İstanbul’da Avrupalı Kadın ve Ev

İstanbul’da Avrupalı Kadın ve Ev
“burası [...] bizim kendimizi ‘ev’de hissettiğimiz yer. Her yeni yerde IKEA’ya gidip mobilya almak ve başka bir yere gideceğinde onları dağıtmak [...] çok daha kolay olurdu. Fakat biz sürekli bir yerden bir diğerine gittiğimiz için bir sürekliliğe, bir kimliğe ihtiyacımız var. Kendi kanepende, her zaman senin olan kanepede uzanmak... Yani, demek istiyorum ki, gittiğimiz her yeni yerde sil baştan yeni kimlikler yaratamıyoruz, bilirsin...”

“Gittiğimiz her yeni yerde sil baştan yeni kimlikler yaratamıyoruz, bilirsin...” sözleri, dokuz yıldır İstanbul’da yaşayan 55 yaşındaki Alman Binge’ye ait. Otuz yılı aşkın süredir ülkesinden uzakta yaşayan Binge, uluslararası bir şirkette çalışan eşinin yurt dışı görevlendirmelerinde ona eşlik etmiş, Türkiye’den önce Çin, Singapur ve Lübnan gibi farklı ülkelerde eşi ve oğlu için evi kurma görevini üstlenmiş. Sözleri; Üsküdar’daki apartman dairelerine ilk ziyaretimde, aileyle beraber yıllardır bir ülkeden bir diğerine yolculuk etmiş ve şimdilik Boğaz manzaralı geniş salonlarında huzur bulmuş gibi görünen eşya ve nesnelerin kendisi için ne ifade ettiği üzerine yaptığımız konuşma çerçevesinde anlaşılmalı. Eşiyle henüz evlenmeden önce Almanya’daki ilk evleri için birlikte aldıkları Filipinler orijinli bir vitrinden, Çin’deki evlerinden getirdikleri ahşap vitrin-dolaplara, Singapur’dan taşıdıkları Endonezya malı kanepeler ve fil biçiminde sehpalara, Binge’nin babaannesinin evinden taşıdığı başka bir kanepeye, yaşadıkları yerlerde hayatlarına giren insanların hediye ettikleri süs eşyalarına ve Almanya’daki ailelerinin çerçevelenmiş fotoğraflarına kadar, salondaki hemen her şey ailenin yolculuğunun her durağında yaşadıkları mekânları tanıdıklaştıran, bildikleştiren nesne ve eşyalar. Binge, bu nesne ve eşyaların sürekli hareket ederek yaşamanın yarattığı kopuklukları onardığım, hayatlarına bir süreklilik getirdiğini, bunun da ötesinde mekânı bir kimlik ve aidiyet mekânı olarak işaretleyerek ‘onların evi’ yaptığım şöyle ifade ediyor:

“Burası [...] bizim kendimizi ‘ev’de hissetliğimiz yer. Heryeniyerde IKEA’ya gidip mobilya almak ve başka bir yere gideceğinde onları dağılmak [...] çok daha kolay olurdu. Fakat biz sürekli bir yerden bir diğerine gittiğimiz için bir sürekliliğe, bir kimliğe ihtiyacımız var. Kendi kanepende, her zaman senin olan kanepede uzanmak... Yani, demek isliyorum ki, gittiğimiz her yeni yerde sil baştan yeni kimlikler yaratamıyoruz, bitirsin... ”

