Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölümü derslerinden NM305 Multimedia Newsroom’un “Newsroqm On Ait” programının ilk konuğu Kadir Has Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman oldu. Köşe yazarlığı, sanat eleştirmenliği, akademisyenlik ve küratörlük hayatı hakkında sorulan tüm sorulara içten ve samimi yanıtlar veren Prof. Dr. Kahraman, Türkiye’de sanat sergileri, sanata profesyonel bir yaklaşım olarak küratörlük ve sanatın evrensel etkileşiminin yanı sıra öğrenciler ile hayatı hakkındaki önemli noktaları da paylaştı.
Küratörlüğe nasıl ve ne zaman başladınız?
Sistematik olarak ilk küratörlük meselesi 2006 yılında başladı. O yıl uzun bir aradan sonra Amerika’dan dönmüştüm. Günümüz Sanatçıları Sergisi’ni yapmam istendi. Bu 1980’lerin başından beri devam eden bir seri, onu şimdi Akbank Sanat’ta yapıyoruz. ilk doğrudan doğruya tek kişilik seçiciliğim odur. Şimdi hatırladım, ondan önce de bir sergi -performans sanatçısı olan Khas öğretim üyesi Eser Selen’in- küratörlüğünü yaptım. Ardından Karaköy’de bir handa eskiden bir bankanın kasa dairesi olarak kullandığı bir yer vardı; orayı sanat galerisine çevirdik ve adına Kasa Galeri verdiğimiz mekanda, çizime farklı yaklaşımlar gibi bir takım kategorik sergiler yaptık. Orada yapmış olduğum tek sergi olay oldu. Bu sergiyi, “Çağdaş Sanat 1980-2000” isimli kitabımda yazdım. O tarihlerde müze, orijinal, sergi ve küratörlük kavramları çok tartışılıyordu. Düşünmeyi çok severim; “bir sergi yapayım bu dört meseleyi bir arada ele alayım” dedim. Lascaux mağarasından günümüze kadar bir tür çizim tarihi sergisi yapayım istedim. Kim kimden etkilenmişse öyle bir süreklilik zinciri kurayım istedim. Orijinal kavramını tartışıyoruz ya, dünyada orijinal diye bir şey yok ise ki benim inancım bu yönde. Orijinal var ama her orijinalin bir kökü var. O kökleri gösteren bir sergi olsun. Peki orijinalleri nasıl elde edeceğim? Örneğin Lascaux mağarası- ulaşamam. O vakit şunu düşündüm, “fotokopilerle niçin bir sergi yapılmasın? Renkli fotokopileri duvarlara yapıştırırım.” O zamanlar Türkiye henüz “tek kişilik küratör” kavramını bilmiyordu. Eser Selen sergisi ile birlikte bu kavramı Türkiye’ye getirdim. Çizim, etkilenmeler, orijinal kavramı, tek kişilik kürasyon vesaire konularında o sergi çok tartışma doğurmuştu.
Galeri KHAS’ın ilk sergisi “Yalnız ve Kalabalık’’ın küratörlüğünü üstlendiniz. Sizce yeni medyaya odaklanılan işlerde, serginin teması olan kalabalık ve yalnızlığın iç içe olması mümkün mü?
Hayatta bir ilkem var. O ilke şu -belki başlangıçta ilk eğitimim mühendislik, matematik olmasından kaynaklanan bir unsurdur bu- daima hayatı basitleştir. Ockhamlı William (William of Ockham) diye biri vardır. Ingiltere’de -o zaman 1200’lerde Ingiltere denir mi bilemem- yaşamış bir felsefeci. Ockham’s Razor (Ockham’ın Usturası) diye bir kavram var. Ockham der ki: “Bir meseleyi çözmek için fazlalıkları atıp, bir iki maddeye indirmek lazım. Bir sorun ancak o zaman çözülür.” Bu matematikte de böyledir. Bu matrisler vesaire hep onun içindir. Bu çok karmaşık tabloları basite icra etmek için. Yalnızlık, kalabalık. Bunlar esas itibariyle felsefi kavramlar.
