Bu aylarda akıllı uslu bir insan kalkar da pazar sabahı adaya gider mi? Vapur yine bir felaketti. O nasıl bir gürültü patırtı, o nasıl bir ses kirliliği! Nerede yolculuk keyfi? Nerede deniz havası? Gözünüzün önünü göremiyorsunuz ki deniz havasını duyasınız! Bir an önce inseniz de canınızı kullarsanız, yeter de artar!
Kim bunlar diyeceksiniz. Bu kez, asıl amacım Bay Leda ile Bayan Arte’yi doğrudan, yüz yüze tanımaktı. Adalı dostumuzun martılarını... Hem tanıyacak, hem de kalan öykülerini dinleyecektim.
Adadaki ilk saaüeri, orada da soluk aldırmaz bir kalabalığın dolandığını, yan adalı dediğim eski dostumla her zamanki sohbeti falan bir yana bırakayım. Gün, bütünüyle martılann olsun.
Nerede tanıyacağım bu martılan? Dostumuz yeğenleriyle birlikte bir teras katında oturduğuna göre, elbette orada. Baktım ki terasın gölgeli bir ucunda dostumuz kitabım okuyor, öbür ucunda bizimkiler her günkü hayatlarında. Doğallıkla Bay Leda daha iri, Bayan Arte daha ince. İkisi de yadırgamadı. Birbirimizi -üstelik pek yakından- birazcık süzdük, oldu bitti! Pes perdeden sesleri, ola ki bendeniz üzerineydi. “Al sana bir meraklı daha, görsün bakalım ne görecekse” gibi birtakım sözler ettiklerini sanıyorum. Bir ara, zekâm üzerinde de durdular anladığıma göre. Öve öve göklere sığdıramadılar, böyle bir ana baba gününde kendilerini tanımaya gelmemin ne büyük bir özveri olduğunu falan vurguladılar bana kalırsa! Kısacası, hakkımı -hem de olduğu gibi- teslim ettiler!
Bu martı ailesi uzun zamandan beri burada, bir bakıma onlar da ev halkından. Tam tamına öyle: Aralarından su sızmıyor. Sonra yiyecek derseniz yiyecek, koruma derseniz koruma. Dostumuza göre durumlarından pek memnunlar. Bunlar martı, alt tarafi birer martı, insan değiller ki sevgiden, iyilikten anlamasınlar. Yoksa koca adada yurt edinecek yer mi bulunmaz, bakarsınız bunalır, artık bir yenilik olsun der, kanatlanır giderlerdi bir gün.
Her an burada bekledikleri yok, ama uzaklara gittikleri de yok. Arada havalanma, yakınlarda bir süre dolandıktan sonra yeniden teras... Adayı daha yukarıdan görme keyfine mi bağlayalım biz bu havalanmaları, canlan sıkıldığı zamanlar kendi rüzgârlanyla biraz rahatlama, öbür martılarla biraz laflama, biraz dedikodulara kulak verme güdüsüne mi, hangisine bağlayalım, hepsi de olabilir. Kimi aileler, martı aileleri elbette, bizimkilere zaman zaman yan gözle bakıyor sanki, sonra bir vıdı vıdı tutturuyor. Oradan...
Doğru mu gördüm bilmem, bizimkilerde, yani Bay Leda ile Bayan Arte’de belirgin bir özgüven var. Halleri tavırlan öyle söylüyor. Sağdaki soldaki martılar da haklı olarak biraz kıskanıyor gibi. O üzerlerine titreme, besleme, kollama gözler önünde zaten. Kim olsa, neden sadece onlar, bizim neyimiz eksik der, yani vıdı vıdı eder doğallıkla. Duruma yan tutmadan bakarsak, kabahatli bulacağımız bilileri de yok! Dostumuz ve yeğenleri, adanın bütün martılarım teraslarına buyur edemezler ki?
“Biz” diyor adalı dostumuz, “iyi besliyoruz bunları. Deniz, iki adım ötemizde, yine de hani arada bir olsun, avlanmaya gitmezler. Evde balıklarının hazır olduğunu bilirler.”
Bunları da dinleyince, daha bir hak veriyorum öbür martılara. Acaba diyorum, Leda ile Arte, bu iki adım ötedeki denizde de arada sırada bir görünüverseler, avlanıyor gibi yapsalar? Bir yandan da yıkanır, serinlerler? Hemen anımsıyorum ama martı bunlar, insan değil; öylesi kötü, düzmece haller ancak biz insanlara özgü! Martıların da ahlakını bozacak önerilerin ne gereği var? Hem onların da bu türden önerilere kulak asmaları herhalde olanaksız. Kendilerini o kadar iyi biliyorlar ki!