Binge, Kasım 2013-Kasım 2015 arası TÜBİTAK (SOBAG 3501) tarafından desteklenerek yürütücülüğünü yaptığım “İstanbul’da Avrupalı Kadın ve ‘Ev’: Konut Mekânları Üzerinden Bir Kimlik Okuması” başlıklı araştırma projesi kapsamında söyleşi yaptığım kadınlardan biri. Yine PANORAMA Khas’ın Güz 2013 sayısında yazdığım yazıda da belirttiğim gibi, projede, dünyada giderek artan göç ve hareket yoğunluğunun insanlar, kimlikler ve yerler arasındaki bağlan kopardığını iddia eden ve özellikle ‘ev’ kavramını sorgulayan tartışmalardan yola çıkmıştım. Bu tartışmalann dayandığı, kimlikler ve sınırlan belirli coğrafyalar arasında neredeyse doğal bir bağ olduğunu savunan ‘özcü’ yer ve kimlik anlayışlan üzerine eleştirilere katılmakla birlikte, 1990’lann ortalarından beri sosyal bilimlerde hızla benimsenen ‘mobil’ yer ve kimlik anlayışlanın da sorgulamış, bunların çoğunda ‘yer’ ve ‘ev’in ya maddî bileşenlerinden koparılmış, yere bağlı ve değişime direnç gösteren kimlikleri tanımlamak için kullanılan mekânsal metaforlara, ya da göç sürecinde geride bırakılan ve nostaljiyle hatırlanan coğrafyaları simgeleyen kavramlara indirgendiğini, ve daha da ötesinde ‘hareket’ ve ‘göç’ün ‘yer’in ve ‘ev’in antitezleri olarak tanımlanmaya başlandığım savunmuştum. Mekânsal hareketliliğin bir yere aidiyet ihtiyacını yok etmeyen, tam aksine, yeni bir ev kurma özlemini de beraberinde getiren bir süreç olduğunu ve bu süreci anlamak için gündelik yaşam mekânlarına, özellikle de mahremiyetin kurulduğu domestik mekâna bakmamız gerektiğini önermiştim. 20. yüzyılın ikinci yansında kadın ve ‘ev’ arasındaki ilişkiye dair oldukça sert eleştiriler üreten ve son yıllarda kadının kendi kimliğini bulabilmesi için hem imgesel hem de mekânsal anlamlarıyla ‘ev’i bütünüyle terk etmesi gerektiğini savunarak mobiliteyi reel ve metaforik ifadeleriyle kutlayan feminist söylemler de projenin çıkış noktalarından biriydi. Bu söylemlerin de ‘yer’e basmaları gerektiğini tartışmış, alıştığı, bildiği coğrafyaları geride bırakan kadının ‘ev’in ifade ettiği anlamlan ve bağlan da geride bırakıp bırakmadığım anlayabilmenin ancak farklı göç süreç ve deneyimleri yaşayan kadınlarla yapılacak kapsamlı ve derinlikli araştırmalarla mümkün olabileceğini belirtmiştim.

Bu çerçeveden hareketle Türkiye’de henüz çok az çalışılmış ‘tersine göç’ olgusuna odaklandığım projede, eğitim, çalışma, macera veya ailevî nedenlerle İstanbul’a göç eden Avrupa Birliği ülkeleri vatandaşı 20 kadının konut mekânlarına odaklandım ve konutun geçici bir süre için de olsa bir aidiyet mekânı olarak tanımlanması sürecinde hangi pratiklerin, hangi nesnelerin rol oynadığını; mahremiyetin sınırlarının nasıl kurulup korunduğunu; bu mekânlara kimliklerin nasıl yansıtıldığım ve ‘ev’e yüklenen anlamlan etnografik araştırma yöntemleriyle çözümlemeye çalıştım. Bu yazıda, bana evlerinin ve mahremiyetlerinin kapısını açan bu kadınlarla yaptığım söyleşilerden elde ettiğim bazı bulguları kısa vinyetler aracılığıyla aktarmaya çalışacağım.