Fakat felsefi kavramlarla, zor problemlerle uğraşmayı severim. Entelektüel alanda yaptıklarımın bir özelliği de odur. Zor problemlerle uğraştım, zor metinler yazdım, zor meselelerin üstüne gittim. Ama oradaki espri şudur: Bu zor meseleyi nasıl basitleştireceğiz? Yalnızlık ve kalabalık zor kavramlar. Her kavramın arkasında artık çok büyük bir geçmiş yükü var; felsefe yükü var, kültür yükü var. Bir felsefi meseleyi de gündelik hayattan çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Bu çağdaş sanatla ilgili bir olgu. Çünkü çağdaş sanatın modern sanattan farkı o. Seküler, ayağı yere basan bir sanat. Modern sanatın farkı ise öbür tarafta; o ise çok transandantal, çok serebral, çok düşünmeyi gerektiren ve sezgileri kullanmayı gerektiren sanat. Bunlar yine çağdaş sanatta var olabilir, itiraz edilemez. Ama çağdaş sanat somut, politik, toplumsal reel sorunlardan kaynaklanan bir sanatsal üretim alanı. Yalnızlık ve kalabalık bugünkü hayatın en önemli realiteleri. Çünkü eskiden beri insanın bir yalnızlık olgusu var. insan yalnız bir yaratık ama yalnız kalamayan bir yaratık. Ve yalnızlığın getirdiği sorunlar var. Yalnız kaldığı zaman insanlar depresif, melankolik olabiliyorlar hatta çıldırabiliyorlar. insan hareket eden ve etrafıyla birlikte yaşayan sosyal bir varlık. Öte yandan insanın vazgeçemediği bir yalnızlığı da var. Çünkü insan dünyaya yalnız geliyor ve dünyadan yalnız gidiyor. insan doğumunu ve ölümünü yaşayamaz. Ölüm insanın en büyük trajedisi. Yeryüzünde bir gün ölebileceğini bilen tek varlığız; ölüm düşüncesi, ölüm korkusu ve öbür dünya var mıdır gibi birçok sorular sorar insan kendine. Toplumsal hayatın getirdiği yalnızlıklar var; onlara “çoğul yalnızlıklar” diyorum. Örneğin; karşısında oturan kişiyle konuşmak yerine akıllı telefonundan başka biriyle mesajlaşması gibi. Bugün kalabalık kavramı da değişmiş durumda; bu nesnel bir kalabalık mı? İstanbul kalabalık bir şehir, numerik olarak evet kalabalık. Kalabalık yalnızlığın bireyliğine karşı ve yakıcılığına karşı gideri olmayan bir kavramdır. insan kalabalıktan kaçınır ama yalnızlığa karşı, yalnızlığın karşıtı gibi o kalabalığı görürüz. Yeni yüzyılın ürettiği yeni medyaların, akıllı telefonların, internet alanının ürettiği en önemli iki çelişki olarak bunu görüyorum. Yalnızlığın ve kalabalığın tarihin çeşitli dönemlerinde ürettiği anlamları daha fazla taşımadığı kanısındayım. Bugün onların yeniliklerini biliyoruz; fakat bu yeniliğin ne olduğunu bilemiyoruz. Büyük çelişkimiz o. Antonio Gramsci’nin “Eski öldü, yeni henüz doğmadı” diye bir sözü vardır. Yeni de doğdu, ama yeninin ürettiği kavramlara henüz yeteri kadar alışamadık. Telefon bulundu 100 yıl kullandık, sonra akıllı telefonlar çıktı. Her 15 günde bir bunu güncelliyoruz. Her güncellediğimizde yeni bir oluşumla karşılaşıyoruz. Yenilenmenin sürekliliğini yaşıyoruz. Teknolojik dönüşümün getirdiği ayrıca bir yabancılık ve ona bağlı bir yalnızlık var. Yeninin sürekli yenilenmesinden kaynaklanan bir belirsizlik ortamındayız, bir bulutsu ortamın içindeyiz, bir gri bölgedeyiz. işte ben o sergide bunu vurgulamak istedim.
Hayır Sandığınız Gibi Değil adlı serginizin açılışında “çağdaş sanatın gerçekle sorunlu bir ilişkisi var” diyorsunuz. Bu ilişki size göre nasıl düzeltilebilir?