Dostumuz, bir insan dokununca yumurtalarım artık neden kabul etmediklerini, daha ötesi, yuvadan attıklarını da anlatıyor: “Yumurta canlı, dokununca insanların kokusunu alıyor, oysa anne babalar, doğacak olan yavruların insanlardan uzak durmasmı istiyor.” Yani sözün özü, biz insanlardan korku, bu korkuyla da yavrularım daha doğmadan esirgeme güdüsü! Bunları dinleyince, bu martılar da bize durduk yerde haksızlık ediyor diyebilir miyiz?
Bundan 10 yıl kadar önce, eve gelen bir usta, nedense yumurtalara dokunur. Bay Leda ile Bayan Arte, daha bekletirler mi o yumurtalan? Hemen yuvadan atarlar. Sonra da gözle görülür bir bunalımla yas tutarlar. Kanatlan yere serili, yüzükoyun ve hareketsiz... Tam birer ölü gibi... Dostumuzun birtakım sevgi sözlerine, canlandırma isteklerine bile ilgisiz... Ancak dördüncü gün kendilerine gelirler. Burada bazı ayrıntılara girmeyelim, özel hayattan saydır o kadan, kısaca yeniden birliktelik falan derken Bayan Arte, bu kez sadece bir yumurta de yetinir. O dönem bir yavru büyütebdirler.
Dostumuzdan yavrulann nasd beslendiğini de dinledim: “Babanın görevi, yiyecek sağlamak. Bu nedenle sürekli seferde. Sürekli demem, sözgelimi, yoksa balıkları her zaman hazır. Biz dalgınlıkla falan unutursak, girer, buzdolabının önünde bekler. Olur ya, daha gecikirsek acelem var der gibi ortalıkta dört döner, olmazsa sehpadan kitaplan birer birer indirir ve bu arada da keskince bir sesle balıkları alır almaz geleceğini yuvaya haber verir.” Bu seslenmelerin bir nedeni daha olmalı dostumuza göre: Babanın yokluğunu fırsat bilerek yuvaya saldırma hayali kuran kargalara, “Ben buradayım, sakın ha!” demek.
Yavru martdar, henüz kendi kendderine beslenecek halde değd. Annenin balıkları kursağında eritmesi, sonra da yavruların ağzına aktarması gerekiyor. Sadece annenin mi, babanın da böyle bir görevi var mı, orasım sormak aklıma gelmedi doğrusu. Yavrular sonunda doğrudan beslenecek kadar büyüdüğünde de öncelik yine onların. Baba en son... Böylesi babalara aferin denmez de ne denir? O halde, aferin sana Bay Leda!
Bu badi badi yürümelerle nereye kadar? Sonunda ona da sıra geliyor: Kanatlanmaya! Birden bire olmuyor elbette bu. Anne, günlerce bir bunu öğretiyor, bir öbürünü... Yeter mi? Tam o gün, ilk kanatlanma günü bir de büyük büyük martıların sırt sıvazlaması, özendirmesi var ki özellikle görülmeye değer! Önce yakın yerler, ertesi gün biraz ötesi, öbür gün biraz daha ötesi, haftasına kalmadan da güzelim deniz! Sadece deniz keyfini değil, balık avlamasını da öğretiyor bir yandan anne, sonrasında da terasa getiriyor ki yavruları, ev halkı görsün, tamsın. Bu ailece gelmeler gitmeler eksik olmuyor, olmuyor ama... anne de baba da yavrulara yem verilmesini istemiyor! Kendi ayakları üzerinde durmasını öğrensinler diye! Bunların hepsi güzel, herhalde hepimize göre güzel. Bana biraz tuhaf geleni, bundan sonrası: Bir zamam var onun, o zaman geldiğinde özene bezene büyüttüğü yavrularım bırakıyor anne baba kendi hallerine. Dostumuz, “bırakıyor” değil, “kovuyor” dedi de ben o sözü hemen edemedim. Aslında doğa yasalarına göre olağan bir durum. Bunu ne kadar bilseniz etseniz de, diyorsunuz ki kovmasalar da özgür bıraksalar, uzaktan uzağa gözleri üzerlerinde olsa, en azından ara sıra bir araya gelseler? Sonra, hayat bu, iyi günleri kadar kötü günleri de var, özellikle öylesi günlerde -balığın kıt olduğu, soğuğun ayazın aman vermediği, tatsız tuzsuz günlerde- birbirlerini kollasalar? Fakat uzun etmeyeyim, bu tür konuları martılardan daha iyi bilecek değilim ya?