Bu bulgulardan ilki, kadınların göç deneyimlerine verdikleri anlamla İstanbul’daki konut mekânlarına atfettikleri anlamlar arasında güçlü bir ilişki olduğu. Bu durum her yaştan katılımcı için geçerli olmakla birlikte, hem bir imge hem de maddi mekân olarak ‘ev’e verilen önemin ve konutun kimlikle ilişkilendirilmesinin, yaşamlarının önemli bir kısmım ülkelerinden uzakta geçirmiş, orta yaş grubundan katılımcıların durumunda en güçlü biçimde hissedildiğini söyleyebilirim. Örneğin Binge’nin ‘ev’ diye nitelediği yer, lokasyonundan tamamen bağımsız olarak konutun dört duvarı arasında kalan sınırlı mekân; eşi ve oğluyla birlikte bu mekânda geçirdikleri zaman; yıllardır üzerinde uzandığı kanepe, eşiyle akşamlan karşılıklı oturup kitap okudukları koltuklar ve ailenin tarihini yansıtan nesne ve eşyalar. Bu mekânı yaşadıkları her yeni coğrafyada ailesi için yeni bir aidiyet mekânı olarak kurmanın yaşamını zenginleştirdiğinden uzun uzun bahseden kadın için, kimliğinin mesnet noktası ne ülkesi, ne de deneyimlediği herhangi bir ülke veya kent değil, mekânda koordinatları değişse de farklı yerlerde bir süreklilik ortamı haline getirebildiği özel alan. Gezgin bir yaşama ailevî nedenlerle adım atmış diğer kadınlar için de benzer şeyler söylemek mümkün. Domestik mekânda gerçekleşen gündelik yaşam rutinlerini mümkün olduğunca değişmeden, alıştıkları haliyle, ve bu rutinleri destekleyen eşya ve nesnelerle birlikte korumak, yabancı bir toplumsal çerçevede bir yer edinebilmekle doğrudan bağlantılı. Hollandalı Nina örneğin, “benim Hollanda’dan uzakta yaşadığım yıllarda öğrendiğim bir şey var: Nerede olursan ol, eğer kendi evini kurmuyorsan, bu deneyim çok zor olabilir” sözleriyle bunu ifade ediyor.

40’lı yaşlarında, İstanbul’a aileleriyle değil de tek başlarına gelip yerleşmiş İtalyan Anna ve İngiliz Mia’mn hikâyeleri de göçe yüklenen anlamla konuta bir aidiyet ve kimlik mekânı olarak atfedilen anlamlar arasındaki güçlü bağa işaret ediyor. Uzun yıllar işleri nedeniyle Amerika’da yaşamış, yarışmacı ve stresli iş ortamlarından bunalıp uzun süreli duygusal ilişkileri de sonlandığında yeni bir yerde, kendilerinin deyimiyle “yeniden başlamaya” karar vermiş bu kadınlar için, yaşadıkları mekânları ‘ev’ yapabilmek İstanbul’a yerleşip yeni bir hayat kurabilmenin ön koşulu. Gezgin yaşamın doğası gereği İstanbul’a gelene değin yaşadığı geçici yerlere ve ilişkilere tezat bir kakalık peşinde olduğunu söyleyen ve bunun için Kadıköy’de, İstanbul’da expat’lerin (ana vatanından başka bir ülkede yaşayan kimse) yoğunlukla tercih ettiği Cihangir ve Tophane gibi bölgelerden bilinçli olarak uzakta seçtiği bir konuta taşman Mia için, tıpkı Binge gibi, bunun yolu geçmişte sahip olduğu ve kişisel tarihini, aile bağlarını ve ilişkilerini yansıtan hemen her şeyi burada yaşadığı yere taşımak olmuş. Amerika ve İngiltere’deki evlerinden oldukça büyük masraflarla taşıttığı eşyalar arasında, ancak New York’taki yüksek tavanlı loft dairesinde hakettiği yeri edinebilecek boyutlarda bir aynanın yanı sıra, ailesine, çocukluğuna ve İngiltere’de büyüdüğü eve göndermeler yapan, ressam olan dedesinin yetmiş sene önce yaptığı bir dolap ve yağlı boya bir tablo, annesinin ona çocukken verdiği hikâye kitapları ve romanlar gibi şeyler de var. Evi için harcadığı emeğin yoğunluğu ve eşyalarına verdiği değerle diğer expat’lerden farklı olduğunu sık sık vurgulayan kadına göre, kendi tarihini ve beğenilerini yansıtmayan, onun olmayan ikinci el eşyalar arasında yaşamak, yerleşmemek, bir yerin parçası olmaya çabalamak yerine hep yabancı kalmak demek.