Sosyal teori çalışan insanı olarak şunu diyebilirim; sosyal teorinin somutlaştığı nokta siyaset bilimidir. Sosyal teori ondan daha geniştir. Çünkü içinde felsefe, sosyoloji vardır. Siyaset bilimi buna başka bir perspektiften bakar. O zaman düzeltmeye kalkıştığınızda ortaya toplumsal, bireysel birçok gerilimin çıktığını görürsünüz. Toplumsal mühendislik denen 19.yy pozitivist anlayışı içinde ortaya koyduğu metodolojilerin ve onlara bağlı olarak ortaya çıkmış ‘Büyük Anlatı’ların (Grand Narrative) yarattığı sorunları biliyoruz. Marksizm, Faşizm, islamizm, Kemalizm, Maoizm bunlar hep büyük anlatılar. Ve bu büyük anlatılar, sürekli olarak o toplumun ideal bir yapıya nasıl kavuşacağını sorguluyordu. Modernitenin en önemli unsurlarından birisi teleolojik olması, ereksel olması. Birilerinin tarif ettiği, enformatif bilen bir öznenin tarif ettiği -onlar da entelektüeller zaten veya bilim adamları- tanımladığı bir ideal var ve ideal dünya var. O ideal dünyaya ulaşmak için toplum ne yapmalı, toplum-birey ilişkisini nasıl düzeltmeliyiz? Sabah erken kalkın, spor yapın, genç yaşta anne olun, meyve yiyin, sağlıklı olun, sigara-alkol kullanmayın. Bunlar hep bu toplumsal iyinin veya toplumsal idealin ele geçirilmesi, yakalanması, somutlaştırılması için kullanılan büyük toplum mühendislikleri. Artık böyle bir dönemde olmadığımız kanısındayım. Postmodern denen hadise içinde büyük anlatıların öldüğü söylendi ve fragmantasyonların başladığı ilan edildi. Bu çok tartışıldı, çok eleştirildi ama en azından ideal olarak önemliydi ve doğruydu. Bugün artık eskiden olduğu gibi total-bütüncül anlatıların, yaklaşımların, modellerin kimseyi tatmin etmediğini, insanları rahatsız ettiğini biliyoruz. O yüzden bu toplum-insan ilişkisi bugün yine çağına ve içinde bulunduğu teknolojiye bağlı olarak sorunlar üretiyor. insanın özü burada yatıyor. Kendi haline bıraktığımız ilerlemecilik özelliği bu sorunlardan kaynaklanıyor. Her zaman sorunu çözmek için yola çıkan ve çözüm üreten, bu ürettiğimiz çözümün yeni bir sorun ürettiğini gören varlıklarız. Yaratıcılığımızın altında yatan bu. Kapitalizme bunu uyguladılar. Adına “Yıkıcı yaratıcılık” dediler. Dolayısıyla bunu bir “idea” etrafında ele almak bana o kadar uygun görünmüyor. Tam tersine çağdaş sanatın sorunlu ilişkisi bu. Çağdaş sanat, o sorunların veya olguların sorgulamasını getiren bir alan. Bugün sosyal teori içinde neleri tartışıyoruz? Kadını, eğitimi, totaliter rejimleri, iktidar-birey ilişkisini, iktidarın kendisini, bellek, kimlik, aidiyet ve mekan politikalarını tartışıyoruz. işte çağdaş sanat da bunlara bir sanatçı öznesi bağlamında yorum getiriyor. Bugünkü dünyanın biraz da post fenomenolojik bir dünya olduğunu kabul etmek lazım. Olgusal bir dünyadan çıktığımızı söyleyebiliriz. Basit sorunlardan söz ederken çözümlerin değil yorumlar üstünde durmak lazım. Çağdaş sanatın önemli özelliklerinden birisi “ben çözüm getirdim” demekten ziyade bir yorum ve bir öneri ortaya koymaktır. Bugün çoğulculuklar, farklılıklar, melezleşmeler, akışkanlıklar dönemindeyiz. Modernitenin getirdiği katı, dar, sıkışık, bunaltıcı, radikal anlayış karşısında bugün çok daha özgürlükçü, daha sınırların ötesine geçen ve farklılıkları bir araya toplamaya çağıran çoğulcu, katılımcı bir anlayış var. O yüzden çağdaş sanatın sorunlu ilişkisi derken bütün bu çerçeveyi, bu kümeyi ve bu evreni ifade ettim.Yoksa “ona şöyle bir çözüm bulalım” anlamında bir şey değil söylediğim.
Hayır Sandığınız Gibi Değil sergisi için vermiş olduğunuz bir röportajda gerçeğin ve düşlerin sandığımız gibi olmadığını söylemişsiniz. Size göre gerçek ve düş nedir?
