Bienaller önemli sanat etkinlikleridir. Adı üstünde her iki yılda bir yenisi açılır. Bu yılki İstanbul Bienali’nin adı ‘İsimsiz’ ve oldukça politik bir anlayışa yaslanıyor. Siyaset-estetik dengesi ise sanat tarihinin kendisi kadar eskidir. Nitekim serginin isimsiz ismi de burada yeni anlamına kavuşuyor. Bu da politik bir anlamın estetik veya estetik bir anlamın, politik bir düzeyde erimesini engelleyen bir kaygının sonucu. İsim verince yapıt tek bir boyuta indirgenebiliyor.
Her şey gibi, İstanbul Bienali’nin ilki de çok şaşırtıcıydı, hepimiz için. Birden bire karşımızda, adım bile telaffuz edemediğimiz bir ‘varlık’ bulmuştuk. Ne olduğunu bilenler biliyordu ama 1980’lerin başında, askeri darbenin sonrasında, Türkiye’nin hala bir entelektüel çöl olduğu günlerde, onların sayısı da alabildiğine azdı.
Bu yeni ‘şey’in ne olduğunu yerli yerine oturtamamıştık. Panayır mı, fuar mı, şenlik mi, festival mi kavrayamamıştık. Bu bir yana, yeni olan her şeye gösterdiğimiz tepkiyi, ona da göstermiştik. Hayatın en önemli meselesi gibi yaklaşmış, bir varoluş-yokoluş mantığı içinde değerlendirmiştik. Dedikodunun, çekememezliğin, hırsların, kinlerin, şişkin egoların, narsisizmin, megalomaninin sonuna kadar yaygın ve geçerli olduğu sanat dünyasında kıyametler kopmuştu.
Sonradan öğrendik ve anladık ki, bienaller, evet, önemli sanatsal etkinliklerdir ama hayatın en önemli konusu değildir. Biraz Bektaşi’nin Ramazan fıkrasına benzemektedir. Hani, Bektaşi’ye “Ramazan bitti” demişler, o da “sevinme, bu gitti, öbürü geliyor” diye cevap vermiş.
BU BİTTİ, ÖTEKİNİ KONUŞMAYA BAŞLAYALIM
Bienallerin biri biter ötekisi başlar; bu süre, adı üstünde iki yıldır, her iki yılda bir yenisi açılır, şehre bir güzellik yayılır, heyecan yaşanır, ilk açıldığı günlerde çeşitli galerilere yayılmış diğer etkinlikler onunla birlikte gelişir, bir süre sonra da, galiba da açıldığı gün eskir, yenisi beklenir. Nihayet bu yılki bienalin açılışından sonra etrafımı saran yabancı konuklara ve basın mensuplarına konuşurken, “bu bitti” dedim, “ötekini konuşmaya başlayalım”.
Öyle ya, 12 yıl süreyle ben de İKSV’nin (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) İstanbul Bienali Danışma Kurulu üyesi olarak çalıştım, her defasında bir sonraki bienal küratör veya küratörlerinin kimler olacağına karar vermek, o küratörün yaptığı sunumu, oluşturduğu temel kavramı dinlemek, tartışmak bir hengameydi.
Pek öyle bir kurumun kalıbına sığmayan insanlardan olduğumdan, o toplantılarda, yeni küratörün getirdiği öneriyi, ilk sözü alıp, beni tanıyanların yakından bildiği uzun konuşmalarla eleştirir dururdum. Bir süre sonra kurul üyeleri kendi aralarında tartışmaya başlar;
Şakir Eczacıbaşı Bey, içmekle içmemek arasında o kadar mücadele ettiği sigaralarıyla uğraşa didişe, çareyi, toplantıyı kapatıp bizi yemeğe götürmekte bulurdu.
BİENAL Mİ BEĞEN AL MI?
İlk Bienal için yazdığım yazıyı anımsıyorum: ‘Bienal mi, Beğen al mı’ idi başlığı. Neredeyse bütün yazılarını imzalı, imzasız, birkaç takma adla kaleme aldığım Kalın Dergisi’nde yayınlamıştım. O sıralar başka bir tartışma daha yaşanıyor ve Bienal seçicisinin Türk mü yabancı mı olması gerektiği sorusuna verilen yanıt, bir kere daha ‘ulusal’ bir meseleye dönüşüyordu.