Oysa Nişantaşı’nda, hepsi kendisinden önceki kiracının geride bıraktığı eşyalar arasında yaşayan Anna’nm hikâyesi, expat’lerin yaşam biçimlerini geçicilikle ilişkilendiren toplumsal kurgulara referansla değil, yine kendi deneyimlerine atıfla anlaşılabilecek başka bir ‘ev’ ve kimlik anlayışını ortaya koyuyor. Anna, Mia’mn tersine, kendisine ait eşyaların hepsini geride bırakarak eski ilişkilerinin, deneyimlerinin ve yaşam biçiminin izlerini, bir anlamda geçmişini de geride bıraktığını düşünüyor. Geride bıraktığı bu geçmişin en önemli parçası sahip olmaya ve tüketmeye dayanan bir yaşam anlayışı. Son yıllarda önemli bir değişim geçirdiğini, insanlar ve doğayla kurduğu ilişkilere işinden, kazandığı paradan ve başka birçok şeyden daha fazla önem veren, duygusal ihtiyaçlarım gerektiğinden fazla tüketmeden tatmin etmeye çalışan biri haline geldiğini ve İstanbul’un bu değişim üzerine kurduğu yeni hayat için bir eşik olduğunu belirten kadın için, temiz ve kullanışlı oldukları sürece eski eşyalar arasında yaşamanın hiçbir zararı yok. Anna için bu durum, evine önem vermediğinin ve burada mutlu olmadığının değil, mutlu olmak ve evini sevmek için eşyalara ihtiyacı olmadığının göstergesi. Odalarım, ışığım, penceresini açıp sokaktan gelip geçenleri seyredebildiği, dışarıda oynayan çocukların seslerini dinleyebildiği, özellikle karşıdaki fırından gelen ekmek kokusuyla dolduğunda çok sevdiğini söylediği dairesinde kendisine ait olan şeyler sadece salondaki şifonyerin üzerindeki deniz kabuklan, İstanbul’da sevdiği mekânlardan topladığı ve buraları simgeledikleri, buralardaki anılarını mekânına taşıdıkları için anlamlı bulduğu küçük objeler ve İtalya’daki yeğeniyle çektirdiği bir fotoğraf. Ev- kurma eylemine onun deyimiyle daha “spiritüel bir süreç” olarak yaklaştığını en güçlü bir biçimde temsil eden nesne ise salonundaki ‘altar’ olarak tanımladığı küçük sehpa. Mekânın en değerli köşesi olarak gördüğü bu sehpanın üzerini farklı örtülerle örten kadın, bu örtüleri mumlarla ve ruhsal ve bedensel ihtiyaçlarım simgelediğini düşündüğü nesnelerle süslemekte. Altar üzerindeki kompozisyonun yaşadığı değişimlerle birlikte günden güne değiştiğini anlatan Anna’ya göre, altarın tanımladığı mekân bir “değişim ve esinlenme mekânı” ve her evde böyle bir mekânın yer alması gerek. Hikâyesi, neredeyse ‘Heideggerian’ bir ‘ev’ anlayışını yansıtmanın yanı sıra, eve yapılan duygusal yatırımla maddî yatırım arasında doğrusal bir bağlantı olduğu şeklindeki yerleşik görüşün sorunlu olabileceğine de işaret ediyor.