Garip bir tersinlenme içinde yaşıyoruz. Modernite, modernlik ilginç bir kavramdı çünkü gerçek ile düşün arasında bir yerdeydi. Aslında gerçekle çok yakın ilişkili bir şey. Seküler -bu islami manada laiklik diye kullandığımız anlamda bir sekülarizasyon veya laiklik meselesi değil- dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklama anlamında. Öbür taraf ne diyor, dünyayı açıklayacak daha üst bir bilgi vardır. Vahiy de budur aslında. Hayır, modernite buna karşı der ki: “Bu dünya bu dünyanın bilgisiyle açıklanabilir.” Masayı açıklayabilir, bilim de budur. Bilim bu dünyayı, somut dünya bilgisiyle açıklama çabasıdır. Ve dolayısıyla gerçek, ayağı yere basan, gerçekçi bir yaklaşım. Modernite aynı zamanda ütopist bir şeydir. ideale ulaşma meselesidir. ideal toplum, ideal dünya, ideal insan, ideal kadın, ideal erkek, ideal vatandaş. Bunlar ütopiktir. Dolayısıyla her zaman idea, idealar, idealler, ideal olan, ütopik olan arasında bir ilişki söz konusudur her zaman. insan gerçeği modernlik biraz da o ideayı ele geçirmek için kullanıyordu. insan gerçeğin nihai haline eriştiği için ideal olana kavuşacağız diye düşünüyordu. ideal olan gerçeğin içinde saklıdır. Ve gerçeğin tam manasıyla soğrulması, ütopik olana erişmektir. Halbuki bugünkü dünyanın böyle kaygıları yok; ütopik değil distopik bir dünyada yaşıyoruz. Bunun altında yine teknolojilerin somut üretimleri yatıyor. Bir teknoloji eğer diğerini yıkıyorsa ve onun yerine geçiyorsa bu distopik olan bir şeydir. Çünkü o zaman gelecek olanın ne olduğunu bilmiyoruz. Halbuki modernitenin düş dünyasına gelecek olan daim bir tek şey vardır. Kişi başına düşen gelir gibi bir takım mukayeseler yahut batılılaşma. insan batılı olduğu zaman ideal olana erişecekti. Bugün olgusal, görüngüsel, fenomenolojik yorum artık söz konusu değil. Gerçek yaşadıklarımızın toplamı; yaşanması gerekenlerin, yaşanacakken yaşanmamışların değil. Düşlerin bittiği dünyada yaşıyoruz. Teknojilerin ürettiği dinamikler bize bir yerde düşlerin gerçeklenebilir olduğunu, gerçeğin düşsel olduğunu sezdirmeye başladı. Sanal ortamda gezinmek, bu bağlantıları sağlamak, mekan-zaman ötesine geçebilmek. Bunlar daha önce sınırlı düş algımızla değerlendirdiğimiz zaman çok ileri noktalar. Bu yüzden bugün gerçekle düş arasında çok iç içe geçmiş bir dönemin galiba “yüzer gezer dünyası”nda yaşıyoruz.
Akbank Sanat'taki Dünyadan Büyük Sergisini düzenlerken feminist sanatın kurucularından biri olan Louise Bourgeois'in bu bakış açısından etkilediniz mi?
Feminizmden çok etkilendim. Türkiye’de 90’larda bu teoriler, ilk defa böyle yoğun bir biçimde tartışılmaya başladığında, kabul etmek gerekir ki, sosyal teorilerin sınırlarını en çok genişletenler feministler oldular. Bir örnek vereyim. Edward Said, Oryantalizm kitabını yazdı. Kıyametler koptu, o kıyametlerin bir bölümünün içinde ben de yaşadım. Kitap, oryantalizm kavramının bugün bu kadar yaygın olmasını sağlayan feministlerin, onun içindeki bazı kavramları alıp toplumsal ortamda kadın kimliğinin yaşadığı bazı sorunlara uyarlamasıdır. Veya iktidar, dil, kimlik, aidiyet, hafıza, beden meseleleri. Bunların hepsi feminist çalışmalarla birlikte bambaşka düzeylere getirildi. Hayatımı estetiğin içinde yaşayan biriyim. Siyaset ve sanat vardır hayatımda. Modernist bir tutum denebilir buna. Bu sergileri açarken “müthiş bir form var” diyerek açarım. O isimleri seçerken arkasında bir tesadüf yok, küratör olarak yerleştirdiğim problematik bakımından seçiyorum. Kendi küratörlük sırlarım buralarda yatıyor; küratörlük bir aşk ilişkisi gibidir. Aşka inanmam ancak birisiyle yaşamaya başlarsınız kafanızın içinde ve bu yıllarca devam eder. Sanat bir sanatçının soyunduğu andır. O çıplaklık anı, sanatçının desenlerinde, grafik yapıtlarındadır, gravürlerindedir, pinpointlerindedir, dry penlerindedir. Örneğin Borgeois insanı, kadını meydana getiren bütün meseleleri önündeki kağıda elindeki kalemle fırçayla dökmüş bir sanatçı. Tekrarlar, devasa yapılar etkileyicidir. Bourgeois de ömrünün çoğunu bu tür eserler yaparak geçirmiştir. Bunlardan çok etkilendiğim için bu sergiyi açtım.