Arada birkaç Türk seçici bulundu ama asıl uluslararası isimlerle devam edildi. Aralarında çok ‘komik’ ve hatta ‘berbat’ sergiler düzenleyenler de oldu, gülünecek adlar seçerek. Hiç önemli değil, en eski bienallerden biri olan Venedik Bienali için de aynı şeyler söylenebilir. Esas olan İKSV’nin hırsı idi. İstanbul Bienali’ni uluslararası bir etkinliğe dönüştürmek tutkusuydu.
Bu başarıldı. Aradan geçen uzun bir dönemde, birkaç yeni kuşak sanat üretmeye başlarken Türkiye kürselleşmenin ve karmaşık bazı ekonomik-kültürel ilişkilerin son ucunda, bambaşka bir ülkeye dönüştü. Bugün sadece İstanbul Bienali değil, bu şehri dünyadaki çağdaş sanatın merkezine taşıyan; onlarca galeride açılan, belki yüzlerce sanatçının katıldığı sergiler de bu olanağı hazırlıyor.
VİYANA ÖLDÜ, İSTANBUL’A YETİŞEMİYORUZ
Bundan kısa bir süre önce Viyana’dan gelen bir grupla İstanbul’da başlatmayı düşündükleri sanat eğitimi programını konuşurken, “neden” diye sorduğumda çok dürüst bir yanıt verdiler ve “Viyana öldü, hayat kımıltısı yok, İstanbul’da ise hiçbir şeye yetişemiyoruz” dediler. Söylediğim gibi, bu karmaşık bir mekanizmanın getirdiği yeni bir durumdur, daha gelişecektir.
Şunu da belirteyim ki, bu alanda, yani çağdaş sanat düzeyinde böyle bir atılım sağlanmazsa, entelektüel sermaye, finans sermayeyle birlikte el ele yürümezse Türkiye’nin dünya ekonomileri arasında bugün sahip olduğu 17. sırayı 2023’de 10. sıraya taşıması çok güçtür. Netice olarak, İstanbul Bienali olanca hızıyla her iki yılda bir yapılıyor ve son derecede başarılı bir etkinlik.
Bu yılki bienal de en az öncekiler kadar başarılı ve başarısız, iyi ve kötü, çekici ve itici, yaratıcı ve gelenekçi. Kısacası, bir bienali, iki aşamalı olarak değerlendirmek kabil. Önce yine ilkesine, kavramına, onun ifade ettiği anlama bakmak; sonra da öne çıkan yapıtları irdelemek. Her bienalin birden fazla katmanı var.
MEKAN, BİR ÜRETİM DÜZLEMİ
Güncel sanat bugün dünyanın en karmaşık olgularından biri. 1980’lerde başlayan ikili bir süreç devam ediyor. Güncel sanat bir yandan modern sanatın, bazı akımlarda büsbütün öne çıkan temel özelliğini, yani sanat yapıtının bir bilgi nesnesine dönüştürümünü epey öteleyen bir dinamiğe sahip. Güncel sanat, çağdaş sanat daha politik, daha ifadeci, daha doğrudan bir ilişki diline ve edimine sahip.
Modern sanatın o soyut, her şeyden uzak, kopuk, kendi içine kapalı dünyası güncel sanatın ifadeciliğinde aşıldı. Dünyayı ve insanları, toplumu ve tarihi ilgilendiren her türden olgu bugün güncel sanatın kendini üretmek için kullandığı bir unsur.
Bu bienal de bu anlayışın etrafında kurulmuş durumda. Bugünün dünyasında mekan başlı başına bir üretim düzlemi. Dünya mekanın bir dili olduğu kadar, mekanın bazı mesajları iletmek için kullanılan bir dil olduğunu da çeşitli düzeylerde fark etti. Mekanların bellekleri var, dilleri olduğu ölçüde. Mekanlar aynı zamanda bellek üretiyor. Bu nedenle mekan daima etkin ve edilgindir, daima çifte karakterlidir, öznesine olduğu kadar nesnesine de işlevseldir.