Göç deneyimine atfedilen anlamla konuta atfedilen anlam arasındaki ilişki, çalıştıkları uluslararası şirketlerce bir-iki yıl gibi kısa süreler için İstanbul’a gönderilen ve katılımcılar arasında en genç yaş grubunu oluşturan iki kadirim, Camile ve Matilde’nin durumlarında da oldukça güçlü. İstanbul’a birer turist gibi yaklaşan, expat’lerin yoğun olarak tercih ettikleri Avrupa yakasındaki merkezi bölgelerde yaşayan ve İstanbul’da daha çok yabancılarla sosyalleşen bu
kadınların göç deneyimlerinin geçiciliği, eşyalı olarak kiraladıkları ve kendilerinin olan hemen hiçbir şeyi içermeyen, neredeyse otel odaları gibi kullandıkları konut mekânlarına da yansımakta. Yine de, Camile’in dairesinin iç cephesindeki çıplak tuğla duvarla Fransa’da çocukluğunu yaşadığı bölgedeki konutların tuğla cepheleri arasında ilişki kurması ve bunun kendisi için bir tanıdıklık ve süreklilik sağladığım ifade etmesi, Matilde’nin ise yaşadığı yeri kişiselleştirebilmek, kendine ait bir mekân haline getirebilmek için daha uzun bir görevlendirmeyi dört gözle beklediğim anlatması, maceracı, gezginliği en azından içinde bulundukları genç yaşlarda bir yaşam tarzı olarak benimsediklerini ifade eden bu kadınlar için de evin hem bir imge hem de maddî bir mekân olarak anlamını koruduğunu gösteriyor.

Katılımcılar arasında yine genç yaşlarda olan ve yeni hayat deneyimleri kazanmak için birkaç yıl İstanbul’da çalışıp yaşamayı tercih eden diğer kadınlar ise konut mekânlarım kendileri gibi kısa süreliğine İstanbul’da bulunan yabancılarla paylaşanlar. Bu kadınların çoğu için yaşadıkları mekânlar İstanbul deneyimlerinin geçici durakları. Konutun iş yerlerine yakın olması, ev arkadaşlarının ev işlerinde kendilerine düşen görevleri aksatmadan yerine getirmeleri ve mahremiyet sınırlarının olabildiğince korunabilmesi onların bu mekânlarda konforlu yaşayabilmeleri için yeterli olduğu gibi, tek sözün kendilerine ait olmadığı bu mekânları kişiselleştirme şansları zaten pek yok. Fakat mahremiyetlerinin fiziksel sınırlarını da belirleyen yatak odalarını posterler, farklı ülkelere seyahatlerinden getirdikleri objeler ve çoğunlukla hatıra değeri olan nesnelerle kişiselleştirme çabalan bu kadınlar için de, ölçeği her ne kadar domestik mekân içerisinde olabildiğince sıkışsa da, bir ‘ev’ hissi yaratmanın önemim gösteriyor. Seyahat etmeye düşkün olan ve yaşanılanımı en azından bir bölümünü farklı yerlerde yaşayarak geçirmek isteyen bu genç kadınlann mekânlarını kişiselleştirilmek için kullandıktan nesne ve eşyaların küçük ve hafif olması ise projenin en ilginç bulgularından biri. Bir yolculuktan bir diğerine, İngiliz Emma’nın ifadesiyle “ağırlık yapmadan”, rahatlıkla taşınabilen bu eşyaların geçici de olsa bir kimlik alanı kurulması için kullanılması, hafif nesnelerle ‘ev’ gibi anlam açısından son derece yüklü bir kavramı bu mekânlarda çakıştırıyor. Üç yılı aşkın süredir İstanbul’da yaşayan Emma’nın kıyafetlerini asabilmek için bir gardırop yerine ahşap bir gardırop çatkısı alıp üzerim bir örtüyle kapatması; bir başka İngiliz katılımcı, altı yıl önce kente gelen Holly’nin, şimdiye değin yaşadığı farklı yerlerde ve İstanbul’da geçirdiği süre boyunca dilediği zaman vazgeçebileceğiikinci el ve geçici eşyalar aldıktan sonra salonuna yeni aldığı büyük ahşap kitaplığın İstanbul’da kalıp kalmamak arasındaki kararsızlığı açısından bir anlam ifade ettiğini, belki de artık burada kalmaya daha sıcak bakmaya başladığını anlatması, ‘hafif seyahat etmeyi’ seven bu kadınlar tarafından mekânda yerleşmenin kalıcı, dayanıklı ve ağır eşyalarla ilişkilendirildiğine işaret ediyor. Oysa bu kadınlar İstanbul’da geçici bir süre yaşama karan vermiş olmakla beraber, ayrılırken aldıkları eşyaları expat çevreleri ve sosyal medyadaki çok sayıda expat gruplan vasıtasıyla rahatlıkla satabileceklerini de biliyorlar. Dolayısıyla geçici bir süre için kullanılacak eşyalar için para harcamanın gereksiz olduğu düşüncesi kadar, konut mekânına duygusal yatıran yapmanın benimsedikleri gezgin kimliğine ters düştüğü gibi bir yargı da bu mekânlarla ilişkilerinde etkili gibi.