Sait Faik’in bir öyküsünde martıyı “insan gibi” diye nitelediğini söylemiş miydim? Dostumuz kimi zamanlar, ancak gece yansı gelebilir adaya. Olsun, Bay Leda ile Bayan Arte, birer ev sahibi ve sahibesi gibi, o saatte de buyur ederler dostumuzu kendi evine. Bu incelikte bir duygu sömürüsü var mıdır? Ödülünün balık olacağım zaten bilirler de ondan mı? Burada da insanlığımız tutmasın yine, neden bu da olsa, o da olsa, güzel, hayır, pek güzel diyelim.
“Adanın martıları, evlere, insanlara eskiden de bu kadar yakın mıydı?” diye soruyorum. “O kadar değildi” diyor dostumuz, “adada asıl yerleri yurtları, Alman koyundaydı. Hafta sonu gelenler, vura öldüre bir ürküntü, bir korku yarattılar, o zamandan beri böyle...” Hemen bu sonuca vanyorum: Martıların kötü insanlardan iyi insanlara sığınması demek bu! Üstelik doğalarını zorlama pahasına! Kıyıcılığımız ta nerelere kadar uzanıyor, daha ötesi, kendi halindeki cankların düzenini alt üst edecek kadar etkili olabiliyor!
Sadece insanlar mı rahat vermeyen? Yiyecek her zaman bol ve hazır olduğundan, bir ara kargalar da aynı değerde sayılmak, ilgi görmek istiyor. Ama kısa sürede belli oluyor ki ev sahipleri gerekince kargaları da gözetecek, sorun bitiyor! Kavga mavga kalmadığı gibi zaman zaman martılarla kargaları yan yana bile görüyor dostumuz!
Bunlarla birlikte martılan da dinliyorum. Daha doğrusu hepimiz birlikte dinliyoruz. Terasın öbür ucunda, hemen yakın yerlerde, ötelerde, gökyüzünde... kısacası her yerdeler. Dostumuz, her sesin bir anlamı olduğunu söylüyor. Acıkma, yem bekleme, sabırsızlık, haber verme, cinsel birliktelik... hepsinin birer sesi var. Yiyecek aldıktan sonra, öbür martılara fiyaka yapmayı bile biliyorlar. Elbette yine bir sesle...
Sait Faik’in o “insan gibi” nitelemesini yeniden analım mı: Bay Leda’nın gülmesinden, küsmesinden, ilgi görmediğinde arkasını dönmesinden söz ediyor dostumuz! Kendisi salonda, mutfakta, hatta yatak odasında bütün gün istediği gibi gezer tozarken Bayan Arte’ye neden izin vermediğini de anlatıyor: Martı karakteri bozulmasın diye, yani koruma güdüsüyle! Neyse ki Bayan Arte, ne bir insan ne bir feminist... Yoksa dünyayı dar ederdi Bay Leda’ya. Hem de beslenme önceliğini her zaman kendisine verdiği halde...
Martılardan söz ediyorum çünkü biz insanlardan memnun değilim, üzerimize söz söylemek isteği duyduğum pek olmuyor. Fakat memnun olsam da yine yazmak isterdim bunları. Nedenleri ayrı olurdu, o kadar. Bizden öte, canlılardan uzak kaldığımda hem bir tekdüzelik duyuyorum, hem bir eksiklik; o zaman birtakım duygular, “Kalk” diyor, “kalk, durma, koca koca gövdeler bul, dallar bul, gölgeler, kokular bul, kanatlar, sesler, hemen göz önünde, deniz diye kokan mavi bir deniz bul, hepsinin üzerinde sonsuzluğu ortada bir gökyüzü bul, katıhver o dünyaya! Madem dünyamızda bir tek biz insanlar değil, hayvanlar ve bitkiler de var, elinden geldiğince uzak kalma o bütünlükten. Hayat ancak o zaman tam bir hayata benzer.”
Size bir giz daha vereyim: O günden beri Bay Leda ile Bayan Arte’yi de bu adadaki tanıdıklarım arasında sayıyorum. Ne demek mi bu? Adaya gittiğimde, arada bir uğrayacağım, dostumuz ve yeğenleriyle birlikte onların da hatırlarım soracağım demek. Yok, uzun bir süre adaya gidemezsem, onları da merak edeceğim, bilen tanıyan birileri olursa selam yollayacağım demek.
(*) Sevgili martılan Bay Leda ile Bayan Arte’yi sabırla anlatan ve öykülerini yazmama izin veren Sayın Prof. Dr. Orhan Şener’e sonsuz teşekkürlerimle...
Editör’ün notu: 4 Temmuz 2012’de Heybeliada’daki bir tepeye (Orhan Tepe) adı verilen Prof. Dr. Orhan Şener, Kadir Has Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesidir