Proust, Yitik Zamanın Ardında koşuyordu. Bu bir bellek sorunuydu. İstençsiz belleği söz konusu ediyor ve yaşıyordu. Küçük bir kurabiyeyi çayına batırıp ağzına götürüyor ve ansızın zamanları ve mekânları aştığı bir yolculuğa çıkıyordu.
20. yüzyılın başıydı. Aynı tarihlerde Bergson sonradan neredeyse romantik bir anlam da kazanacak ve başlı başına bir sözcüğe dönüşecek duree/zaman kavramını geliştiriyor, yeniden biçimlendiriyor, yeniden anlamlandırıyordu. Zaman, Proust için de Bergson için de kişi bakımından anlamlı, özgül boyutlar, içerikler ve kapsamlar taşıyan izlenimlerin topluluğuydu, bir araya gelmesiydi, birikmesiydi. Bu değerlendirme zamanın nesnel, ölçülebilir, ilerlemeci gerçeğinden önemliydi. İnsan nesnel zamanı da elbette yaşar/dı ama esas olan zaman içindeki kendi, kişisel, özgül, biricik serüveniydi: öznel zaman. Geçmiş bu nedenle gelecekteki zamandan daha öncelikli ve önemliydi.
Gelecekte anı yoktur. Oysa geçmiş anılarla yüklüdür.
Böylesi bir zamanın ne kadar romantik olduğunu ayrıca söylemeye gerek yok. Hatıralar bazen "lavanta kokan kederler"dir. Çoğu zaman gerçek değildirler. Birer olgudurlar. Anıları kendimiz yeniden biçimlendiririz zihnimizde, yeniden kurarız. Zamanla ilgilidirler ama zamana direnmenin bir aracıdırlar. Hayatın içinde cereyan eden inançsızlığa hatta hayatın inanılmayan edimlerine, oluşumlarına direnmenin yoludurlar. Hiçbir şey değilse de bugünkü zamanı tartmanın mukayese zeminidirler.
Ne var ki, zaman kendisiyle kayıtlı değildir. Zaman ancak nesneyle bütünleşirse bize tanıdık gelebilir. Geçmişin nesneleri olmasa geçmiş inanılacak bir olguya dönüşmez. Boşluğunu yokluk olarak kaydeder. Bilinç son kertede nesnelerden ve nesnelerle oluşur. Dilin nesnelerle kurduğu tekabüliyeti biliyoruz. Nesnelere referans olmasaydı dil olmayacaktı. Dilin olmadığı bir ortamda ise hiçbir şey olmayacaktı. Öyleyse: insanı var eden nesnelerdir. Nesneler dili var ediyorsa dil de belleği oluşturuyor.
Sıtkı Kösemen belleği görüntülüyor. Geçmişin dağınık, dağılmış, yitmeye yüz tutmuş nesnelerini, mekânlarını fotoğraflıyor. Bunlar kayıp bir zamana tekabül ediyor. Ama, Kösemen, Proust ve Bergson'dan daha farklı bir yere konumlandırıyor kendisini. Geçmişi bir "tanımlı zaman" olarak, kendisine özgü ve ait çağrışımlarla an/ımsa/mıyor. Belki de hiç anımsamıyor. Kendisine ait bir geçmişin, kişiselleştirilmiş bir belleğin ardında değil. Yitik nesneleri kovalıyor. Onları "gösterirse" herkesin, onlardan hareketle, herkesin kendi (öznel) belleğini kuracağını, kendi geçmişini oluşturacağını, kendi tarihini yazacağını varsayıyor. Çünkü bir tek geçmiş yoktur. Bir tek bellek yoktur. Herkesin aynı kesitte yaşanmış ama farklı mayalanmış farklı geçmişleri vardır. Farklı bellekler vardır.
Bu bellek hegemoniktir. Bizi teslim alır.
Kösemen, daima "hegemonik" olan "o" belleğin karşısında "demokratik bellek" diyebileceğimiz bir kesit oluşturuyor. Önemi şurada: yeniden inşa edilen geçmiş, tahayyül edilen ve gerçeğe dönüştürülen geçmiş kendisine de yüktür. Tıpkı bütün mitolojilerin ve mitik olguların kendilerine yük olması gibi. Faulkner "geçmiş asla ölmez. Ölü geçmiş yoktur. Hatta geçmiş geçmemiştir bile" diyordu.
Kösemen, geçmişin, Faulkner'ın tersine, geçmiş halini işaret etmekle yetiniyor. Bu görüntülerde nostaljinin "olmaması", bu görüntülerin diyakronik dursalar da senkronik olmasının nedeni budur. Böylece Bergsoncu ve Proustçu zaman tamamlanıyor. Çünkü, o belleğin soyutluğuna karşı Kösemen somut bir bellek inşa ediyor. O düzlemde nesne bellekten hareketle kuruluyordu. Şimdi nesneden hareketle kurulan bir bellek söz konusu.
Kösemen geçmişi geçmişten kurtarıyor. Özgürlük geçmişten kurtulduğumuz an başlayan geçmiştir!