Projenin bir başka önemli bulgusu ise katılımcılar arasındaki önemli bir grubun, İstanbul’a Türkiyeli erkeklerle evlenmek için gelip yerleşen kadınların çoğunun konut mekânlarında yaşadıkları kimlik çatışmaları. Eşlerinin aileleriyle, çoğunlukla da anneleriyle yaşadıkları, yeme-içme pratiklerinden çocuklarım yetiştirme, misafir ağırlama, evdeki düzenin korunması, temizlik ve dekorasyona kadar gündelik ev yaşamının hemen her alanında karşılaştıkları bu çatışmalar, onlara göre Türkiye’deki yabancılıklarını tekrar tekrar üretiyor, farklı olduklarım sürekli yüzlerine vuruyor. Örneğin eşiyle Amerika’da öğrenciyken tanışan ve evlendikten sonra Nişantaşı’nda, eşinin ailesine yakın bir eve yerleşen Fransız Rachelle, kayınvalidesinin ev yaşamları üzerinde henüz evlenmeden önce, Amerika’da birlikte yaşadıkları günlerden beri bir otorite kurmaya çalıştığını, eline geçen her fırsatta kendisini temiz ve zevkli olmamakla, evde düzeni sağlayamamakla suçladığım anekdotlarla aktarıyor. Nişantaşı’nda ev sahibi olarak yaşadıkları oldukça büyük dairenin eşinin ailesi için “Amerika’da okumuş oğullarının başarı hikâyesinin bir göstergesi”, bir statü sembolü olduğunu düşünen kadın, evinde her şeyden çok rahatlığa ve sadeliğe önem veren biri olarak onların standartlarım hiçbir zaman yakalayamayacağına, bu yüzden de hep ‘yabancı gelin’ olarak kalacağına inanıyor. Ona göre, ailenin akıllarında yarattıkları ‘oğullarının evi’ne dair imgeyle kendisinin yapmak istediklerinin sürekli çatışma halinde olması, kadının mekânı ne istediği gibi dekore edebilmesine, ne de çocuklarının gün boyunca evin diledikleri yerinde özgürce oynayabilmelerine müsaade ediyor. İstanbul’da hâlâ bir yabancı olduğu duygusunun ağırlığım dışarıda, kentte değil de, bu çatışmalar yüzünden en çok kendi evinde hissettiğini anlatan kadın, evinin tanıdığı başka yabancıların evlerinden farklı olduğunu düşünüp düşünmediğini sorduğumda verdiği cevapla da bunu ifade ediyor:

Emet ve hayır. Çünkü eşimin annesine göre biz hepimiz aynıyız: “Evin her yerinde oynayan, koşturan, yemek yiyen çocuklar”. Hepimiz benzeriz ona göre. Hiçbir şey pırıl pırıl değil Evet, benzerlik bu. Ama bu işin Türkler tarafından görülen kısmı. Çünkü, örneğin bir Fransız seni evine demet etse, önüne basit, gündelik bir tabak kayar ve bunun kötü bir anlamı yoktur. Bu normaldir. Ama Türk usullerine göre asla! Eğer Türk arkadaşlarım gelirlerse, önlerine basit şeyler koyamam. Gümüş tepsimi çıkarırım. Türk usulü yaparım.

