Hiç şüphe yok ki üniversite, uygarlığın damıtılmış en güzel özü. İnsanlık kendini aşmak üzere ne kadar fikir, düşünce, enerji koydu ise, o gelmiş üniversite formunun içinde billurlaşmış. O bakımdan herhalde üniversite, insanlığın güzel bir yaratısı, ona kuşku yok. Ama başka kuşkular var...
Üniversite hocası iki şeyi aynı anda bünyesinde barındırıyor. Bir kere mesleği dolayısıyla çok yenilikçi. Çünkü araştırma dediğiniz, her gün bir ezber bozmayı gerektiriyor. Her yeni araştırma o konudaki belirlenmiş şeylerin kırılması, yenisinin gelmesi demek. Dolayısıyla ezber bozmak üniversite öğretim üyesinin, daha doğrusu araştırmacının gündelik işi.
O bakımdan müthiş yeniliğe açık bir yaratık, ama yaşam tarzı ve mensup olduğu gelir katmam dolayısıyla da fena halde tutucu. O bakımdan tutuculukla yeniciliğin harmanlandığı az örneği görülür ‘bir yaratık’ üniversite hocası. Bunu en iyi rektörler bilir.
TOPLUMLAR GELECEKLERİNİ EMANET EDİYORLAR
Mesela tutuculuk denince ben ne anlıyorum? Kurumsal tutuculuk. Yani memleketin diğer alanlarındaki değişikliklerine dokunmamak çünkü bu daha akıllıca. Diğeri Prof. Dr. Tosun Terzioğlu’nun da dediği gibi, insanlar bizlere çocuklarım emanet ediyor. Tabii çocuklarını emanet ederken, aslında toplumlar bize geleceklerini emanet ediyor.
Şimdi geleceği emanet, iki kat sorumluluğu içeriyor. Lâkin gidişat ve üniversitelerden beklenenlere baktığımızda, gelen talepler toplumun kendini ayağından vurması doğrultusundaymış gibi gözüküyor. Bu kadar abartılı bir şekilde ifade edilmesi hoş olmayabilir ama izin verin, ben “üniversite bitti” diyeyim. “Evet, üniversite bitti!”
Peki, üniversite bitti, biz ne olacağız, işsiz mi kalacağız hep birlikte? Hayır, elbette kalmayacağız. Bitmeyen bitmeyecek olan bir şey var; toplumların yeni bilgiye olan ihtiyacı. Üretilmiş bilgilerin paylaşılmasına ihtiyaç var. Üniversite bu işi bin yıl boyunca mükemmel götürmüş bir formdan, bir pratikten ibaret.
DİLERİM, ÜNİVERSİTELER İSVİÇRE ÇAKISI OLABİLİR
Bakın benim gözümde bunu anlatmak için en iyi örnek İsviçre çakılan. Bilmiyorum, yeni İsviçre çakılarım gördünüz mü? Kartvizit boyutunda. Bildiğimiz çakının ne kadar fonksiyonu varsa, hepsi o, ince iki kartvizit kalınlığında. Bıçak var, kalem var, makas var, büyüteç var, Flash driver var, ışık var vesaire.
Bu artık bir çakı değil, ama eskisi ne görev üstleniyor idi ise işlev olarak onların çok önemli bir kısmım üstleniyor. Dilerim, üniversite de bu işi başarabilir ve İsviçre çakısı gibi olabilir. Yani çakı nasıl yavaş yavaş kullanımda erozyona uğradıysa, üniversite de girdiği bu erozyon sürecini başarıyla tamamlar.
Ama üniversite, biraz önce söylediğim yenilikçiliğe sahip tutkuyu da, bu yeni formu da kendisi çıkaracak. Üniversite, kendi içinde üretmezse toplum üretecektir. Çünkü toplumun bu bilgiye ve bilginin paylaşımına ihtiyacı var.
Düşünüyorum, hakikaten başımıza gelen yeni durumun öyküsü neredeyse 1960’lara kadar falan götürülebilir. Mesela benim annemlerin zamanında, “ben şu fakülteye gireceğim” dermişsiniz, “buyurun” derlermiş. Yani bu kadar basitmiş. Şimdi öyle değil.
BİR YATKINLIK İNSANI OLUYORLAR
Eğitimleri birkaç bölüme ayırmak lazım. Örneğin mimarlık, hukuk,mühendislik gibi bazı disiplinler var ki bunlar birer meslek. Buzaten böyle olduğu için bunların odaları var. Ancak bunun dışındakalanlar meslek değil. Felsefe bölümünden mezun olan filozofolmadığı gibi, edebiyat bölümünden mezun olan da edebiyatçıolmuyor. Aynı şekilde tarih bölümünden mezun olan da tarihçi.
Peki ne oluyor? O alanlarda başkalarına kıyasla daha çabuk sonuçalacak olan, önemli bir donanımla çıkmış ‘bir yatkınlık insanı’oluyor.
Üniversiteler toplumla iç içe olmak zorunda. Topluma hizmet diyeadlandırılan bazı sosyal meselelerin çözümünde yol göstermeninyanı sıra, üniversiteler piyasanın ihtiyaçlarına da bence kayıtsızkalmamak zorunda.
Lâkin orada ince bir denge var. Piyasaya açılan üniversiteninpiyasayı ikna edebilmesi lazım. Piyasanın da, o kendi kısa pazarında,o kendi kısa vadeli, kısa erimli bakışının ötesinde bir şeylerolabileceğine ve bunun üniversite tarafından gelebileceğine dairbir inancı olması lazım.
O yıllardan sonra müthiş bir nüfus patlaması oldu ve kitle üniversitesi denilen şey ortaya çıktı. Bu 7O’lerle birlikte aldı başını gitti. Bunun da getirdiği iki üç sonuç var. Bunlardan ilki, kamu imkanlarının, bu kadar hızla büyüyen talebi yanıtlamayı üstlenememesi.
Bu da para yetmediği için piyasaya ayak uydurmayı gerektirdi. Piyasaya ayak uydurmanın bir sonucu olarak da bana sorarsanız, üniversiteyi üç yıla indirme meselesi gündeme geldi. Avrupa’da, asıl tavsiye edilen, yani dört-beş yıllık üniversite eğitimi bırakılıp üç yıllık bir eğitim oturtulmak isteniyor.
DÖNÜŞÜM; EĞİTİM GELİRLERİNİN YÜKSELMESİNDEN
Master’ı iki, doktorayı da üç yıla çıkarmak öngörülüyor. Üniversite eğitiminin üç yıla indirilmesinin gerisinde, aslında bir dönüşüm de var. O da refah devleti ile birlikte, özellikle Avrupa’daki geniş kitlelerin eğitim gelirlerinin yükselmesi.
Sanayinin ihtiyacı olan el emeğinin yani asgari eğitim düzeyinin de artık lise değil, üniversite olmaya başlaması. Çalıştıracağı herkes mühendis olmayacak belki ama, diğerleri de bildiğimiz işçi olmayacak. O kişi üniversite mezunu ya da lise mezunu olacak, bilgisayar işlerinden anlayacak vesaire. Ondan sonra master bunun üstüne gelecek.