12-15 Kasım'da Contemporary İstanbul'da açılan ‘‘Hiç Olmadı, Hep Oradaydı” adlı serginiz. Bu serginize de tıpkı diğer sergilerde olduğu gibi (Kalabalık-yalnızlık; düş-gerçek) tezat isimler vermişsiniz. Neden?
Hayatımız çelişki. Diyalektik düşünen bir insanım. Politik anlamda Marksist değilim -işçi sınıfı ihtilal yapsın da rejimi ele geçirsin, o da zaten Leninist bir tezdir Marx da ona benzer laflar etmiştir vesaire- fakat ‘diyalektik’ hayatın özüdür, esasıdır. Dolayısıyla bu çelişkileri daima severim. Dediğim gibi iğnelemek, tahrik etmek hayatta en sevdiğim şeyler arasındadır. Şimdi oradaki isim önemli. Çünkü orada başka birşey var. Klasikle ilgili bir tutkum var. Kutsal kitaplar, mitolojiler, Yunan tragedyaları hayatımın özünü oluşturanlardır. Örneğin “su meselesi” diye ilginç bir kavram var, insanın bulduğu en önemli kavramlardan biri. “Sudan geldik” diyoruz, “insanın evrimi, her şeyin evrimi sudan başladı” diyoruz, “toprağa gideceğiz” diyoruz buna mukabil suya gidecek değiliz veya gitmiyoruz, bir kültür var niye toprağa koyulduğumuza dair. Şimdi psikanalizde bir su meselesi var; annemizin rahmindeyken suyun içinde yaşadık oradan geldik. O su insanın karnında nasıl birikiyor değil mi? O içinde çocuğu barındıran o suyu o vücut nasıl üretiyor? Su içmesek yaşayamayız, vücudumuzun şu kadarı su. Beni asıl ilgilendiren kısmı tufanlar. Gaston Bachelard’ı okuduğunuz zaman veya Freud’u okuduğunuz zaman işte evimizin barkımızın suya kapılması, gitmesi. Pablo Genoves’in sergisinde bunlar var. O müthiş bir sergi. Fotoğraf kavramını boydan boya yenileyen işler. Orada gördüğünüz 1900’lerin başındaki farklı şeyleri, kartpostalları birleştiren bir fotoğraf. Ve bunların tabii bir şeyi var; fotoğraf kavramına getirdiği bir boyut var. Yine onun gerçekle, gerçek üstüyle olan ilişkisi var. O fotoğrafların bizde yarattığı korkular var endişeler var. O tarihsel, büyük mekanların sulara gömülmesi, o suların bizde anımsattıkları, Yunus Peygamber’in yunus balığının karnında kalması, Kaptan Ahab’ın Moby Dick’i en önemsediğim romanlar arasındadır. Don Kişot bunlar denizin romanı, Conrad aynı şekilde. Dolayısıyla çok klasik, çok bilinçaltı, bilinçdışı bir yanımıza seslendiği için orada hiç olmadı. O olaylar hiçbir zaman cereyan etmedi ama hep oradaydı çünkü daima bilinçdışımızda suyla, selle kurduğumuz öyle bir ilişki var ki o serginin son resmi; içinde su, bir göl saklayan peyzaj içeren çerçevenin sele batmış olduğunu gösteriyor. O ise bütün görsel tarihimizi, görsel bilincimizi yenileyecek bir resim. O yüzden oradaki sahneler onlar olmadı, onların gerçek dışı yanı var. Ama bilinçaltımız ve büyük bilinç tarihimizle ilişkisi bakımından da hep oradaydılar.