İSMİ İSİMSİZ OLAN YAPIT
İstanbul Bienali 2011, öncelikle mekanla ilgili bir çekirdeğe sahip. Tophane’deki antrepolarda sergileniyor bienal. Antrepoların içi bu sergi maksadıyla yeniden düzenlenmiş. Soğuk, alüminyum iç mekanlar hazırlanmış her antrepo binasında ayrıca.
Bu düzenleme, bu mimari müdahale serginin maksadıyla iç içe geçmiş, seçicilere göre. Bienal, tıpkı mekanın kendi içinde bölünmesi, bölümlenmesi gibi bölümlere sahip. Farklı bölümleri bir araya getiren, bileştiren, kaynaştıran bir ortak doku ise yok değil, var, hatta birkaç tane.
Birincisi, bienalin adı, adsız, yani İsimsiz’. Karşımızda ismi ‘isimsiz’ olan bir ‘yapıt’ duruyor. O da farklı parçalardan oluşmuş. İlk ortak payda, doku, bağ bu. İkincisi, sergi, daha önce hiç benzeri görülmemiş bir adım daha atıyor.
HEM VAR HEM YOK SANATÇI
Ve Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix-Gonzales Torres’e, yapıtlarına, varlığına bir göndermeye dayanıyor. 1957-1996 yıllan arasında yaşamış Torres’in yapıdan yok bu sergide. Fakat Torres, İstanbul Bienal’inin yabancısı değil. Çok iyi anımsıyorum, Rosa Martinez’in düzenlediği 5. Bienal’de yapıdan sergilenmişti.
Gonzales’in verdiği ilham isimsiz ismini açıklıyor, öncelikle bir kere Gonzales-Torres var ve yok, tıpkı bienalin bir isminin olması ve o ismin ‘isimsiz’ olması gibi. Neredeyse bize Foucault’nun o kadar maharetie çözümlediği, Velasquez’in, Las Meninas isimli yapıtında gösterdiği gibi ressamın var ve yok, onun temsil ettiği iktidarın var ve yok olması gibi, birbirini besleyen ters ilişkililikler bunlar.
Öte yandan Torres’in birçok yapıtı aynı başlığı/adı taşıyor. Ayrıca, Torres, son derecede katmanlı bir kimliğe sahip. Kübalı, Amerikalı, eşcinsel, AIDS’den ölmüş, yapıdan politik bir içeriğe sahip. İstanbul Bienali 2011, tüm bu özellikleri bir araya getiren bir zemin olsun istenmiş, seçiciler Adriano Pedrosa ve Jens Hoffman tarafından.
KÜRESELLEŞME YERELLEŞMEYİ GETİRİYOR
Adriano Pedrosa, 1965 Rio de Janerio doğumlu bir küratör. Kariyerini bir yandan da yazar olarak sürdürüyor daha önce birçok sergiyi düzenlemiş. Aynı şekilde Jens Hoffmann da 1974
Costa Rica doğumlu. O da tiyatrodan sanat dünyasına gelmiş ve yine parlak kariyere sahip birisi.
Bu iki seçicinin ortak yanını Latin Amerika’dan gelmeleri oluşturuyor. Geldikleri, çıktıkları coğrafya onların bilinçaltlarında, tercihlerinde rol oynayan, kaçınamayacakları bir gerçek. Kaldı ki, onların da kaçınmak gibi bir niyetleri yok. Bugünkü dünya küreselleşmenin getirdiği, öne çıkardığı bir yerelleşme anlayışına sahip. Yerelliğin vurgulanışı bugün bir tercih nedeni.
Sanat zaten buna açık bir alan. Çünkü, yerelin içerdiği farklılık, 1990’larda bir biçimde, 11 Eylül sonrasında bir başka biçimde şekillenen yeni politikanın belkemiğini meydana getiriyor. Tanıma, fark, kimlik politikaları, demokrasi arayışı ve anlayışı yine bu farklılık bağlamında biçimleniyor. Bu itibarla herhangi bir serginin klasik Avrupa-merkezci bir yaklaşımdan uzak bir anlayışla biçimlendirilmesi özellikle gözetilen bir husus.