Rachelle ve katılımcılar arasındaki diğer ‘yabancı gelinler’in tecrübeleri, ev üzerine çalışan araştırmacıların son yıllarda sık sık belirttiği gibi evin her zaman bir konfor ve huzur mekânı olmadığım gösteriyor. Ancak, burada bahsettiğim kimlik çatışmaları her zaman yukarıdaki son cümlede Rachelle’in aktardığı biçimde, ‘yabancı’ olarak görülenin alttan alması veya kabul görmek için kendi habitusuna yabancılaşması ile sonuçlanmıyor. Türkiye’de ‘gelin- kayınvalide’ çekişmesinin geleneksel aile yapısının sağlam dokularından biri olduğunu bilen bu kadınlar, kendi istek ve beğenilerinden vazgeçmek yerine müzakere alanları yaratmak için çaba harcıyorlar. Örneğin Rachelle’ın, kayınvalidesinin hediye ettiği salondaki büyük, kristal avizenin taşlarının yansından fazlasını çıkararak daha sade bir avize haline getirmesi ve ancak bu şekilde kullanabileceğini karşıdakine kabul ettirmesi; hiç istemediği, gerek görmediği halde kayınvalidesi tül perdeler kullanması gerektiğinde ısrarcı olunca, onun beğendiği süslü, desenli tüller yerine, bulabileceği en sade ve neredeyse şeffaf tül perdelere razı olması; ya da çok sevdiği Fransız ve Fas yemeklerini yerel baharatlarla tamdık tatlara dönüştürerek eşinin ailesine de benimsetmeye çalışması gibi. Türkiyeli erkeklerle evlenerek İstanbul’a yerleşen diğer kadınların benzer hikâyeleri, gündelik, sıradan mekânsal pratiklerin bireylerin baskı altında müzakere alanları yaratmalarındaki önemine işaret etmekle birlikte, sadece ‘ev’in değil, kimliklerin de sabit olmadığını, her ikisinin de gündelik yaşamdaki çatışma ve uzlaşmalar üzerinden sürekli yeniden kurulduğunu da gösteriyor.

Yukarıda araştırmanın derin bir kuramsal tartışmaya girmeden, bu yazının sınırlan içerisinde sunabileceğim farklı birkaç bulgusunu aktarmaya çalıştım. Bu bulguların da gösterdiği gibi ‘ev’, anlamı ve önemi kişisel deneyimlerden ve bağlamdan bağımsız olarak çözümlenebilecek, üzerine mekânda durağanlık ve hareket arasında kurulan ikili karşıtlıklar üzerinden genellemeler yapılabilecek bir olgu değil. Bu yüzden, göçün ve daha genel anlamıyla mekânsal hareketin insanlarla yerler arasındaki ilişkiyi etkileme biçimleri üzerine süregiden tartışmaların yere ve bireylerin gündelik yaşamlarına dokunması gerekiyor. Kuşkusuz bu durum, kadının ‘ev’ ile ilişkisi üzerine tartışmalar için de geçerli. Dolayısıyla, projenin ‘ev’e çok-anlamlı, çok-ölçekli bir olgu olarak yaklaşılması gerektiğine (yere atfedilen anlamların ancak başka yerlerle ilişkiselliği üzerinden anlaşılabileceğine), biyografinin mekânda yerleşmeyle ilişkisi üzerine, mahremiyetin mekânsal sınırlarının değişen toplumsal ilişkilere bağh olarak nasıl sürekli daraltılıp esnetildiğine ve ‘tersine göç’e, eve ve kimliğe dair diğer birçok bulgusunu daha kapsamlı bir yazıya bırakırken, küçük ölçekli fakat derinlikli, etnografik yöntemlere dayanan araştırmaların önemine değinerek bitirmek istiyorum. Çünkü evin yabancı bir çevrede tekrar kurulma biçimlerini, üstlendiği anlamlan, bireylerin göç deneyimleri ve kendilerini yeni bir toplumsal çerçeveye yerleştirmeye çalışırken kimliklerini müzakere etme biçimleri açısından çözümleme çabası, hiç kuşkusuz araştırmacının evin ve bireylerin mahremiyetlerinin eşiğini aşmasını, geçici süreliğine de olsa yaşamlarına katılmasını gerektirmeyen başka yöntem veya tekniklerle anlamlı bir sonuca ulaşabilecek bir çaba değil.