir ipucu, yakınlarda bulabileceğim ufak bir belirti. Benimle bu kadar rahat konuşması bende şüphe uyandırıyordu aslında, içimde ona ait taşıdığım heyecanı ona bakınca göremiyordum. Az odaklanmalıydım olanlara, bana hiç tahmin edemeyeceğim hiçbir zaman da önemsemediğim toz bulutlarından bu günü tekrar göstermişti. O gün masanın bu tozundan şikâyetçiydim ama yolumu bulabilmem için bana bir gösterge oldu sonradan.
Aradığım çözümü onu tekrar gördüğümde bulacağımı sanırdım. Fakat tekrar karşımda olmasına rağmen çözüm giderek daha da karmaşık bir hal alıyordu. Onu tekrar görmenin böylesine bir bedelinin olacağını hiç düşünemezdim. Belki de benden böyle bir şey söyleyeceğimi beklemiyordu. Gittikçe karmaşık bir hale gelen bu andan kurtulmak istiyordum. Çözümüm sandığım şeyi terk etmek, bulduğumu zannederken daha da uzaklaştığımı anladım. Biraz şaşırmış, biraz da endişeliydi, belki de istemiyordu gitmemi. Ama daha kaç yüzyıl bir kitabın bir kaç sayfasında yaşamaya devam edebilirdim ki? O anı her yazdığımda, her hayal ettiğimde zaten ben oradaydım. Ama tek farkı o yoktu. Bunu anladı, cevabı basitti: "Yazmak" dedi. Gördüklerimi, hayal ettiklerimi, o anda düşündüklerimi ve o ana ait ne varsa tozlu masanın üzerine hızlı hızlı yazdım. Ona güvenmek zorundaydım, başka seçeneğim yoktu. Belki bu yaptığım beni başka bir kitabın başka bir anına götürecekti. Sadece yazıyordum, hatırladıklarımı ve toz bulutunda oluşan hatırlayamadığım ayrıntıları bile.
Sanırım yine haklıydı. Yavaş yavaş yazmaya devam ettikçe çevremde gördüğüm ne varsa giderek bulanık bir hal alıyordu. Yağmur damlasının değdiği yer eriyordu adeta. Yazımı bitirmeye yakın masa da çoktan kaybolmaya başlamıştı bile. Umursamıyor, yazmaya devam ediyordum. Yavaş yavaş o da silinmeye başladı. Onu yazarken en sona bıraktım, ama çoktan silinmeye başlamıştı bile. Rüzgâr uzun saçlarının yüzünün kapanmasına neden oluyordu. Bir ara duraksadım, son kez ona baktım. Bir silüet halindeydi. Saçlarına uzattım elini, saçının uç kısmı boyalı o uzun saçlarına. "Devam et!" dedi. Huşu dolu gözlerle son kez ona baktıktan sonra devam ettim yazmaya. Artık o yoktu, düşen yağmur damlalarını bile göremez oldum. Sadece yağmurun sesi kaldı geride.
Kitapların içinde birçok âlem vardır derlerdi de inanmazdım içine girmeden önce. Şimdi odamda oturmuş kendimi bunları önümdeki deftere yazarken bulduğumda buna şaşırmadım o kitabın içinde tüm bu olanlardan sonra. Haklıydı, artık kitabın içinde değil, odamda masanın başında bunları yazıyorum. Yağmur yağmaya devam ediyor. Belki ben oradayken yağmaya başladı belki de oradan bana kalan tek hatıra. O haklı çıktı. Belki o hala kitabın içinde aynı yerde duruyor, bundan emin değilim. Yağmuru da serbest bıraktım, artık istediği kadar yağsın.