EN POLİTİK SERGİLEMELERİNDEN BİRİ
12. İstanbul Bienali bu gerçeğe sırtını yaslamış durumda. Her şeyden önce son yılların en politik sergilemelerinden biri. İki seçicinin Latin Amerika kökenli olması da, Torres’e göndermede bulunması da işin bu yanını berkiten bir özellik taşıyor.
Bienal beş ayrı tema çerçevesinde düzenlenmiş. Bunlar, İsimsiz (Soyutlama), İsimsiz (Ross), İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Tarih), İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) başlıklarını taşıyor.
Sergiyle ilgili ‘resmi’ açıklamalarda belirtildiğine göre, ilk sergi, Torres’in Kan Tahlili-Sürekli Düşüş yapıtından ilham almış; ikinci sergi, Torres’in 199l’de AIDS’ten yitirdiği partnerinin adı, üçüncü sergi Torres’in Isimsiz-Pasaport #11 başlıklı yapıtından esinlenmiş, dördüncü serginin tema kaynağında Torres’in popüler kültüre dönük bir yapıtı var, beşinci sergi ise Torres’in aynı adlı, Amerika’da silahla öldürülmüş 460 kişinin kimlik bilgilerini bir araya getiren yapıtından yola çıkılarak biçimlendirilmiş.
SİYASETİN ÖZNESİ DEVLET
Tematik sergilerin her biri, kendi içinde ayrıca açıklanacak özellikler taşıyor; fakat o ayrıntılara girmenin bir anlamı yok. Sonuç olarak yukarıda verdiğimiz, basın bülteninde yer alan açıklamalar, temalara dayanan sergilerin dayanaklarını yeteri kadar yansıtıyor. Burada serginin bütünü hakkında bir şey söylemek ve yazıyı onunla bitirmek gerek.
Daha önce de belirttiğim gibi, İstanbul Bienali 2011 oldukça politik bir anlayışa yaslanıyor. Bu güncel sanatın ana meselelerinden biri. Ne var ki, politika; bu sergide iki anlamıyla da, yani hem ‘makro’ hem ‘mikro’ katmanlarda işlenmiş.
Makro siyaset, devlet-birey veya devlet-toplum arasındaki büyük siyasal konulan ve sözleşmeleri içeriyor. Bir açık iktidar sorunu, makro siyaset ve öznesi aslında devlet. Yurttaş veya birey burada devletin optiğine yansıyan bir nesne konumunda.
İÇİMİZDE SAKLI: GİZLİ İKTİDAR
Mikro siyaset ise bunu tersine çevirmeyi amaçlıyor. Yine bir iktidar sorunu var nekrolojinin içinde fakat bu, iktidar sadece büyük siyasetin kapsadığı ve devlette odaklanmış iktidarı içermiyor. Küçük alanlarda, gündelik hayatta, bireyin kendi yaşantısında ve onu ören, meydana getiren iç kurumlarda saklı olan gizli iktidarları vurguluyor.
Aile, cinsellik, mekan, hafıza, cinsiyet, eğitim mikro iktidarların oluştuğu alanlar. Yapısalcılık sonrası düşünürlerin sıklıkla vurguladığı Foucault’nun ve Deleuze’ün yapıtlarında tanımını bulan bir iç siyaset katından söz ediyoruz.
Bienal bir yandan ateşli silahlar ve şiddete dayalı politikayla, diğer yandan cinsiyet ve kimlikle uğraşırken, bu politik alanı makro ve mikro ölçekte kavrıyor ve kapsıyor. Yeryüzünde böyle bakınca nötr bir zemin, apolitik veya politika dışı kalmış bir düzlem yok.
ÖLÜMCÜL İLİŞKİLERE DİRENEN SİYASET
Basit ve kendi halinde sandığımız her şey, biraz daha derinlemesine bakınca, neredeyse ölümcül bir siyasallaşma içeriyor. Siyaset o ölümcül ilişkilere direnmenin bir olanağı. Siyaset aynı zamanda kötücüllüğün sonuna kadar zorlandığı bir düzlem. Siyaset son kertede kötücüllüğün mevcudiyetinde onu dönüştürme girişimleri.
Pedrosa-Hoffmann İkilisi bu çerçeveyi çok sağlam bir biçimde kurmuş. Aslında bu açıdan bakınca her şeye açık, yaygın, gevşek örgülü bir sergi var karşımızda. Ama o da hayatin bir başka gerçeği. Dediğim gibi, eğer apolitik bir alan bulmak olanaksızsa ve her şey siyasalsa, o takdirde siyasetin bu iki boyutuyla enine boyuna işlenmesi de bir o kadar üretken bir başlangıç.
Yine de serginin daha öne çıkan, daha göze çarpan yanı makro siyasetin dinamikleri. Neredeyse anıtsal denebilecek ve fazla dışavurumcu olduğunu söyleyebileceğim, mesajlarım çok kolay ileten ve o nedenle de estetik boyutlarını politik boyutları altında ezen yapıtların öne çıktığı bu bölüm diğerlerini bir hayli ötelemiş.
YAPITI POLİTİK GÖZLE OKUMAK
Bununla birlikte şunu belirteyim, yukarıda getirdiğim siyaset-estetik dengesine ve ilişkisine.
Aslında çok önemli, hassas ve güç bir sorunsaldır bu. Sanat tarihinin kendisi kadar da eskidir. Bugün geldiği noktada sanat yapıtı, estetik boyutunu belirlemek için ayrı bir güç harcıyor. Hatta, “sanat dünyasında bilhassa estetik olması düşünülen, bunu öncelikli olarak ele alan ve vurgulayan bir yaklaşım var mı bugün?” diye sorulsa, bu soruyu olumlu yanıtlamak çok zor.
Belki yeterince farkında değiliz, ama görsel sanatlar alanının bugünkü politizasyonu 1970’lerdeki düzeyi çoktan aştı. Ayrıca görsel ifade olanakları 40 yıl öncesine nazaran çok gelişti. Bu, teknolojinin de getirdiği bir sonuç. Dolayısıyla bir ifade biçimi özelliğiyle, politik olan estetik olanın arkasından izlenebilir ama bu yukarıda belirttiğim gerçeği değiştirmez.
Kaldı ki, semiyolojik bakımdan gelişmiş olan bilinçlerimiz de öylesine politik bir öncelik taşımayan bir yapıtı politik bir gözle ‘okuyabiliyor’.
ESTETİK AÇIDAN LEZZETLİ YAPILAR
İstanbul Bienali 2011, bu bağlamda da bence ciddi bir özelliğe sahip. Bu bienal, daha öncekilerle mukayese edildiğinde estetik açıdan oldukça ‘lezzetti’ yapıtlar sunuyor. Güney Amerikalı sanatçılardan bazı seçmeler var, onları tanımıyoruz, bir bölümü zaten dünyadan ayrılmış kişiler ama bazıları bize kendi yerelliklerini taşıyor.
Öte yandan, teker teker yapıtlar seçilirken çok açık bir biçimde daha ‘estetik’ bir düzeyin oluşmasına özen gösterilmiş. Bu, yabana atılmayacak bir duruş. Çünkü, böylelikle, politik olanın estetik olamayacağı veya estetik haz uyandıran yapıtın politik boyutunun zayıf olması türünden saçma bir estetik-politik dikotomisi bu sergide aşılmış.
Bunlar 2011 sergisinin önemli özellikleri. Nitekim serginin isimsiz ismi de burada yeni anlamına kavuşuyor. Bu da politik bir anlamın estetik veya estetik bir anlamın politik bir düzeyde erimesini engelleyen bir kaygının sonucu, isim verince yapıt tek bir boyuta indirgenebiliyor.
İsimsiz demekle bu önlenmiş. Ama ontolojik olarak serginin bir ismi var işte. O da bize yine politik bir sezgi sunuyor. İsimsiz kahramanlar, savaşlarda ölen isimsiz insanlar, meçhul askerler, bir politik sürecin oluşumuna katkıda bulunan, ismi bilinmeyen insanlar. Baştan başa politik bir vurguyla başlayan sergi/bienal onunla sona eriyor. İsimsiz ismin ardındaki esrarın ipuçları bunlar, İstanbul Bienali 2011 söz konusu olunca.